Kıymetli Yeni Ufuk dergisi okuyucuları,

Daha önceki sayılarımızda sizlerle birçok farklı konuda ve tarzda ele aldığımız yazılarla bir arada olmuştuk. Uzun bir aradan sonra tekrardan bir aradayız. Ama bu sefer öncekilere nazaran daha farklı bir konuyla birlikte…

İnsanın çocukluk yıllarında unutamadığı anlar vardır. Ben biraz kendi çocukluğumdan bahsedeceğim. Çocukluğum dediysem, liseli yıllarım. Benim birçok unutamayacağım anım Denizli’de; bâzılarımızın “dergâh”, bâzılarımızın “mektep”, bâzılarımızın “kitabevi”, bâzılarımızın da “dergi” dediği İncilipınar’daki Yeni Ufuk dergisinde geçmiştir. Önünde harâretli sohbetleri dinlerken çocuk aklımı kaybettiğim, eve alınmayacağımı bile bile ağızlardan çıkacak son kelâmları pür dikkat dinlediğim ve içinde büyüdüğüm o meşhur Yeni Ufuk dergisi… İlk gittiğim gün çayına meftun olduğum, aynı tencereden gönülden bağlandığım kişilerle salçalı makarnasını yediğim dergi… Yeni sayısı çıktığı zaman herkesin heyecanlı bir şekilde birbirine ulaştırdığı ve yine heyecanlı bir şekilde karton kutunun içinden aynı sayıdan onlarca alınıp çantalara sıkıştırılması bir gelenek hâline gelmiş olan dergi…

Derginin yeni sayısı geldiği vakit dağıtımcılar hemen kargo poşetlerini getirip poşetlere, her il için talep edilen sayıya göre özenle dergi yerleştirip bir köşeye yığarak gururla bu vazîfelerini yerine getirirlerdi. Daha sonra geleneğin en zevkli yanı gelirdi. Hemen oradakilerle bir araya gelinir içerisinden bir yazı seçilip okunurdu. Tabiî bu sâdece o güne özel değildi. Aralıklarla, gün gün, dergi ele geçer geçmez toplu okumalarla beyin fırtınaları yapılırdı. Tabiî aynı zamanda yazılarla ilgili olumlu – olumsuz eleştiriler sâhiplerine bizzat iletilirdi. Aslında dergimizin en büyük avantajı, yazarlarının da okurlarının da birbirleriyle gönülden bağlı olan, farklı illerde yaşayan, farklı okullarda okuyan Türk milliyetçileri olmalarıydı. Ee tabiî Yeni Ufuk dergisinin en büyük fonksiyonlarından birisi, yetişmekte olan Türk milliyetçileri için bir okul olmasıydı. Kendi yazarını yetiştiren, kendi tasarımcısını, dağıtımcısını yetiştiren bir okul… Dergimiz hiçbir zaman profesyonellik iddiasında olmadı. Çünkü sürekli alttan yeni ekipler yetiştiriyordu. Ama bu okulda yazı yazmaya, tasarım yapmaya başlayan arkadaşlar; kendi çalıştıkları alanlar üzerinde uzmanlaştılar, profesyonelleştiler. Bundan mütevellit saman kâğıdı üzerine yazılan yazılar birçok sefer gündeme oturmuş ve birçok sefer de kanayan yaralarımıza merhem olan yazılar yazılıp kayda geçirilmişti ve bu yazılanların ücretsiz bir şekilde gençliğe ulaştırılması da aslında temel gâyeyi ortaya koyuyordu.

Ücretsiz bir dergiydi ama üzerine yüklenen anlam çok derindi. Yeni Ufuk dergisini çocuğu gibi görüp, masada üzerine çay döküldüğü zaman evlat acısı gibi sancı çeken (ki birçok kere yaşanırdı), yere düştüğü zaman üstüne sürterek dergiyi temizleyen enteresan insanların içerisinde büyümüştüm. Tabiî yıllar geçtikçe anlıyor insan ona yüklenen mânâyı ama çok da gecikmiyorsun anlamakta. Zâten sen kapıdan içeriye girip eline dergiyi aldığın vakit o dergi artık senin çıkardığın bir dergi oluyor. Sâhiplenmen çok da zor olmuyor. Liseli çağlarında olan bir genç için dergi çıkarıyor olabilmek muhteşem bir şeydi. Hele hele liseli bir gence dergi çıkarttırabiliyor olmak daha muhteşem bir şeydi.

Şimdi şimdi aklım başıma geliyor ve düşünüyorum. Aslında liseli yıllarında dinamizmin doruğunda olan bir gencin heyecânını kullanarak birçok şey yaptırılabilirdi ona. Meselâ eline sopa, silah verip bir olaya karıştırabilirsiniz. Kuru, boş sloganlar attırıp başka bir kitlenin üzerine salabilirsiniz. Çünkü o gencin gözünde siz büyük birisinizdir. Belki örnek aldığı idolü, belki geçmiş tecrübelerinizden dolayı saygı gösterdiği biri, belki de statünüzden dolayı yanınızda el pençe dîvan durulan reisisinizdir. Bu tür özellikleriniz varsa dediğim gibi liseli bir gence birkaç da hamâset dolu konuşma yaparak istediğinizi yaptırabilirsiniz. Ama asıl mesele neymiş biliyor musunuz? O heyecânı ile dinamizmin doruğunda olan genci karşınıza oturtup bâzı doğru bildiği şeylerin yanlış olduğunu anlatabilmekmiş. Hislerine kuru hamâsî sözlerle değil de içi dolu, aynı dilden ifâdelerle; aklına da tahakküm ile değil, ilim ile hükmedebilmekmiş. Eline sopa, beline silah değil; eline kalem, beline tahta kılıç kuşatabilmekmiş mesele.

Heyecanlı bir gencin eline kitap verip nasıl okutabilirsiniz ki? Eline kalem verip nasıl birkaç kelâm yazı yazdırabilirsiniz ki? Aslında çok basit ama bir o kadar da sancılı bir süreçle. Bu denenmiş ve tecrübe edilmiş bir süreç aslında. Önce “Oku! Oku! Kitap okumak deniz suyu içmeye benzer. İçerken yanarsın ama içtikçe içesin gelir.” derler. Evet, sen o deniz suyunun yaktığına bir noktadan sonra aldırmazsın. Yanmışsın zâten. Susamışsan eğer bilgiye, ilme açsan; yansan da yersin, yansan da içersin. İşte burada da o unutulmayan çocukluk dönemindeki yanış anıları devreye girer. Yanış anıları deyince benim aklıma; ihtiyar bir adamın iki dudağına dikilmiş gözler, konuşurken yüreğini şaha kaldıran yiğit bir adamın yüreğine râbıta kurmuş yürek, bir iş için bir araya gelmiş ve bir bedenin organları misâli uyumlu hareket eden onlarca inanmışa ayak olmaya çalışan bir can geliyor.

Sabahlara kadar süren kesintisiz sohbetler, aralıksız demlenen çaylar ve gece on ikiden sonra yenilen tostlar… İşte bu anılar unutulmuyor. Çünkü tüm bu anlar senin karakterini, şahsiyetini bakış açını meydana getiren ve zihnine kazınan anlar oluyor da birçoğumuz bunun geç farkına varıyoruz. Bu anılardan yola çıkarak senden önce, senin gibi mücâdele etmiş insanların hayatlarını okurken kendini orada buluyorsun. Dergide benim elime Emine Işınsu’nun “Sancı” isimli romanını verdikleri zaman orada “Devlet” mecmuasında Ülkücülerin Galip Abisine, Dündar Ağasına çay taşıyan, ilk defa tanıştığı Osman abisinden çay demlemeyi öğrenen küçük Ali’de kendimi bulmuştum. Yüce Tanrı’nın ne güzel tecellisidir ki; süregelen silsilenin zincir halkalarını bugün tekrar birleştiren Yeni Ufuk dergisinde, bu çağın Dündar Ağaları, Galip Abileri, Emine Ablaları, yazı ve insan yetiştirmeye devam ediyor. Romanda da geçtiği gibi Töre dergisinin, Devlet gazetesinin henüz üniversiteli emekçisi olan Osman’ı, Mehmet’i; Yeni Ufuk dergisi ve Millî Devlet gazetesini çıkartmak için koşuşturuyor ve bugün yüzüncü sayısını çıkaran Yeni Ufuk dergisi, ilk eğitimi çay demlemek olan küçük Ali gibi, son görevi vatanı için gözünü kırpmadan her türlü işkencelere göğüs gererek can vermek olan Ertuğrul Dursun Önkuzularını yetiştiriyor. Kökleri derinde, kuruyan dallarına aldırmadan yeşermeye, meyve vermeye, gövdesinin ve yapraklarının gölgesini kimseden esirgemeden insan yetiştirmeye devam ediyor. Asırlık ana akım Türk milliyetçiliğinin temsilciliğinde o büyük çınarın bugünkü kurumayan dalı olan Yeni Ufuk dergisinin bir yaprağı olabilmek dileğimle…

Yeniden Yeni Ufuklara Doğru nice yüzüncü sayılara…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.