Şahsiyetin Sosyolojik Zemîni, Kültür ve Millet

Bir dünya insanın içinde her insan, bir dünyâdır. İnsanoğlunun dünya serüvenine başladığı günden bugüne, hiçbir insan birbirinin aynısı değildir. Bütün duygu, düşünce, algılama, anlama ve anlamlandırma, kıymetlendirme gibi çeşitli idrak vâsıtalarıyla bir şuur ve bir kimlik sâhibi olan insan, farklı farklı tasavvurların ve bu farklılıkların âhengi içindedir. Bir âhengin içindedir, çünkü bir arada, bütün farklılıklarıyla berâber, birbirine bağlı ve bağımlı olan başka insanlarla bir topluluk meydana getirir. Hiç şüphesiz insan olmanın özelliklerinden bir tânesi, insanın sosyal bir varlık olmasıdır. Tıpkı bu özelliği gibi bütün farklılıklarına rağmen ortak özellikleri/benzerlikleri bulunan insan, bu benzerlikler zemîninde farklılıklarını yeşertir. Bu benzerlikler, biyolojik ve psikolojik zemînin benzerliği olduğu gibi bir arada yaşayan insanların birbirini etkilemesi yoluyla sosyolojik bir zemin olarak da insanlar tarafından paylaşılır. Biyolojik ve psikolojik zemin, hastalıklar, sakatlıklar gibi sapmalar hâricinde bütün insanlarda aynıdır. Çünkü bu iki zemin, doğuştan sâhip olunan donanımlarla ilgilidir. Ancak sosyolojik zemin, doğduktan sonra kazanılır; dolayısıyla her insan topluluğunda, farklılık gösterebilir. Burada bütün insanların birleştiği nokta, her insanın hayâta ve yaşamaya dair sosyolojik bir zemine ihtiyaç duymasıdır, yâni bu ihtiyacın varlığı bütün insanlar için geçerlidir. Her insan, içinde yaşadığı toplulukla uyumlu olmak gibi bir netîceyi de içeren çeşitli davranış standartlarına ve kalıplarına ihtiyaç duyar. Yemek yemekten konuşmaya, giyinmekten sosyal ilişki kurmaya, temel hayat rutinlerinden eğlenmeye kadar her davranışın belirli standartları ve kalıpları vardır ve bunlar, insanların uzun zamanlar boyunca geliştirdiği ve kendilerinden sonrakilere aktardığı davranış standartları ve kalıpları olarak görünmektedir. Bütün bu standartlar ve kalıplar aynı zamanda bir “normallik” algısı meydana getirir, toplulukta uyum normları ve müteakibinde bir hukuk oluşturur.

Dikkat edilmesi gerekir ki; bahsettiğimiz bu davranış standart ve kalıplarını bir insan icat etmez, bunları uzun zamanlar boyunca kendisinden önceki insanlar üretmiştir ve o günkü insan topluluğuna aktarmıştır. İnsan bunları, içinde yaşadığı topluluktan öğrenir. Bu standartlar ve kalıplar, her insanda ve her insan topluluğunda vardır ancak farklılaşmıştır. Meselâ her insan, konuşur ve içinde yaşadığı topluluktaki diğer insanlarla anlaşır ancak bu konuşmanın dünyâda farklı hallerde çeşitlendiği bir gerçektir.

İnsanların uzun zamanlar boyunca meydana getirdiği farklı sosyolojik zeminlerde, farklı meydana gelmiş olan ve aktarılan davranış standart ve kalıplarının; bir bütünlük ve âhenk içinde birleştiği en belirgin ve en temel şûbelerine kültür adını veriyoruz. Âile, sülâle, aşîret gibi soy bağı içeren sosyal birimlerin, zaman içinde aktardığı kültürün etrâfında bir mensûbiyet şuuruyla birbirine bağlanmış, geçmişten geleceğe bu kültürü üreten ve yaşatan, müşterek bir toplumsal şuuru târihî köklerinden günümüze kadar canlandırabilen sosyolojik birime de millet adını veriyoruz. Millet dediğimiz sosyolojik birim, mensuplarına yaşattığı kültürle berâber insanın kendisini konumlandırıp kimliğini ve şahsiyetini inşâ etmeye başladığı, anlama ve anlamlandırmasını referanslandırmaya başladığı, müteakiben kendisini ifâde etme ve kendisini gerçekleştirme serüvenine atıldığı en temel sosyolojik zemîni sağlar. Bu sosyolojik zemînin insanın şahsiyetine olan katkısını inkâr etmek, ilmin gerçekleriyle bağdaşmaz. Kültür kavramını ve millet olmak meselesini kavrayamamış kişilerin, insanlığın geçmişten geleceğe giden serüveni ile ilgili sosyal bilimler açısından doğru-isâbetli tespit ve tahminler ortaya koyabilmesini beklemek, develerin kutuplarda, kutup ayılarının da çöllerde yaşamasının abes olmayacağını söyleyen birini yadırgamamak gibidir.

Mensubu olduğu milletin kültürüyle büyümemiş; en azından milletinin kültürünü tanımayan, bilmeyen, bu kültüre yabancılaşmış; milletinin târihini bilmeyen veya o târihi kendi târihi gibi okumayan; milletinin geçmişten günümüze âdeta şuurunu canlandıran düşüncelerini, felsefelerini, değerlerini, ahlâk yaklaşımlarını, fikirlerini, ülkülerini bilmeyen, anlamayan, heyecanlarını, coşkularını, hüzünlerini, kahırlarını bir kere bile yüreğinde duymayan kişilerin sosyolojik zeminleri ayaklarının altından kaymış demektir. Onlar, insanın bir sosyolojik zemine ihtiyaç duyduğunu dahi fark etmeden şahsiyetlerini havada asılı bırakırlar. Hangi yemeği ve içeceği nasıl yiyip içeceklerini, neyi nasıl giyeceklerini, hangi müzikten nasıl keyif alacaklarını bile şaşırır ve bilmez, zihin dünyalarının nirengi noktalarını oluşturamaz, hangi düşünce ve felsefeyi nereden hareketle ve nasıl benimseyeceklerini ve nasıl tefekkür edeceklerini dahi bilemezler. Kendi milletinin bir ferdi gibi düşünemedikleri gibi başka bir milletin ferdi gibi de düşünemezler ve insanlığın birikimi olan tecrübeleri sağlıklı bir şekilde alabilecekleri ve anlayabilecekleri bir muhit de kalmaz onlar için. Kültürsüzlerin ayakları yere basmaz, rüzgârın keyfine göre savrulurlar. Belli bir medeniyet dâiresinin esaslarıyla yaşasalar dahi, rüyâ gören bir kimsenin gördüğü rüyâda, bulunduğu yere nasıl geldiğini bilmediği ve bilmediğinin dahi farkında olmadığı gibi, başı olmayan bir ortanın içinde köksüz ve şuursuzca etrafında olan biteni sâdece taklit ederler. Kendi şahsiyetlerini inşâ edebilseler dahi bu şahsiyet eksiktir, yarımdır, birbirinden kopuk ve tutarsız unsurları ihtiva eder. Belli alanlarda başarı gösterseler bile, şahsiyetlerini oturtacakları bir sosyolojik zeminden yoksun olmaları, insanlık dâiresinde kendilerini zaman ve mekân, yani târih ve cemiyet içinde konumlandırabilmelerini imkânsızlaştırır. Çünkü anlam dünyâsı ve kendisini ifâde edeceği usuller ve mecrâlar, referans noktalarından yoksundur. Tıpkı coğrafyada referans noktaları olmadan konumlamanın yapılamadığı ve yönlerin tâyin edilemediği gibi, anlam dünyalarında ve bunların ifâdesinde referans noktaları olmayan kişiler de târih ve cemiyet içinde şahsiyetini konumlayamaz ve yönünü tâyin edemez. Konumunu bilemeyen ve yönlerini bulamayan kişiler, şahsiyetlerine bir tekâmül ortamı hazırlayamadıkları gibi bir gâye ve bir ülkü de kazandıramazlar. Hayatta kalmak ve sâdece maddî olarak daha iyi yaşamaktan öte bir istikamet bulamazlar. Nitekim insanın kendi şahsiyetini inşâ ederken hazırda bulduğu ilk ortam, milletinin kültürü ve anlam dünyâsıdır. Bu, âilesinden kendisine aktarılır. İşte, şahsiyetin inşâsında temel teşkil eden ortam budur ve yine tekâmülün mecrâsı da burasıdır. İnsan, anlama ve anlamlandırma serüvenine bu muhitte başlar ve bu anlama ve anlamlandırmayla kendisini ifâde etmeye başlar. Yine kendisini en iyi bu muhitte ifâde eder ve ifâde edebildiği nispette kendisini anlar. Her şeyden önce anlama ve anlamlandırma, düşünmekle başlar. Düşüncenin en basit hammaddesi kelimelerdir ki onlar da bir milletin ve kültürün üretimidir. Bununla berâber düşüncenin, müteakiben anlama ve anlamlandırmanın tekâmül ortamı gelir. Ardından referans noktaları ve konumlandırma, onun arkasından da yön tâyini ve istikamet gelir. Şahsiyet, şuurlu bir şekilde inşâ edilir, tekâmül eder ve bir gâye edinir.

Her millet ve o milletin kültürü, mensuplarına bir sosyolojik zemin ve tekâmül mecrâsı kazandırdığı gibi kendisi de tekâmül eder. Farklı kültürlerle etkileşir. Hayâtın tekâmülüyle yeni üretimler ve terkipler yapar. Mensuplarına sunduğu ortamı sürekli geliştirir.

Nihâyet, hem fert şahsiyetinin sağlıklı bir şekilde inşâ edilip tekâmül edebilmesi için hem toplum hayâtının uyumu ve âhenginin muhâfaza edilip sağlıklı bir gelişime açılabilmesi için, şahsiyetin sosyolojik zemîni büyük bir önem arz etmektedir. Bu doğrultuda, kültür kavramı ve millet olma meselesi üzerinde her zaman büyük bir hassâsiyetle durulması zarûret teşkil eder. Kültür kavramı ve millet olma meselesini idrâk etmeyen toplumlar, medeniyet kavramını da anlayamaz ve hayâtına tatbik edemez. Tatbik ettiğini zannetse de ancak taklit eder. Toplum hayâtında taklit ve aşağılık kompleksi birbirini bir kısır döngü içinde beslemeye başlar. Fertler ve toplum, bu aşağılık kompleksinin şaşkınlığıyla sosyolojik zemîninin depremlerle parçalandığının farkına dahi varamadan çürümenin dibine doğru sürüklenir. Sosyolojik zemînin parçalanmasıyla gelen çürümenin devâmında, toplum hayâtının da parçalanmış bir görüntü arz etmesi söz konusu olur. Toplumda bir değerler kargaşası ve kaosu içinde birbirini anlamayan, birbiriyle kaynaşamayan fertlerin ve sosyal çevrelerin hayatları, sosyolojik kutuplaşmalara ve kamplaşmalara varacak bir toplum hayâtı meydana getirebilir; bu da bir sosyal felâket demektir. Böylelikle, fert ve toplum hayâtı, beyin ölümü gerçekleşmiş bir insanın yaşaması nasıl bir yaşamaksa, öyle bir yaşamanın mahkûmu olur. Nihâyet bir millet, sömürülmeye ve müteakibinde yok olmaya hazır hâle gelir.

Sosyal ve Siyâsî Hayatta Millet ve Milliyetçilik

Aslında bir nevi ve her şeyden önce, sâhip olduğumuz sosyolojik zemîni ve tekâmül mecrâsını milletimize borçluyuzdur. Hem bu borcun gereği olarak hem de şahsiyetimizin ve kimliğimizin bağlandığı milletimizin ve milliyetimizin bıraktığı izlerin duygusal izdüşümü olarak milletimize sevgi besleriz. Hem bu sevgiden kaynaklı tamâmen içimizden gelen bir dürtü olarak psikolojik bir referans ile hem de tekâmül ortamımızın muhâfaza edilip geliştirilmesi arzusundan hareketle sosyolojik bir referans ile milletimizin kültürü ve değerleriyle birlikte muhâfaza edilmesini ve gelişmesini isteriz. Nihâyet, milletini tanıyan, bilen, onun sağladığı tekâmül ortamında büyümüş herkesin içinde milliyetçilik hissiyat olarak vardır. Geriye kalan bütün mesele, fertlerin mensup olduğu milletin ve içinde yaşadığı kültürün farkında olmasıdır ki bunun için başka milletlerle karşılaşmak îcap eder. Nasıl ki balık, suyun ne olduğunun farkına sudan çıkınca varırsa, fertler için de millet ve millî kültür öyledir. Bu doğrultuda, farklı milletlerle temasta olan milletlerin sosyal dayanışma, birlik ve berâberlik şuuru gibi özellikleri gelişir. Diğer milletlerle de rekâbet veya çatışma söz konusu olur. Bu yüzden târih, bir milletler mücâdelesi sahnesi hâline gelmiştir ve iddia edilenlerin tam aksine; modern zamanlardan küreselleşmeye ve günümüze kadarki süreçte de milliyetçilikler yükselmiştir.

Millet kavramı târihin başından beridir vardır. Millet kavramı yapay bir şekilde var edilmiş, icat edilmiş bir kavram değildir. Millet olma süreci, sosyolojik bir süreç olarak gerçekleşir. Târihin her devrinde milletler var olduğu gibi her millette milleti için fedâkârlık yapan, îcap ettiğinde hayatını fedâ eden şahsiyetlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Bengü taşlarda “milletim için gece uyumadım, gündüz oturmadım” diyerek milletine seslenen Bilge Kağan gibi, bizim târihimizde de milleti için fedâkârlık yapan şahsiyetler saymakla bitmeyecektir. Hem hissiyâtta hem icrâatta milliyetçi şahsiyetler târihte hep var olmuştur.

Dünyâda son birkaç yüzyılda gerçekleşen sosyal ve siyâsî gelişmeler, milliyetçiliklerin fikir sahasında da sistemleşmesine sebebiyet vermiştir. Çünkü artık hürriyet, demokrasi gibi kavramlar gelişmiş ve bu kavramların millet, millî devlet ve milliyetçilik gibi kavramlarla sıkı sıkıya bağlı olduğu keşfedilmiştir. Siyâsî mekanizmada demokrasi ve seçim gibi uygulamalar, hâkimiyetin meşru kaynağının milletten başka alternatifi olmayacağını göstermiş, milletler kendisini yeniden târif ederek, toplum sözleşmesini millet menfaatleri odağında bir uzlaşı zemîninde kurabilmiştir. Bu yüzden küreselleşmenin netîcesi olacağı iddia edilen ulusların düşeceği, milletlerin yok olacağı tezleri günümüzde gerçekleşme emâresi dahi göstermemektedir.

Türkiye’de Milliyetçilik

Türk milletinin de yakın geçmişinde imparatorluğu dağılmış, farklı fikirlerin denenmesinden sonra kaçınılmaz gidişat tecelli ederek Türk milliyetçiliği temelinde bir millî devlet kurulmuştur. Bir Türk milliyetçisi olan Mustafa Kemal Atatürk, yeni millî devleti cumhuriyet rejiminde tesis etmiş ve “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek siyâsî sistemin odağına millet kavramını yerleştirmiştir. Türk milliyetçiliğini fikir sahasında sistemleştiren Ziya Gökalp’in fikirleri yeni millî devletin inşâsında ilk başlarda bire bir uygulamaya koyulmuştur. Kültür ve medeniyet kavramlarını isâbetli bir şekilde tarif ederek “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde ortaya koyduğu formül ile Tanzîmat’tan beridir etrafında dolaşılan ve tam olarak idrak edilememesi sûretiyle Türk siyâsî ve sosyal hayâtında ağır buhranlara yol açan kavramların doğru bir şekilde anlaşılabilmesini ve doğru bir şekilde uygulanabilmesini sağlayacak reçeteleri yazmıştır. Özellikle Batılılaşma meselesi gibi, bugün dahi sancısını çektiğimiz birçok mesele, Türk milliyetçiliği müktesebâtında aydınlatılmıştır.

Gaspıralı’dan Yusuf Akçura’ya, Sadri Maksudi’ye, Zeki Velidi Togan’a, Gökalp’e; Gökalp’ten Mümtaz Turhan’a, Erol Güngör’e, Galip Erdem’e, Necmettin Hacıeminoğlu’na, Mehmet Eröz’e, Ahmed Arvasi’ye, Nevzat Kösoğlu’na, Turan Yazgan’a, Orhan Türkdoğan’a, İskender Öksüz’e kadar (daha birçok isim yazabilmek mümkündür) birçok Türk milliyetçisi aydın ve fikir adamı Türk milliyetçiliği müktesebatıyla yetişmiş ve bu müktesebatı tekâmül ettirmiştir. Türkiye’deki başka hiçbir ideolojik çevrede, burada saydığımız isimler nispetinde güçlü bir tâne bile aydın ve fikir adamı sayamazsınız.

Türk milliyetçiliği fikri bu topraklarda yeni bir devlet kurmuştur. Ne var ki, müteakibindeki süreç, başladığı gibi devam etmemiştir. Türk milliyetçiliği doğrultusunda siyâsî ve bürokratik kadrolar yetişememiştir. Yeni devletin kadroları, Tanzîmat devrinden kalma bir takım pranga fikir ve temayülleri, ayaklarından ve zihinlerinden atamamıştır. Atatürk’ün Türk milliyetçiliği, Kemalizm adında jakoben bir fikirle değiştirilmiştir. Osmanlı son dönemlerinin Batıcı aydın tipi yeniden peydâ olmuş, ‘Ahmet Cevdet’ profili yerine, ‘Abdullah Cevdet’ profili tercih edilir olmuştur. Gökalp’in reçeteleri târumar edilmiş, Türk milliyetçiliği, yerini Atatürk milliyetçiliği adıyla kamufle edilmiş sığ bir halkçılığa bırakmıştır. Ancak ne halk bu zihniyeti anlayıp benimsemiş ne de bu zihniyet halkı anlayıp benimsemiştir. Tanzîmat’tan beridir ağır sarsıntılar geçiren Türkiye’deki sosyolojik zemin, Gökalp’in reçeteleriyle yeniden ihya edilme fırsatı bulamamıştır. Günümüze kadar bu sarsıntılar devam etmiştir ve etmektedir.

Nihâyet 1944’teki meşhur dâvâ ile resmen “devlet ile Türk milliyetçiliği arasındaki mukavele bozulmuştur.” Bir daha da siyâsette, bürokraside, sermayede, basın-medyada Türk milliyetçiliği ve Türk milliyetçileri, hâkimiyet kuramamış, Atatürk devri, son örneği teşkil etmiştir. Bir daha bırakın fikrî mânâda Türk milliyetçiliğini; millet menfaatini, ferdî menfaatlerin önüne koyan kişi ve kadrolara bile tahammül edilememiş, en hafif tepkiyle bu temayüller anlaşılamamış ve yadırganmıştır.

Türk milletinin sosyolojik zemînini ihyâ edip yeniden bir medeniyet hamlesine girişmesini isteyen, Türk’ün târihî bir şahsiyet gibi arz ettiği, tüm dünya için adil bir düzen vaat eden mefkûreci varlığını istikametine yeniden oturtmak ve ona yeniden hız vermek isteyen milliyetçiler, milletini tanımayan ve ondan uzaklaşmış aşağılık kompleksli bu kadroların gözünde gereksiz aksiyonların, mânâsız heyecanların, ütopik atılımların hayalperestleridir. Onlar için diplomatik denge politikalarıyla devletin varlığının idâmesi yeterlidir ve bu siyâsetin ilelebet devleti var edip etmeyeceği sorusunun cevâbı üzerinde bir zihin faâliyetine girişmezler. Çünkü milletin ve devletin istikbâldeki ahvâli onların mesûliyetinde değildir. Bu topraklarda uzun/stratejik vâdede denge siyâsetiyle devletin varlığının idâmesi fikrinin, son dönem Osmanlı devlet adamlarını da aldattığını anlamaktan uzaktırlar. Sâdece maksat, uzun/stratejik vâdede milletin ve devletin taşınması gereken noktaya ulaşması doğrultusunda icrâ edilecek atılımların ve hazırlıkların gerçekleştirilmesiyse, bu sürede milletin ve devletin tehlikelerden korunması için, kısa vâdede denge siyâseti uygulamak anlaşılır bir durumdur. Ancak uzun/ stratejik vadede böyle bir siyâseti güdecek anlayışın ve donanımın mevcut bulunmamış olduğu ortadadır. Hal böyleyken; milliyetçilerin, koltuk sahiplerini korkutması anlaşılmayacak bir durum da değildir.

Hülâsa, sosyolojik zemîni ayaklarının altından kaymaya başlamış kadrolar, milletinin bir ferdi gibi, Türk gibi düşünmekten uzaklaşır. Milletine yabancılaşan kişi ve çevreler, Türk’ün kadim târihinden günümüze inşâ ettiği anlam-değer dünyâsını, tasavvurlarını, mefkûrelerini anlamaz. Onlar için geriye kalan, o günü kurtarmak ve sâdece maddî varlığı devam ettirebilmektir. Çünkü başka ne yapılması gerektiğini bilecek ve anlayacak anlayıştan uzaktırlar. Geçtiğimiz birkaç yüzyıl, bu anlayışsız anlayışın netîcelerini acı bir şekilde bize tecrübe ettirmiştir. Özellikle dünyâda millî devlet kavramının tüm gerçekliğiyle hâkimiyetini sürdürdüğü çağımızda ve gelecekte, millî ve milliyetçi kadrolar yetişmediği müddetçe; Türk milletinin ve Türk devletinin ebediyete kadar yaşatılacağı ve dünya üzerinde Türk milletinin mefkûrelerinin tatbikatının icrâ edileceği nizâmın kurulamayacağını tecrübe etmiş olmaktayız. Bütün mesele millî ve milliyetçi kadroların var olup olmamasında düğümlenmektedir. Bu olmazsa, yeni millî devletle başlayıp yarıda kalan hiçbir şey tamamlanmayacaktır. Millî ve milliyetçi kadrolar yetişmelidir, yetişmek zorundadır.

Yeni devletle birlikte bahsettiğimiz bütün bu gelişmelerin yaşandığı süreç içerisinde, Türk milliyetçiliği müktesebâtıyla kendisini yetiştiren Alparslan Türkeş; Türk milliyetçiliğini yeniden siyâsî ve sosyal hayata hâkim kılmak, parçalanmakta olan sosyolojik zemini yeniden ihyâ ederek medeniyet hamlesini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmek, Türk milletini ve Türk devletini târihî köklerinden yöneldiği istikametine yeniden çevirerek ona yeniden hız vermek için Türk milliyetçiliğini, aksiyoner bir harekete dökmüştür. Millî ve milliyetçi kadroların yetişmesinden, Türk milliyetçiliğinin doktrininin uygulanacağı safhaya kadar adım adım yürüyecek milliyetçi hareketi meydana getirmiştir. Birçok siyâsî ve sosyal kurum meydana getirerek, bir aydın kadro çevresinde tekâmülüne devam eden Türk milliyetçiliği fikrini Türk gençlerine aktarmak, Türk gençlerini Türk milliyetçiliği istikametinde eğitmekve ihtiyaç duyulan millî ve milliyetçi kadroları yetiştirmek için teşkilatlanmıştır. 1965’te başlattığı hareket, 1978’de Tandoğan’da kırk beş milyon nüfuslu Türkiye’de bir milyona yakın genci toplayabilmiştir. Üstelik Marksist örgütlerin memleketi yangın yerine çevirdiği o târihlerde, Başbuğ Alparslan Türkeş ve dâvâ arkadaşlarının meydana getirdiği Ülkücü Hareket, Rus Dışişlerinin ifâde ettiği şekliyle ‘Güneydeki direniş’ hâline gelmiş ve hiç şüphesiz Türkiye’deki ideolojik harbin kızgın cephelerinde bir Sovyet ihtilâlini, çok ciddi kayıplar vererek de olsa engellemiştir. Milletine yabancılaşmış kadrolar, bu mücâdelenin de mâhiyetini anlamamıştır. Nihâyet ‘mukavelenin bozulduğu’ 1944’te yargılanan Başbuğ Alparslan Türkeş, 1980’de gerçekleşen Amerikan destekli bir darbe netîcesinde yeniden yargılanmış ve yeniden hapsedilmiştir. Başbuğ Alparslan Türkeş’in cezaevinden çıkıp, vefat ettiği 1997’ye kadar dikkatler üzerinden çekilmemiş, kolladığı fırsatları bulmaya ve değerlendirmeye ömrü vefâ etmemiştir. Geldiği ve göçtüğü bu dünyâda Başbuğ Alparslan Türkeş, Türk milletinin yetiştirdiği büyük şahsiyetler arasında yerini almış ve ardında büyük bir ufuk, mukaddes bir mîras ve tamamlanmayı bekleyen kutsal görevler bırakmıştır.

Ülkücü Hareket, Türkiye’de güçlü bir siyâsî ve sosyal hareket olmuştur. Ancak ifâde etmek zorundayız ki Ülkücü Hareketin ve Türk milliyetçiliğinin kurumları; son yıllarda içler acısı bir haldedir. Ne yazık ki bağlamından kopmuş, eğitimi unutmuştur. Sloganlara hapsolmuştur. Türkiye’de en güçlü olduğu akademi, sosyoloji, fikir, edebiyat, sivil toplum ve aydın çevrelerinde dahi zayıflamıştır. Gündelik siyâsete sıkışıp kalmış, kültür-medeniyet dâvâsını dahi güdemez olmuştur. Yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin ismini bile hatırlamakta zorlanan bir hâfıza kaybına uğramıştır. Hâlen daha üniversitelerde ideolojik mücâdeleye kısmen dâhil olabilmekte ve bölücü çete örgütlerinin üniversitelerdeki faâliyetlerine bâzı üniversitelerde dur diyebilmekte olsa da başka hiçbir alanda varlığı kalmamıştır. Televizyonlarda bile alenen Türk milletinin egemenlik hakları tartışmaya açılırken dahi karşısına dikilecek ve millî fikrin nâmusunu savunabilecek adamı kalmamıştır veya az da olsa var olan millî aydını bir araya getirerek bir millî irâde ortaya koyacak kâbiliyetten yoksun kalmıştır. Toplum hayâtının, devletin ve milletin kısa veya uzun vâdede etkilendiği hiçbir alanda varlık gösteremez haldedir. Toplum hayâtında parçalanmakta olan sosyolojik zemîni yeniden ihyâ etmeyi gerçekleştirecek potansiyelden uzaklaşmış olduğu yetmezmiş gibi, kendisini inşâ ettiği ideolojik ve felsefî zemîni bile anlayamaz hâle gelmiştir. Temsil ettiği Türk milliyetçiliği fikri üzerinde tezgâhlanan ideolojik sapmaları ve parçalanmaları dahi göremez olmuştur. Memleketin her alanda ihtiyâcı olan millî ve milliyetçi kadroları yetiştirmeye tâlip olan hareket, kendi aydınlarını, fikir adamlarını ve sanatçılarını dahi yetiştiremez olmuştur. Nihâyetinde Başbuğ Alparslan Türkeş’in ardında bıraktığı büyük ufkun, mukaddes mîrasın ve tamamlanmayı bekleyen kutsal görevlerin sorumluluğunu taşıması gereken Ülkücü-milliyetçi kurumlar, bu sorumlulukları taşıyabilecek vasıflarını maalesef ki kaybetmiştir ve artık yok olmaya doğru sürüklenmektedir. Artık kurtarılacak nokta çoktan geçilmiştir.

Kavakaltından Yeni Ufuklara…

2010’lu yılların başında bir grup genç, bütün bu olanları ıstırap çekerek tespit ediyordu. Ülkü Ocaklarında büyümüş, teşkîlâtlarda görev yapmış, hatta çocukluklarını ve gençliklerini teşkîlâtlara ve teşkîlâtlarda aldıkları görevlere adayan bir grup genç, bir kavak ağacının altında bütün ıstıraplarını bir masanın üzerine döküyor ve sancı çekiyordu. Onlara eşlik eden bir yaşlı kurt ile birlikte tespitler yapıldıkça ıstırap çekiliyor, ıstırap çekildikçe iz tâkip ediliyor, tâkip edilen izler yeni ufuklar açıyordu. Toprağın altına gömülen birçok kitap çıkarılıp okundu. Onların birer tohum olduğunu, okunmayı ve zihinlerde yeşermeyi beklediğini okumadan nerden bilebilirdik ki?

İskender Öksüz Hoca’nın söylediği gibi, Türkiye “niçin” sorusunu sormayı unutmuştu. Aynı kaderden ve kederden nasîbini alan bu sefer, Ülkücü Hareket olmuştu. Hatta durumun vehâmeti öyle bir noktaya gelmişti ki; Gaspıralı’dan Gökalp’e, Gökalp’ten Alparslan Türkeş’e kadar birçok büyük şahsiyet, aydın, fikir adamı, aksiyon adamı ve çeşitli teşkilat ve kurumlarla tekâmül ederek intikal eden Türk milliyetçiliği dâvâsının nesiller arasındaki silsile zinciri kopma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Öncelikle bu silsile zincirinin kopmaması, çelikten bir halka, kuvvetli bir bağ ile kurtarılması gerekmekteydi. Şükür ki fikrin ve dâvânın müktesebatını toprağın altından çıkarabildik ve bu silsilenin sonunda hâlâ hayatta olanlara dokunabildik.

Nihâyetinde yine bütün mesele “niçin”i sormaktı. Bu soruyu sormakla alınan cevapların hepsi bir temelde birleşiyordu: Eğitim.

“Türk milliyetçiliğinin müktesebâtı, toprağın altından çıkarılıp yeni nesle aktarılmalıdır.” Aktarılmalıdır ve kopma tehlikesiyle karşı karşıya kalan silsile zincirinin halkaları tamamlanmalı, müteakiben fikir ve dâvâ, tekâmüle devam etmeli ve yeni ufuklara taşınmalıdır

Bu hikâyenin başında ve devâmında çekilen sancının târifi mümkün değildir. Tattırdığı ıstırap söz ile anlatılmaz. Ancak sancının ne olduğunu îlan edebiliriz. Bu sancı; Türk milliyetçiliği müktesebâtının ve millî mefkûrelerimizin açtığı yeni ufuklarda, Türk milletinin istikbâlinde doğacak olan güneşin doğum sancısıdır. Türk milletinin ve Türk milliyetçiliğinin, yetişmiş Türk milliyetçilerine ihtiyâcı vardır. Bütün meselenin düğümlendiği nokta burasıdır. Türk milliyetçileri yetişecektir. Yetişmektedir. Bozkurtlar yeniden dirilecektir. Dirilmektedir. Umudumuz vardır, çünkü Allah vardır ve Allah büyüktür. Elinizdeki bu “Yeni Ufuk” dergisi, Türk milletinin istikbâlinde doğacak olan güneşin habercisidir. Türk milliyetçiliği fikir ve dâvâ silsilesinin kopmak üzere olan zincirini bugünün nesline bağlayan çelikten halkadır. Türk milliyetçiliğinin ve Türk milletinin istikbâli uğruna çektiğimiz sancılarla bilenen düşlerin ve umutların bir bayrak gibi dalgalanışının ifâdesidir.

Kutlu olsun!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.