Bazı eserler vardır. Milletlerin tarihinde adeta bir köşe taşı olur. Mesela Göktürk Kitabeleri, Türk devlet felsefesini yansıtması bakımından paha biçilemezdir. Okuyan âdeta Göktürklerin devlet şuuru karşısında önünü ilikler, isimsiz balbalların meselesini gütmeye başlar. Atsız’ın Bozkurtlar’ı daha önce hiç bozkır görmemiş Türk çocuklarını Kür Şad’ın ordusunda 41. Çeri yapar. At seslerinin yaprak hışırtısına karıştığı ovalarda, Vey Irmağı’nın kenarında, Çin Sarayı’nın avlusunda kılıçla yağıya “hurra” diye hücum ettirir. Her bir okur, Kurtkaya gibi gerektiğinde elini çözüp can verecek, can verdikçe can bulacak bir inanmışlığın sureti olur. Aynı okur, Sepetçioğlu’nun Yesili Hoca Ahmet üçlemesinde bir elinde tahta kılıç, bir elinde demir kılıç fetihten fethe koşan Türk dervişlerinden olur. Taşlarını döşediği yolun mürüvvetini göremeyeceğini bile bile her bir kitabın sonunu iple çeker. Dünkü Türkiye Serisi’nde Alparslan’la birlikte at koşturur, Anadolu’yu vatan kılar. Vatan kıldığı Anadolu’da Hacı Bayram Veli, Akşemseddin ve Horoz Dede ile alperenler yetiştirir. Türkçülüğün Esasları, Türk milliyetçiliğini sistematikleştirmesi bakımından ulvî bir vazifeyi başarmıştır. Türkçülüğün Esasları’nı okuyan iman tazeler, özgüvenini arttırır. Çünkü bilginin ağırlığıyla kuşatılmıştır artık. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, sistematikleşen bu fikri açık, sarih, anın şartlarına uygun hâle getirir, bilgiyle kuşanmış neferleri Kırklar Meydanı’na gönderir.

İşte bu eserler gibi, bir eser daha vardır ki okuyanı kendine getirir. Okuyan her cümlesinde anlatılan o kahraman nesli yanında hisseder. Sanki sağında Başbuğ Alparslan Türkeş, solunda Dündar Taşer, karşısında Galip Erdem, arkasında Seyyid Ahmet Arvasi vardır, şehitler ardı sıra dizilmiştir. Okuyucu evvela bunun ağırlığı altında ezilir sonra küllerinden doğan bir Anka kuşu misali kanatlanmaya başlar. Satırları âbide şahsiyetler ile birlikte okur; her meseleyi, her bilgiyi onlarla birlikte yorumlar. Zamanın mühim başyazıları bizzat müellifinin sesinden kulağına çalınmaya başlar. Evet… 9 ciltlik Ülkücü Hareket serisinden, bizim tarihimizden, bahsediyoruz.

2024 yılının Kasım ayında Hakkı Öznur’un Ülkücü Hareket serisi dokuz cilt olarak yayımlandı. Bu eser daha önce -1999 yılında- altı cilt olarak yayımlanmıştı. Yeni baskı ile her cildin muhtevası güncellendi ve yeni üç cilt eklendi. Her cildi Ülkücü Hareket’in anlaşılması ve anlatılması bakımından eşsiz bir pahaya sahip bu seri, tarihimizin altın yaldızlı sayfalarına bir şeref nişanesi olarak konulacaktır. Öyle ki bu eser; bir milletin ne büyük adamlar yetiştirebildiğini, fedakârlık yapan değil bizzat feda olan bir neslin nasıl eğitildiğini, imanın imkân yaratarak potansiyeli satha çıkarmasını, yokluğun içerisinde canla, kanla, mürekkeple, gençlikle, sevdayla ödenen bedelleri, hülasa Türk’ün var olmak kavgasını anlatır.

Tarih yazmanın tarih yapmak kadar mühim olduğu hatta tarihin unutulduğu bir devirde tarih yapmaktan bile daha mühim olduğu apaçık ortadadır. Zira yapılan tarih, yazılmamışsa unutulduğu an yapılmamış sayılır. Bu sebeptendir ki bu kıymetli eserin varlığı, Türk milliyetçiliğinin emniyet sibobudur, mücadelemizin teminatıdır. Yürürken dağları titreten, konuşurken arşı inleten yiğitler; suret değiştirerek okuyucuların arasına gizlenir. Türk milliyetçilerinin bugün nice amnezi, alzheimer hastalarını kıskandıracak kadar derin bir hâfıza kaybı yaşadığı düşünüldüğünde bu eser, âdeta yeniden doğuşun adıdır. Milliyetçi Türkiye’nin doğum sancısıdır. Umut aşısıdır. İman ettiklerinin enkaz altında kaldığını görenlere yaşama ve mücadeleye yeniden başlama sebebi verir.

Ülkücü Hareket’in tarihini anlatan bu ilk ve tek eser, geçmişimize ödenen vefa borcumuz, geleceğimize söylenen sözümüzdür. “Bozkurtlar mı diriliyor fırtınalı çağlardan?” diyen şairin haklılık payı, bu eseri bir oya gibi zihnine nakşeden gençliğin tavrında ortaya çıkacaktır. Evet… Bozkurtlar diriliyor, fırtınalı çağlardan. Özlediğimiz dünya, bu eseri hisseden gençlerin imar, inşa ve ihya edeceği dünyadır.

İlk cildin teşekkür bahsinde bu eserin 35 yıllık bir çalışma olduğu söylense de bu eser aslında binlerce yıllık bir emeğin mahsulüdür. Kitabın içinde yer alan röportajlar, tarihî belgeler, yazılar, fotoğraflar 35 yıllık bir arşiv çalışmasının neticesi olabilir ancak bu eserin ortaya çıkmasını sağlayan zihin ve fikir ıstırabı, Türk milletinin yaşına eştir.

Ülkücü Hareket’in tarihini bilmenin bize sağladığı faydalar bu sayfalara sığmayacak kadar fazladır. Zira bir Ülkücü’nün Ülkücü Hareket’in tarihini bilmesi, bir kimsenin kendi kimliğini bilmesi gibidir. Onu cami avlusuna bırakılmış bir çocuktan farksız kılan, kimliğidir. Nereden geldiği, kim olduğu, soyunun hangi aileye dayandığı bu kimlikte yazılıdır. Hatta kimlik, yalnızca o kimse için değil o kimseyi tanımak isteyenler için de yegâne belgedir. Ülkücü Hareket’in kimliği de bu 9 ciltlik eserin içindedir. Yalnızca Ülkücüler değil, Ülkücüleri tanımak isteyenler de bu eseri en küçük detayına kadar okumalıdır.

İnsan bildiğine iman eder. Bilgisizlik tekzibe, bilgi tasdike götürür. Ülkücü Hareket’in tarihini bilmeden yapılan ülkücülük, yüzme bilmeden okyanusa balıklama atlamaya benzer. Bilgi vazıh, sarih bir imana olanak sağlar. Kişiyi karşılaşacağı tehditlere hazırlıklı hâle getirir. Ayrıca bilmek özgüven verir. Bizden öncekilerin başarmış olduklarını görmek, bizim başarabileceklerimizi daha sıhhatli bir zeminde tahayyül etmemizi kolaylaştırır. Nitekim Ülkücü Hareket, Türk milletinin özgüven mücadelesidir, özgüvenli olmayan kimselerce ileriye taşınması mümkün değildir. Tarih bilmenin sağladığı özgüven daimî bir hareket sağlar. Yorgunluğun, umutsuzluğun kucağından aldığı insana yeni bir şevk ile meydan savaşlarına dâhi dayanabilecek kuvveti verir. Ülkücü Hareket serisi adeta bir motivasyon kaynağıdır, yeni ufuklara doğru gidilen yolda bitmek bilmeyen bir su kaynağı sunar. Susadıkça bu kaynağa inen Ülkücü, her defasında deniz suyu içmiş gibi olur.

Eseri okumanın başkaca bir faydası: Yaşımız itibariyle şahsen tanımamızın mümkün olmadığı, üçüncü kişilerden dinlediğimiz, kitaplardan okuduğumuz âbide şahsiyetleri yakinen tanıma imkânı sağlar. Bu imkân doğrultusunda biz âbide şahsiyetlerimizle şahsen bağ kurarız, onlara yaklaştıkça yaklaşırız. İnsanî hasletleri, fikrî meziyetleri, nasıl mücadele ettikleri bizim için bir destan anlatısı olmanın ötesine geçer ve gerçeklik kazanır. Böylelikle onları hem daha iyi anlarız hem de yaklaştıkça insanların küçüldüğü bir çağda yaklaştıkça insanların nasıl büyüyebildiğini bizzat tecrübe etmiş oluruz. Böylelikle adeta hareketimizin yüz akı, âbidesi, kilit ismi olan birçok şahsiyet bizim zihnimizde, tavrımızda, hayata bakışımızda yaşamaya devam eder. Uzaktan bir manzara misali seyredilen, destanlaştırdıkça gayriinsanî meziyetlerle donatılan, uhrevî bir güçle kuşatılan âbide şahsiyetlerimizle şahsen bağ kurmanın ve onları anlamanın yolu açılır. Onların hayatlarına bir büyüteç yardımıyla girdiğimizde hem ne kadar sıradan hem de ne kadar sıra dışı olduklarını görürüz. Mesela uzaktan gördüğümüzde sanki bize hiç yemek yemiyormuş, uyumuyormuş, sevdalanmıyormuş gibi gelen insanların aslında yemek yediğini, uyuduğunu, günlük ihtiyaçları ve işleri olduğunu, ailelerinin olduğunu, birçok şahsî problemle boğuştuğunu görürüz. Bunlar onları sıradan yapan hususiyetlerdendir. Aynı zamanda bu âbide şahsiyetler, bir mefkûrenin ateşinde nefislerini yaktıkları, dünyalık ve ahretlik hiçbir menfaate tamah etmeden dik yaşadıkları, günlük – şahsî tüm ihtiyaçlarını aşkın bir ideal karşısında ötekileştirdikleri, meselelerini Büyük Türkiye’nin meselesi hâline getirdikleri için sıra dışılardır. Onların bu hususiyetleri ise bize izleyeceğimiz rotada bir rehber görevi görür.

Bu eserde mücadelenin en kanlı, en çetin günlerinde yaşanmış hâdiseler, Ülkücülerin bu hadiselerle baş etme metodu, teoride mutlak mânâsıyla sarih olan Türk milliyetçiliğinin pratikte karşılaştığı problemler ve bu problemlere çözüm önerileri aşikâr bir biçimde ortaya konmuştur. Dolayısıyla tüm bu yaşananları ve yazılanları okumak bizleri sanki o günlerde var olmuşuz, o günlerde kavga vermişiz gibi tecrübeli yapar. Nihayetinde tâlip olduklarımızı bir hayâl âleminde değil hakikat âleminde sunar. Böylelikle geçip geçmeyeceğimiz belli olmayan imtihanlar hakkında bir nebze de olsa fikir edinme hakkını verir.

Ülkücü Hareket’in tarihini muayyen ve mahdut bir biçimde sayfalara dökmek, hareketin üzerindeki müphemiyeti giderir. Böylelikle milliyetçi hareket; ne idüğü belirsiz, mensuplarının çektiği tarafa giden, bulunduğu kabın şeklini alan bir hareket olmaktan çıkıp aynı teoride olduğu gibi pratikte de sistemli bir mücadele sunar. Milliyetçiyim diyenlerin, önüne ülkücü-milliyetçi sıfatı koyarak müesseseleşen yapıların Türk milliyetçiliği ile ne kadar bağdaşıp bağdaşmadığını tahlil etme imkânı verir. Geçmişte yapılan doğruları, yanlışları görürüz. Bugün hâlâ bu doğruların ya da yanlışların ne derecede var olduğunu fark ederiz.

Ülkücü Hareket’in tarihi; sloganlaşmış ifadelerle yaşamını idâme ettirenlerin, kendisiyle ve kurumuyla övünerek elindeki ülkümetrenin hassasiyetini arttırdığını zannedenlerin, hazıra konanların, mücadeleden kaçanların hatalarını vazıh ve sarih bir biçimde ortaya koyar. Mücadelenin nasıl yapıldığını anlamak, mücadelenin nasıl yapılacağını anlamaktır.

Nitekim bu eser, Türk milliyetçilerinin son yüz yılını muhasebe etmesini kolaylaştıracaktır. Muhasebe edeceğimiz tarih, bu sayfalardadır. Neymişiz, ne olmuşuz… Cevabı 9 ciltte gizlidir.

Her fikir sisteminin gayesi, müşterek mefhumları, kabulleri, metodu ve uygulama planı vardır. Bu sebepten bir fikir sisteminin ehemmiyeti ve iddiası gayesine bakılarak teşhis olunabilir. Gaye dışındaki her unsur bir vasıtadır. Fikir sistemlerinde asıl olan gayedir. Türk milliyetçiliği fikir sisteminin de gayesi, Türk milletinin ebedî bekasını korumaktır. Ebedî bekayı korumak iki yoldan mümkün olur: Türk milletinin başına gelecek belaları defederek ve Türk milletine başına gelmemiş hayırlara vesile olarak. Berkan Sözer ağabeyin bu teorisi ışığında Ülkücü Hareket’in Türk milliyetçiliği fikir sisteminin gayesine ne denli büyük hizmet ettiği ancak Türk milletinin ebedî bekasını tehdit eden meseleler hakkında fikir sahibi olmakla anlaşılabilir. Bu eserde, Türk milletinin başına gelen ve gelmesi mümkün olan tüm olaylar yazılmış, Ülkücülerin bu olaylara nasıl müdahalede bulundukları ve tabir yerindeyse tarihi nasıl değiştirdikleri ortaya çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu eser, Türk milliyetçiliği fikir sistemine düşen bir şerh gibidir. Türk milliyetçiliği fikir sistemi yapılacak işi söylemiş, Ülkücü Hareket’in tarihi ise bu işin nasıl yapılacağını göstermiştir. Milletin işine yarayan milliyetçilik nedir? Nasıl yapılır? Bir nesil milliyetçi oldu da ne oldu? Görmek isteyenler bu sayfaları karıştırmalıdır.

Muhasebe hususunda değinilmesi gereken birkaç husus daha var: Türk milliyetçiliği tarihinin en önemli dönemi olan 1965-1980 arasındaki döneme dair her belge, her gazete kupürü, her yazı, her mesele bu eserde yer almaktadır. 1965-1980 arasındaki dönemin ne olduğu bilinmeden Türk milliyetçiliği muhasebe edilemeyeceğine göre bu eser okunmadan 1965-1980 arasındaki dönemin bilinmeyeceği dolayısıyla da sağlıklı bir muhasebe yapılmayacağını söylemek gerekir. Bu eserin terkip hâline getirdiği yazılar, bilgiler, belgeler, hâdiseler bilinmeden Türk milliyetçiliği eğitimi verilemez, Türk milliyetçiliğinin ne olduğunu anlaşılamaz. Eser, bu derecede mühim bir vazifeye de hizmet etmektedir. Türk milliyetçiliği eğitimi Türk milliyetçilerinin Türk milliyetçiliğine verdiği kıymetin bir ölçüsü olduğuna göre, ideolojisine kıymet veren her Türk milliyetçisi bu eseri incelemelidir. Aksi takdirde içi boşaltılmış, iddiasız kalmış, ehlileştirilmiş bir Ülkücülüğün meşru hâle gelmesi işten bile değildir.

Şimdi eserin muhtevasına geçebiliriz. 9 ciltlik bu eser, milliyetçi hareketin tarihini sistematik bir biçimde ele alır. Her cilt, farklı bir sahayı derinleştirir.

İlk cilt, MP – CMP- CKMP başlığıyla sunulmuştur. İlk cildin ilk bölümü Meşrutiyet’ten çok partili hayata geçiş sürecini aydınlatmış, 1876’dan itibaren Türk siyasetini ele almaya başlamıştır. Elbette Ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin mücadele usulü yani özel adı olduğuna göre Ülkücü Hareket’in felsefî temelleri Türk milletinin yeryüzüne indiği güne değin ulaşabilir. Ancak bu özel ad yani mücadele usulü siyasallaştıkça potansiyelini gerçekleştirme imkânı bulmuştur. Dolayısıyla milliyetçiliğin siyasallaşarak halkla buluşması, binlerce yıllık bu felsefeye aksiyoner bir vasıf katmıştır. Ülkücü Hareket’in, daha sistematik, daha vazıh bir biçimde temsili de 1965’te CKMP’den MHP’ye geçtikten sonra olmuştur ancak CKMP’nin temellerini MP oluşturduğu için MP bilinmeden Ülkücü Hareket’in tarihi anlaşılamaz. MP’yi anlamak için de Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili siyasî hayata geçiş sürecini anlamak gerekir. Nitekim Türk milliyetçiliği tarihinde çok önemli yeri olan kurumlardan bazıları MP (1948)’den önce kurulmuştur. Çok partili siyasî hayata geçişe kadar olan süreç içerisinde mücadele etmiş ve hâlen mücadele etmekte olan bu kuruluşlar ancak 2. Meşrutiyet döneminin iyi bilinmesiyle tahlil edilebilir. Ayrıca 2. Meşrutiyet Dönemi, Cumhuriyet’in fikrî ve felsefî temellerinin atıldığı dönemdir. Cumhuriyet’in ilanından 1946 yılına kadar iki kez çok partili hayata geçiş denemesinde bulunulmuş ancak başarılı olunamamıştır. Bu denemelerden ilki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın diğeri de Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasıyla son bulmuştur. Dolayısıyla 1946 yılına kadar tek partili siyasî hayatın mevcudiyetini koruduğunu söyleyebiliriz. 1946 yılında CHP’nin içinde başlayan muhalefetin Dörtlü Takrir’i doğurmasıyla tek partili siyasî hayattan çok partili siyasî hayata geçilmiştir. CHP’den ayrılan 4 kişinin (Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü) DP’yi kurmasıyla birlikte muhalefet varlık kazanmıştır. DP’den önce Nuri Demirağ’ın kurduğu MKP çok partili sisteme geçişteki ilk siyasî parti olanak bilinir ancak MKP beklenen aksine Türk siyasî tarihinde iz bırakamamıştır. Dolayısıyla DP’nin kurulması çok partili hayata geçişin miladı sayılır. 1948 yılında ise MP kurulur. MP’nin fahrî başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tır. MP’nin kapatılmasından sonra CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) kurulur, TKP (Türkiye Köylü Partisi) ile birleşerek CKMP olur. Bu süreç hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler, ilk cildin sahifelerini karıştırabilir.

Ayrıca Türk milliyetçiliği tarihinde ikinci dönüm noktası olan (İlki Türkçülüğün Esasları’nın yazılmasıydı) 1944 Türkçülük – Turancılık Davası da bu ciltte teferruatlıca anlatılmıştır.

İkinci cilt, “Tabutluktan İhtilale, Sürgünden Siyasete” başlığını taşır. 1960 İhtilali ile başlar. Bu kitap, 27 Mayıs 1960 İhtilali’yle ilgili cevapsız kalmış tüm sorulara bir cevap mahiyetindedir. Teferruatlıca İhtilâl anlatılır ardından On Dörtlere değinilir. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 Darbe Girişimlerinden, Türk siyasî tarihindeki çok meşhur isimlerin Türk milletinin başına ördüğü çoraplara kadar bu dönem adeta bir ressam edasıyla resmedilir. Son olarak bu cildin içinde Başbuğ’un 1965’te CKMP’de siyasete başlaması da değerlendirilir. Başbuğ’un ve Dündar Taşer’in Ülkücü Hareket’teki yerini anlamak için bu süreci bilmek ayrıca önemlidir.

Üçüncü cilt, 1965 – 1980 arasındaki dönemi anlatır. Bu dönem doktriner ve aksiyoner hâline gelen Türk milliyetçiliğinin en önemli dönemidir. İlk iki cilt adeta bu cildin bir hazırlığı gibidir. Okuyucu 1965 – 1980 arasını okumak için ilk iki cildi okumuştur sanki. Çünkü her şeyden evvel Başbuğ 1965 yılında CKMP Genel Başkanı olunca Türk milliyetçiliği açık, sistemli, teşkilatlı bir biçimde siyasî mücadeleye başlamıştır. Daha önceki dönemlerde biraz daha pasif, silik, felsefî olarak var olan, iddiasını daha münferit ve acı dolu hadiselerle (mesela 1944 olayları) ortaya koymak zorunda kalan Türk milliyetçiliği bu dönemde apaçık bir şekilde aksiyoner olmuştur. Türk milliyetçiliğinin uygulama planı olan 9 Işık bu dönemde parti programı olarak kaleme alınmış, daha sonra güncellenmiştir. Türk’ün en önemli vasıflarından bir tanesi olan teşkilatçılığın nasıl yapılacağına karar verilmiştir. 1965 – 1980 arasındaki dönemin en belirgin özelliği Ülkücü teşkilatlardır. Yine yayın organları sayılamayacak derecede çoğalmıştır. Teşkilatlar ve yayın organları ayrıca bir cildin konusu olduğu için bu ciltte teşkilatlardan ve yayın organlarından bahsedilmemiştir. 1965- 1980 arasındaki dönemin siyasî gelişmeleri, kurulan koalisyonları, yaşanan olayları mercek altına alınmıştır. Verilen şehitler ve yapılan fedakârlıklar anlatılmıştır. Şüphesiz bu ciltte okuyucunun gözlerinden süzülen damlaların bu sayfalarla buluşmaması mümkün değildir. Zira Dündar Ağa’nın vefatı, 1978 Tandoğan Mitingi, Recep Haşatlı’nın, Gün Sazak’ın ve diğer birçok ağabeyimizin şehadeti bu sayfalarda yer almaktadır. Ülkücü Hareket’in binlerce yıldır kanla, barutla, mürekkeple birbirine geçirdiği zincirleri kopararak adeta onu cami avlusuna bırakan 1980 Darbesi’ne kadar olan süreçte neler yaşadığımız, nelerle karşılaştığımız ve nasıl mücadele verdiğimiz detaylıca anlatılmıştır. Ardından gelen ciltlerde 1965 – 1980 arasındaki dönem, başkaca açılardan izah edilecektir. Bu ciltte izah edilenler yalnızca siyasî – sosyal olaylardan ibarettir.

Dördüncü cilt, 1965 – 1980 arasındaki Ülkücü gençlik kuruluşlarını ve Ülkücü gençlik tarihini anlatmaktadır. Ülkücü gençlik kuruluşlarının tarih sahnesine çıktığı dönem 1965 – 1980 arasıdır. Evvela parti gençlik kolları olarak başlayan gençlik kuruluşları mücadelenin artmasıyla birlikte siyasetten topyekûn uzak tutulmuş ve eğitime yönlendirilmiştir. 1965 – 1980 arasındaki dönemin en önemli özelliklerinden bir tanesi teşkilatlanmadır demiştik. Bu ciltte gençlik teşkilatlanmalarının bir bölümüne yer verilmiştir. Genç Ülkücüler Teşkilatı, Ülkü Ocakları Birliği, Türk Ülkücüler Teşkilatı, Büyük Ülkü Derneği, Ülkü Ocakları Derneği bu teşkilâtlardan bazılarıdır. Her birinin yapısı ve kuruluştan kapanış sürecine kadarki gelişimi teferruatlıca ele alınmıştır. Başkanlık yapan isimlerden bahsedilmiş, verilen mücadeleler anlatılmıştır. Ülkücü gençlerin ODTÜ başta olmak üzere üniversitelerde verdiği şanlı mücadelesinden, yurt sathındaki yürüyüşlerinden bahsedilmiştir.

Beşinci cilt, “Komplolar ve Provokasyonlar” başlığı altında toplanmıştır. Ülkücü Hareket’e yapılmış tüm kirli saldırılar, kara propagandalar, çekilmiş operasyonlar bu ciltte vazıh bir biçimde gözler önüne serilmiştir. Suçlamalar ve komplolar bahsi altında en çok Komando Kampları meselesine değinilmiş, ardından da DAS, Akıncılar gibi provokatif yapılardan bahsedilmiştir. Malatya, Sivas, Kahramanmaraş olaylarında Ülkücülere nasıl iftira atıldığı, Ülkücülerin bu iftiralar neticesinde nasıl cezaevine gönderildiği bizzat itirafçı provokatörlerin de ifadeleriyle açığa çıkartılmıştır. Aydınlıkçıların manşetlerde Türk milliyetçilerini hedef gösterdiği, Türk milliyetçilerine iftira attığı ispatlanmıştır. Ülkücü teşkilatların aleyhine yapılan kampanyalar, bu kampanyaların neticeleri gün yüzüne çıkartılmıştır. Okuyucunun en çok dikkatini çeken cilt, kanaatimizce bu cilttir. Zira bizzat ajan olanların masum, samimi Türk milliyetçilerine “ajan” iftirası atması, günahsız canların da bu iftiraların bedellerini ödemesi okuyucunun yüreğini yakıp kavurmaktadır. Bizzat devrin tanıkları ve itirafçıların beyanlarıyla ortaya konulan tarihî gerçekler daha da fazla kişiye ulaşmalıdır. Ülkücü Hareket üzerinde oynanan kirli oyunları çözmek, bundan sonra oynanacak kirli oyunları da fark etmek için muhakkak, her bir cümlesi çizilerek bu kitabın okunması gerekir.

Altıncı cilt, teşkilâtların anlatıldığı cilttir. Bu cilt “Ülkücü Hareket’te Eğitim ve Teşkilat, ÜKD, KÜBİTEM, TÖMFED, CEZAEVLERİ” başlığıyla sunulmuştur. Ülkücü Hareket’in eğitim çalışmaları teferruatlıca incelenmiştir. Bu cilt de en önemli ciltlerden bir tanesidir çünkü eğitimcilerden bahsetmektedir. Eğitimcilerin Ülkücü Hareket’in tarihinde önemi büyüktür. Bu cildin içerisinde bizzat özel eğitimcilik yapmış, Başbuğ’un yetiştirdiği isimlerin röportajları vardır. Eğitimcilerin eğitimi, Ülkücü gençlerin eğitimleri gibi meseleler vuzuha kavuşturulmuştur. Bu ciltten öğrendiğimiz kadarıyla Başbuğ’un ilk gün eğitimcilerden çalışmalarını istediği konu Ahmet Yesevi ve takipçileri; Türkistan, Anadolu ve Balkanlarda veliler, gazi dervişler, alperenler ve bunların eğitim metotlarıdır. Tek başına bu bilgi bile eğitimcilerin Ülkücü Hareket içinde ne denli büyük ve önemli bir vazifeye talip olduklarını ortaya koymaktadır. Başbuğ’un döneminde örnek alınacaklar alperenlerdi… Bizim dönemimizde ise örnek alınacak Gün Beyler, Dündar Taşerler, Galip Erdemler yani ikinci alperenler var. Bu insanlar adeta yoktan var ettiler, tarihin tozlu sayfalarının ardında kalmış mücadele usullerini canlandırdılar. Bizler canlanmış bu usulleri devam ettirmek için daha neyi beklemekteyiz?

Bir özel eğitimcinin Hoca Ahmet Yesevi’yi ve takipçilerini kastederek defterine aldığı bir not çok etkileyicidir:

“Onlar… Bir dergâhta, bir bargâhta, bir zaviyede, bir ocakta bir araya gelirler; burada görerek, okuyarak, büyükleri dinleyerek yetişirler. Anlatarak, yazarak, örnek olarak birbirlerini yetiştirirlerdi.

Birbirini harekete teşvik eder, coşturur, sonra sükûnete çekerlerdi. Uçsuz, bucaksız hayâllerle birbirini kanatlandırıp havalanır, sonra çaresiz, miskin, âciz bir hâlde toprağa kapanıp Allah’a secde ederlerdi. Hemen ardından, bir an içinde bir kere daha coşup kabarmaya, kabarıp taşmaya, yürüyüşe koyulup dağı aşmaya, yıldırım çakan göklerce hazır olurlardı.

Onlar birbirine öğretir, birbirinden öğrenirlerdi. Birlikte olgunlaşırlardı.

Günlerden bir gün dağılırlar, uzak diyarlara gidip birer mekân tutarlar, birer ocak tüttürürler; o dergâhta, o bargâhta ruhlarına sinmiş ilahî tebliği kendi ocaklarında başkaca gönüllere dokurlar, ardına düştükleri çağrıyı başka insanlara duyurmak için çağırırlar…

Dağıldıktan sonra her biri ötekinden uzaktır, birbirlerini dünya gözüyle bir daha görüp görmeyecekleri belli değildir ama söyledikleri söz, çağırdıkları türkü, ağladıkları ağıt aynıdır. Gönüllerinde köpüren ateş aynı, dillerinde işlenen söz aynıdır. Aynıdır aynı olmasına da sazlarından süzülen seslere yeni bozkırların ve yeni dağların uğultusu, yeni derelerin çağıltısı, yeni zamanların esintisi karışır. Bu uğultular, çağıltılar, esintiler onların sazlarından ve dillerinden dökülen sesleri zenginleştirir.

Yeni iklimlerde, yeni insanlara bildiklerini öğretirken o insanlardan her yeni günde, yeni bilgiler öğrenirler. Anlatırken dinler, söylerken duyarlar. Kendilerini, çevredeki insanlarla aynı tekneye, kalıp yoğurmaya koyulurlar. Halka öğreteceğinden daha çok halktan öğrenecekleri olduğunu bilirler. Kendisinden ders dinleyenler arasında ders alınacak hoca ararlar.

Onlar… Sürekli arayışta, sürekli yürüyüştedir. Hep bir didinme içinde olurlar: Öğrenmek ve öğretmek.

Onların ibret aldıkları sudur, su: Bir dağın böğründen fışkıran pınarın suyu akmaya başlar; yolu bilmez, ara bulur ve yolunca akar. Başka pınarla buluşur, kaynaşır, büyür ve akmaya devam eder. Yoluna yatan bir kaya çıkınca ya dolanır veya altına alıp geçer; yol kesen böğetleri yıkar, bir yarık bulup sızar, üstünden taşar ve akar. Bir yerde göllenir; dışarıdan bakanlar onu durgun sanırlar oysa o göl hep yenilenmektedir. Bir yandan birikir, öte yandan akar. Suya dur durak yoktur, o akacaktır. Akışı sırasında bir canlı içse, bir ağaç ya da ot emse onların içinde de durmaz akar. Hayvan ölse, ağaç çürüse, ot kurusa onlarla toprağa karışır ve yeniden akmaya başlar. Buhar olur, göğe ağar; bulut kesilir, yağmur ya da kar olup yere iner ve akmaya koyulur. Donar, buz kesilir; sonra erir ve akar. Hâsılı, suyun kaderi akmaktır…

Hak yolunda hizmet aşkına düşenler su gibidir. Erenlerin, alperenlerin, gazi dervişlerin kaderi de yolunca akıp gitmektir. Onlar; sudan ibret alırlar, suya benzemek isterler ama su olmadıklarını bilirler, onlar insandır.

Aklı ve nefsi olan şu insan! Yolunu kesen engellerin, böğetlerin en büyüğü kendi içinde, kendi nefsinde olan insan…”

İşte bu not, Ülkücü Hareket’in eğitimini özetlemektedir.

Altıncı ciltteki diğer dikkat çekici bölüm KÜBİTEM’den bahsedilen bölümdür. KÜBİTEM’de yetiştirilmek istenen gençlik; şahsında kültürü, bilimi, tekniği meczeden gençliktir.

Tabi eğitimlerden bahsedilen bir ciltte taş medreselerden bahsetmemek de olmaz… Bu cildin son bölümü cezaevlerine ve cezaevlerindeki eğitim faaliyetlerine ayrılmıştır. Ayrıca cezaevlerinde şehit düşen ülkücülerden bahsedilmiştir.

Yedinci cilt, yayın organlarının ve başyazıların yer aldığı cilttir. Bu ciltte 36 yayın organından bahsedilmiş, seçme başyazılara yer verilmiştir. Her bir başyazı, asırlık ıstırapların mahsulüdür. Her Türk milliyetçisinin muhakkak bu yazıları en az bir defa okuması gerekir.

Sekizinci cildin başlığı “Türk Milliyetçiliği, Temel Kavramlara Bakış, Ülkücülük”tür. Yazımızın başında her fikir sisteminin müşterek mefhumlar üzerine inşa edildiğini söylemiştik. Dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin anlaşılabilmesi için de Türk milliyetçiliğinin temel kavramları anlaşılmalıdır. Ana akım Türk milliyetçiliğini fikrî sapmalardan, ideolojik saldırılardan koruyacak olan tarifleridir. Bu ciltte, Türk milliyetçiliği fikrinin tariflerine yer verilmiş, müşterek mefhumlar seçilmeye çalışılmıştır. Bu tarifler ve kavramlar açıklanırken ilgili yazı doğrudan verilmiştir. Bu cildin Türk milliyetçiliğinin kavramlarını açıklayan yazıların terkibi olduğunu söyleyebiliriz. Buradaki yazılar da her Türk milliyetçisinin muhakkak okuması gereken yazılardır.

Dokuzuncu ve son cilt, “Portreler” başlığını taşımaktadır. Bu ciltte Ülkücü Hareket’in âbide şahsiyetlerinden bahsedilmiştir. Âbide şahsiyetlerin bizzat yazdığı yazılar ve onlar hakkında yazılan yazılara yer verilmiştir. Ayrıca biyografilerine yer verilmiştir. Bu ciltte bahsedilen âbide şahsiyetler: Dündar Taşer, Galip Erdem, Seyyid Ahmet Arvasi ve Gün Sazak’tır.

Aynı zamanda bu cildin sonunda yekûn bir kaynakça da yer almaktadır.

Ülkücü Hareket üzerine yapılmış bu yegâne çalışmanın, şehitlerimizin ruhunu şâd edeceğine şüphemiz yoktur. İnanıyoruz ki bize ve bizden sonraki nesillere de azim, sebat, özgüven, kararlılık ve yüksek öngörü vererek mücadelemizi satha çıkarma imkânı sunacaktır.

“Ahde vefa imandandır” diyen Ali Metin Tokdemir’in ve her bir büyüğümüzün nefesi, bu eserin yazılmasında ve yayımlanmasında emeği geçenlerin üzerine olsun.

Her bir cildi altın değerinde olan Ülkücü Hareket serisinin müellifi Hakkı Öznur, Ülkücü gençlerin Hakkı Amcası olarak tarihin altın sayfalarına yazılmıştır.

Bu kıymetli eser de bizleri deniz suyu içmiş gibi susattıkça susatmıştır. Hakkı Öznur’un 12 Eylül’den sonraki Ülkücü Hareket’i anlatan dört ciltlik çalışmasını da bu susuzluğun hararetiyle pek yakın bir gelecekte bekliyoruz.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.