Büyük milletlerin ülküleri vardır. Onlar politikalarını dâima ülkülerinin gösterdiği doğrultuda yürütürler. Uzun vâdelidir, buna devlet politikası denir. Günden güne, kişiden kişiye değişmez. En önemlisi, bunu olur olmaz konuşmazlar. Stratejik davranmak budur.
Meselâ Almanya’nın ülküsü, birliğini sağlamak ve doğuya doğru genişlemektir, Drang Nach Osten. Bu “7 B” ile formüle edilmiştir: Berlin, Budapeşte, Belgrat, Bosfor,[1] Bağdat, Basra, Bombay. Nitekim Doğu-Batı bloklarını ayıran Berlin Duvarı yıkılır yıkılmaz Batı Almanya-Doğu Almanya birliğini sağlamış, Avrupa’nın en zengin ve güçlü ülkesi olarak doğuya yönelmiştir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun mîrasını Balkanlarda devralmak üzere Habsburg toprakları Slovenya ve Hırvatistan’ı Yugoslavya’dan koparmış ve yönünü Orta Doğu’ya çevirmiştir. Doğal gaz ve petrolün aktığı Orta Doğu’ya… Yolunda engel gördüğü Türkiye vardır.
Rusya’nın ülküsü ise Çar Büyük Petro’dan beri sıcak denizlere inmektir. Sovyetler Birliği çöktükten sonra Alman markları ve ABD’nin “büyük kargaşa oluşacak” diye toparlanmasına fırsat vermesi sâyesinde kısa zamanda Bağımsız Devletler Topluluğu olarak yeniden ortaya çıktı. Putin, imparatorluğu dağılmış Rusları kısa zamanda hayâta döndürdü. Rusya’yı yeniden büyük güç yaptı ve nüfuz alanını genişletti. Kırım’ı ilhak etti, Suriye’de komşumuz oldu ve târihî emellerini gerçekleştirerek Akdeniz’e donanması ile yerleşti.
Türk Ülküsü
Tabii ki büyük millet olduğu için Türk milletinin de bir ülküsü var. Türk Dünya Hâkimiyeti Ülküsü! Bu ülkü, Kaşgarlı Mahmut’un “ajun beği” dediği Alp Er Tunga’dan beri devam eder. Buna Osmanlı zamânında “Kızıl Elma” denmiştir. Kızıl Elma, önce İstanbul sonra da Roma olmuştur. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra Otranto’ya bu sebepten çıkmıştır. Türklerin Roma’da olması demek Hristiyanlığın sonu, “Türk Dünya Düzeni” Pax Ottomana’nın dünya ölçüsünde gerçekleşmesi demektir. Viyana Kuşatması, Almanların engel olarak yola çıkmasındandır.
Kızıl Elma, Allah’ın adını yükseltmek, bütün insanları adâlet içinde yaşatmak üzere Nizâm-ı Âlem’i kurmak ve dünyâya hâkim olmak ülküsüdür.
Nizâm-ı Âlem’e modern târihçiler Pax Ottomana demişlerdir. Yılmaz Öztuna’nın söylediği gibi Osmanlı Dünya Devleti’nin birkaç asır, üç kıtanın; Avrupa, Asya ve Afrika’nın büyükçe bir parçasında sağladığı düzene ve dünyânın geri kalan devletlerine siyâsetini dayatmasına Osmanlı rejimi anlamında böyle demişlerdir. Osmanlı, her sâhanın en üstünüdür ve kesin şekilde yenilmezdir. Devleti de Devlet-i Ebet Müddet yâni sonsuza kadar yaşayacak devletdir.
Gerçekten çok eski zamanlarda Türklerin atı önce evcilleştirmeleri ve demiri kullanmaları sâyesinde kurdukları dünya hâkimiyeti ve dünya düzeni ülküsü, Türkistan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli, Doğu Avrupa, Kuzey Hindistan, Arap Yarımadası, Orta ve Kuzey Afrika’yı içine alan geniş bir coğrafyada uzun süreler hüküm sürdü. En temel haklardan mahrum olan insanlar, yabancı istîlâcılar tarafından sömürülen topraklar, insanlığa ve hürriyete kavuşturuldular. Çünkü kağan ve sultanlar dünya hâkimiyetini kendilerine Allah’ın ihsan ettiğine ve bu sebeple dünya düzenini kurmaya memur bulunduklarına inanıyorlardı. İmparatorluk hâline gelindiğinde, milletin babası olan sultan; dünya âilesinin babası mevkiine yükselmiş, her kavim ve dinden insanın hâmîsi olmuştur. Bu sebepten zulüm, vahşet görülmemiş; mecbûrî kültür değişmesi olmamıştır. Alınan ülkeler, kurulan imparatorluklar; istismar etmek, sömürmek için değil dünya düzenini kurmak içindir. Bu görev kendisine Tanrı tarafından verilmiştir ve adına “kut” denmiştir. Yusuf Has Hacip’e göre kut, hâkimiyet düşüncesinin sırrıdır. Alp Er Tunga’dan beri Türk hakanları arasında babadan oğula geçerek devam etmiştir. Türkleri hâkim kılan bu sırrı şöyle açıklamıştır. Bir kutsî hadiste Allah “Benim Türk adını verdiğim ve doğuda yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman onları o kavmin üzerine hâkim kılarım.” der. Kaşgarlı Mahmut’un Buharalı ve Nişaburlu iki âlimden senetleriyle naklettiği bir hadise göre Hz. Peygamber “Türk dilini öğreniniz! Zirâ onların hâkimiyetleri uzun sürecektir.” buyurmuştur.[2]
Bilge Kağan “Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım (…) Ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.” demiştir.[3] Türkiye’nin dördüncü hükümdârı birinci Sultan Mesut da Konya’ya kadar sokulan Bizans İmparatoru’nu mağlûp ve defettikten sonra Eskişehir yakınlarında Almanya İmparatoru Konrad’ın ordusunu yok etti. Denizli ve Antalya’ya indi. Fransa Kralı Louisi’nin ordusunu da aynı âkıbete uğrattı. Türk kılıç artığı Hristiyan şövalyeler, Antalya çevresindeki dağlara sığınmışlardı. Perîşan ve açtılar. Yerli Rumlar bunları buluyor, soyuyor, öldürüyor veya ölüme terk ediyorlardı. Kendi ülkesinde geçen bu hadise, Sultan Mesut’a ağır geldi. Dağlara sığınmış bütün Avrupalı şövalyeleri toplattı. Hastanelere yatırdı. Kendilerini soyan Rumları bulup çaldıklarını aldı ve sâhipleri olan şövalyelere iâde etti. Hâdisenin şâhidi olan Fransız şövalyesi Odon de Deuil, şöyle diyor: “Haçlılar, dindaşları Rumlardan işte böyle ve düşmanları Türklerden de böyle muâmele gördüler. Merhamet hıyânetten daha zâlimdir. Zirâ Türklerden böylesine şefkat gören üç bin genç şövalyenin Türk hizmetine girdiğini teessürle öğrendik!”[4] Süryânî târihçi Mihael, daha önce bunu şöyle tespit etmişti: “Hristiyanların çoğunu alan Türkler (…) şerir ve Rafızi Rumların yaptığı gibi kimsenin dînine ve inancına karışmıyor, hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı.”[5]
Bu hâkimiyet, dünya düzeni ve hayâtiyette Türk ülküsünün payı çok büyüktür. Türk’ü dâima daha ileri, daha ötelere çeken bu ülkü sâyesinde eski dünyânın büyük bir bölümünde Türk bayrağı dalgalanmış, Türk’ün sözü dinlenmiş, Türk töresinin hükmü yürümüştür.
Ülküler zaman ve şartların üstündedir. Devletler bile yıkılıp yeniden kurulabilir, rejimler değiştirilebilir fakat ülküler yaşayıp devam ederler. “Meriç’le Ağrı Dağı arasında bir Türkiye, Adriyatik ile Pasifik arasındaki Türklük bu ülkü sâyesinde vardır.” Fakat böyle bir mânevî kudretin devlet ve millet hayâtına hâkim olması için her halde Dostoyevskilerin seslenmesi gerekiyor: “Her büyük millet, dünyânın kurtuluşunun yalnız kendinde olduğuna ve diğer milletleri bir ülkü etrafında toplamak için var olduğuna inanmalıdır.” Târih boyunca insanîliğini apaçık ortaya koymuş olan Türk ülküsüne dünyânın o kadar ihtiyâcı var ki…
1402 Ankara felâketinden Osmanlı Devleti’nin dağılmadan toparlanması ve korkunç felâket yıllarında Rumeli’deki Hristiyan tebaanın devlete isyanı akıllarına getirmeyişinin sebebi neydi? Türkler Hindistan’da dokuz asır kalırken İngilizlerin bütün kıtada bir asır kalmasının, Türkler arkada Müslüman toplumlar bırakırken İngilizlerin İngilizceyi bırakmalarının îzâhı ne? Netîcede biz savaşlarda civanmert, yendiklerimiz karşısında asil, itâatimize giren kavimler hakkında insânî idik.
[1] Batı’da bu kelime İstanbul Boğazı için kullanılır. Hâlbuki deniz yollarındaki boğazlar İngilizce “strait” kelimesi ile karşılanır. Bu farklı kullanım Yunan mitolojisinden gelmektedir. (e.n)
[2] Turan, Osman. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. 1. Cilt. Turan Neşriyat Yurdu. Ankara. 1969. Sf 179.
[3] Ergin, Muharrem. Orhun Abideleri. Boğaziçi Yayınları. 3. Baskı. İstanbul. 1975. Sf 25
[4] Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Tarihi. 10. Cilt. Ötüken Yayınevi. İstanbul. 1983. Sf 182
[5] A.E. (2)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.