İnsanlık târihi, büyük bir mücâdeleler târihidir. İnsanların tabiatla ve birbirleriyle yaptığı mücâdeleler, târihin akışını sağlamıştır. Zaman, bu mücâdele olsa da olmasa da akmaktadır fakat târih insanla başlayıp onunla son bulacaktır. Bu mücâdeleler silsilesi, insanlık yok oluncaya kadar da devam edecektir. Bunlar birer temenni değil gerçeklerin vurgusudur.
Mücâdele dedik. Mücâdele; savaş ve barış, ilerleme ve yıkım, var oluş ve yok oluş getirir. Bütün bunlar olurken de sanki kör ve sağır bir felçli hasta gibi akıp giden zaman, bize ne kadar küçük bir parça olduğumuzu hatırlattı. Bizler ölümlüyüz. Bu mücâdele nasıl hiç bitmeyecek, birbirinden zıt bu kadar olay, insanlık var oldukça yaşanacaksa da bizler, en fazla bir asır yaşayıp göçüp gideceğiz.
Sonra ölümsüz olmanın yollarını aramaya başladık. Kimi zaman büyülere başvurduk, kimi zaman şifâlı otlara… Dünyanın öteki ucunda ölümsüz diyarlar aradık ama içimizde hep biliyorduk ki nâfile bir mücâdeleden başka hiçbir şey yapmadık. Çok geçmeden ölümsüz olmanın bir yolunu bulduk. Yine toprağın altına girecektik fakat yaşamımızın izlerini toprağın üstünde bırakabilirsek yaşamaya devam edecektik. Anlattık… Tecrübelerimizi, üzüntülerimizi, sevinçlerimizi, îcatlarımızı, keşiflerimizi… Çocuklarımıza anlattık her şeyimizi. Böylece ne yaşadıysak hatırlanacak, yanlışlarımız tekrarlanmayacak, güzelliklerimiz yaşayacaktı.
Başarısızlık, başarı kadar mutlaktır. Yanlışlar ve doğrular birbirine girdi, kimisi unutuldu, kimisi değiştirildi, bâzıları hatırlanmaya devam etti ama ölmeye devam ettik. Çocuklarımız bizi unuttu, onlarınkiler de onları. Fark ettik ki unutmak da ölüm kadar mutlak. Peki unutulmak? O da mutlak mı yoksa felek tersine dönebilir mi? Bu şekilde mi ortaya çıktı bilinmez ama bâzılarımız bütün bunları insan beyni yerine bir taşa kazımaya başladı. Geleceğe bâzen resimlerle, bâzen garip şekillerle bir şeyler aktarılmaya başlandı. Söz uçup gidiyordu ama bu yapılan kalıcı olabiliyordu. Ölsek de orada idi. Hatta bâzılarımız bunu daha da geliştirip garip şekilleri anlamlı bir bütün hâline getirip alfabe oluşturdu.
Bu kez başardık gâliba. Ama yine insanoğlu işte… Yine yaptık yapacağımızı ve ne çizilenler gördük ne yazılanları okuduk. Bâzı yazılanlar savaşlarda, bâzıları kütüphânelerde yitip gitti. Bâzen bozkırın ortasındaki koca âbideyi, bâzen “Oku!” emri ile geleni unuttuk.
Gâliba şu kısacık insanlık târihi, unutkanlıklarımızla doludur. Mücâdelemiz devam etti de mücâdele edenleri hep unuttuk. Mücâdele edenlerin tecrübelerini unuttuk. Acılarımızı unuttuk, sevinçlerimizi, ölümlerimizi, doğumlarımızı…
Hayır! Hepimiz unutmadık. Aramızda bâzıları hatırladı. Hem kendinden öncekini yaşattı hem de kendinden sonrasını inşâ etti. İşte, Türk târihi. Taşa kazınanları unuttu ama bir hatırlatma ile yeniden hatırladı. Yazdıkça hatırlayacak, okundukça hatırlanacağız. Belki isimlerimiz unutulacak ama fikirlerimiz ölümsüzlüğün sırrına ermiş olacak.
Fikirlerimiz? Sâhi onlar nereden çıktı? Bunu kestirmek oldukça zor. Dedik ya, unutuyoruz! Belli ki bu da mücâdelenin bir yolu. Kılıçla veya barutla bugün değişiyor, evet ama fikirlerimiz dünü buluyor ve yarını var ediyor. Bâzen fikirlerimiz savaşlar çıkarıyor bâzen onları bitiriyor. İşte insanlar bu ölümsüzlük yolunu fikirler ile buldu. Fikirler silahlardan çok daha güçlü hâle geldi. Unutkan olmayanlar, hâfızası olanlar önce okudu sonra yazdı ki başkaları da okuyup yazsın. İnsanoğlu bu ölümsüzlük serencâmından fikirleri ile kurtuldu. Artık ölse de yaşayacak.
Bu fikirleri yazmanın bugün de geçerli olan en iyi yolu kitaplar, dergiler ve gazetelerdir. Bunlar sâyesinde sâdece yeni nesillere değil, sizinle aynı çağda yaşayanlara ulaşabilir ve fikirlerinizi, derdinizi anlatabilirsiniz. Dünya artık fikirlerin bu denli hızlı yayıldığı bir çağdadır. O yüzden bu çağda savaşlar bile fikirler ile yapılıyor; dergiler, kitaplar ve gazeteler ile silahlara mühimmat dolduruluyor.
Türk milliyetçiliği de bu mücâdeleler târihinin bizim açımızdan en güçlü silahıdır. Bilge Kağan bu fikri taşlara kazıdı. Yusuf Has Hacip, Türk’ün nasıl devlet yönettiğini yazdı. Yüzyıllar boyunca çok şeyler yazılıp çizildi. Türk milliyetçileri, 19. asırda, fikir savaşının en önemli silahı olan yayın sahasına girdi ve birçok güçlü dergi ve gazeteler çıkardı. Bunlardan en önemlisi, fikirleri bugün dahi yaşayan ve gücünü koruyan İsmail Gaspıralı’nın Tercüman’ıdır. Onunla Türk milliyetçilerinin fikirleri tüm Türk Dünyâsına yayıldı. 20. yüzyılın başında Türk Yurdu, Genç Kalemler, İslâm Mecmuası gibi bizim açımızdan en önemli dergiler yayın hayatına başladı. Fikirlerimizin ölümsüzlüğü onlarla pekişti.
Ardından sayısız dergi ve gazeteler çıktı. Atsız Mecmua, Orkun, Devlet, Bozkurt… Her biri, Türk milliyetçiliğini nesilden nesile aktardı. Her nesilde Türk milliyetçiliği serencâmı, yeni muhataplar buldu; her dergi yeni heyecanlar, yeni serüvenler doğurdu.
İşte elinizde tuttuğunuz dergi, bu serencâmın bir ürünüdür. “Fikirlerimiz; yok olmasın, var olsun” diyenlerin serencâmıdır. Bu dergi, Türk milliyetçiliği yeniden o unutulmayacak günlere dönsün diye var. Bugün yüzüncü kere okuduğumuz bu dergi, ölümlü olmayı bilip ölümsüz olmaya çalışanların, fikirlerini ölümsüz yapmaya çalışanların dergisidir.
Biz bu dergiyi her hazırlayışımızda bunu hissederiz. Fikirlerimizin canlılığını ve bizden önce bu fikir için mücâdele edenlerimizin yanımızda dolaştığını hissederiz. Her ay yeni bir heyecan ve aşkla hazırladığımız dergimizi kimi zaman Galip ağabey kontrol eder, kimi zaman Ziya Gökalp. Öyle hissederiz. Onların yanımızda olmasıyla fikirlerimiz yaşar ve bizler milliyetçilikten sapmayız. Bizler buna târih şuuru deriz. Bu şuur 2014 yılında yayın hayâtına başlayan bir dergiyi Töre’yle, Tercüman’la yaşıt yapar. Onlar kadar büyük olmasa da onların izinden gidiyor olmanın verdiği güven bütün bu heyecânı ve aşkı canlı tutuyor.
Yalnızca yazarlar ve yayın ekibi mi? Hayır. Yeni Ufuk okuyucusu da bu aşk ve heyecandadır. Yeni Ufuk okuyucuları her ay yeni bir sayıyı eline aldığında aynı aşk ve heyecânı kalbinde hisseder. Fikirlerin ölümsüzlüğü işte buradadır. İşte bu Yeni Ufuk âilesidir. Mücâdelesini yazarıyla, yayın ekibiyle ve okuruyla veren bir âile…
Her iddia ispatını gerektirir. Yeni Ufuk dergisi, bu iddiasını ispatlayabilecek mi? Bu ölümlü dünyâda ölümsüz olmanın yolunu bulabildi mi? Pekâlâ yolu bulduğu için bugün yüzüncü kez okuyoruz. Peki, bunu başardı mı? Bunu bize bizi umursamadan akan zaman gösterecek. Çünkü zaman, bir su gibidir. Yanındakini umursamadan akar gider ama bakmasını bilene içinden bir yansıma gösterir.
Yeni Ufuk dergisi, bir yansımadan fazlası olacaktır. Bu dergi Türk gençliğine, gelecek nesillerimize sâdece hâfıza tâzelediği sayfalar değil hâfızalara kazındığı sayfalar sunacak. Çünkü Yeni Ufuk, dâima yeni ufuklara doğru yelken açmak isteyenlerin bir gemisi olacak. Bu geminin direği öyle yüksek ki hem ufku görebilir hem de geçmişi izleyebiliriz.
İşte bunlar aslında bizim ülkülerimizdir. Yeni Ufuk dergisi ülküsü olanların gemisidir. Yeni ufuklara doğru yelken açmak ülkülerimiz ile olacak. Geçmişe bakıp geleceğe yelken açanlar, rotası olanlar, fikirleri olanlar ve nihâyet ülküleri olanlar Ülkücülerdir. Bu geminin mürettebâtı da Ülkücüler olacaktır.
Yeniden yeni ufuklara doğru gidenlere…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.