100 ay, 100 ayrı emek… Her sayısında daha iyiye giden; emeklerken yürüyen, yürürken koşmaya başlayan bir evlâda bakarmış gibi baktığımız göz bebeğimiz, geleceğe olan duamız, dergimiz…

Bugün size kendi penceremden Yeni Ufuk dergisini târif etmeye çalışacağım. Evli çiftlerin en çok başına gelen şeylerden birisi şudur: Evlenir ve uzun yıllar sonra geriye dönüp bakarsınız, hâtıralarınızı sizde tesir bırakan olayları anımsamaya çalıştığınızda sanki evlatlarınız dünyâya gelmeden önceki hayâtınız sizin için hiç yaşanmamış gibidir. Bir evlat sâhibi olmak ve sonrası öylesine derin bir iz bırakır ki hayata, ondan öncesi yok gibidir.

Yeni Ufuk dergisi de benim hayâtıma böyle derin bir iz bıraktı ve inşallah son nefesimize kadar da bırakmaya devam edecek. İlk sayımızı çıkardığımız Şubat 2014’e kadar lise yıllarım dâhil memleketim olan Salihli, İstanbul ve Denizli de Ülkü Ocakları, Milliyetçi Hareket Partisi ve Türk Ocakları dâhil birçok kurumda milletime hizmet etmek için birçok görev îfâ etmeye çalıştım. Fakat bu görevlerin hiçbirisinde Yeni Ufuk dergisi, onun var ettiği zeminden gelişen Mefkûre Mektebi ve Milli Devlet gazetesinde hissetmiş olduğum “Evet, şu anda doğru işi yapıyoruz. Bu anda ve bu coğrafyada Türk milletine hizmet edebilmek için yapabileceğim daha doğru ve daha verimli bir iş olamaz.” hissini alamadım.

Bunun birçok nedeni var ve biz bu nedenleri hem dergimizdeki yazılarda hem eğitimlerimizde hem de yapmış olduğumuz sohbetlerde sık sık dile getiriyoruz.

Hazreti Peygamber’e bir gün sormuşlar: “İbâdetlerin en faydalısı hangisidir?” diye. O da “Az da olsa devamlı yapılanıdır” demiş. Sanırım en genel mânâda Yeni Ufuk dergisinin bizde bıraktığı derin izlerin nedeni biraz da bu. Derginin tam yüz sayıdır milleti meydana getiren değerleri güçlü kılmak için coğrafyamızın gençlerine akan bir pınar olabilmesinde.

Berkan Sözer kardeşim bir gün gelip “Ağabey, arkadaşlarla kalıcı bir eser ortaya koymak istiyoruz.” dediği günlerde bu mâcera başladı, bugünlere gelindi. O kadar dolu dolu geçen bir yüz ay oldu ki; o yüz aydan önce yaşamış olduğum bilinçli geçen 300 ayı hâfızamdan silip attı.

Derginin kuruluş sürecinde başımızdan geçen türlü olaylar vardı. Her ekilen tohum gibi bu tohumu da yeşertmek ciddi emekler ve sancılarla meydana geldi. Bu konuları birçok sohbette dile getiriyor olsak da ben bugün ilk ağızdan, bizlerden, bunların bir kısmını duymanızı ve bilmenizi istiyorum. Bunları aynı zamanda târihe bir not düşmek adına yazmayı borç biliyorum.

2014 yılında Denizli Türk Ocağı Başkanı oldum. Diğer yönetimler gibi biz de hemen bir konferansçı/konferans eşleştirmesi yaparak olağan faâliyetlere girişmeyi düşünüyorduk. O aralar Türk Ocağı’nda daha önce olmayan bir şeyler olmaya başladı. Daha önce Ülkü Ocakları’nda tanıyıp bildiğimiz, eylemlerdeki aktivitesi ve okuduğu şiirler ile tanınan Berkan Sözer kardeşimiz benim başkanlığımdan bir ay önce Gençlik Kolları Başkanı olmuştu. Berkan kardeşim teşkîlâtçı kişiliği ile kısa süre içerisinde Türk Ocağı Denizli şubesini, ekibiyle birlikte, tâbirimi mazur görün, haftada bir konferans için açılıp kapanan Muharip Gaziler Derneği hüviyetinden sıyırıp haftanın her günü yaşanan, içinde her dâim gençlerin bulunduğu bir Türk kültür evi hâline getirdi. İşte böyle bir sohbet ortamında artık sâdece konferans dinlemek yerine gençlerin okuduklarını diğer arkadaşlarına yazarak aktarabilecekleri bir ürün ortaya koymak istediklerini iletmişti. Türk Ocakları’nın kendi yayın organı olan Türk Yurdu dergisinin çok akademik oluşu nedeniyle ve kurum içerisinde başka bir yayın organı imkânı olmadığı için “alet işler el övünür” misâli kendimizi imtiyaz sâhibi, Berkan Sözer kardeşimizi de sorumlu yazı işleri müdürü olarak tâyin etmek sûreti ile gerekli izinleri aldık ve dergimiz faâliyete başladı. İlk sayımızı asgarî baskı miktarı olan 1000 adet bastık. O günlerde bırakın tüm Türkiye’ye dağıtımı, Denizli içinde dağıtımı dahi nasıl yapacağımızı bilmiyorduk. Kahvehanelere, berberlere bırakıyor ve kendi çevremizdeki arkadaşlara dağıtıyorduk. Ama daha birkaç ay geçmeden dergi, kurak toprağa düşen yağmurun toprak tarafından emilmesi gibi hızla tükenmeye ve emilen topraktan fışkıran filizler gibi memleketin her tarafından Türk milliyetçisi gençlerin okuyucu ve yazar olarak fışkırmasına sebep oldu.

Sonraları gençlerle yapmış olduğumuz faâliyeti daha verimli ve kalıcı hâle getirmek için Türk Ocağı’nın kendi kurum hâfızasında olmayan fakat Türk milliyetçiliği târihini bilenlerin anımsayacağı Türk milliyetçiliği eğitim programını başlattık. İlk seneki program 24 seminerden oluşuyordu ve eğitimleri ağırlıklı olarak Türk Ocağı üyeleri olan üniversite hocaları yerine Bayram Kiriş ağabey ile muhtelif arkadaşlarımız veriyorlardı. Bu arada yeni dönemle birlikte bir önceki sene vermiş olduğumuz eğitim programını da uzun çalışmalar netîcesinde yenileyerek bugünkü Mefkûre Mektebi’nin ilk yılı olan iki yıllık eğitim programımızı başlattık. Program o güne kadar hiç görülmemiş bir etki yarattı. Eğitime katılan ilk dönem arkadaşlarımızın bir kısmı, yıllardır sohbet ediyor olduğumuz kardeşlerimiz olduğu gibi o güne kadar hiç tanımadığımız memleketin dört bir tarafından Denizli’ye üniversite okumaya gelmiş gençlerden oluşuyordu. Bir yılın sonunda arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerde onlarda meydana gelen millî heyecan, tekâmül isteği ve millet sevgisi bize ne kadar doğru bir işe besmele çektiğimizi göstermişti.

Tabiî ki şâirin “Nerede bir gül açılsa hemen hâr olur peydâ” dediği gibi bizim gençlerin tekâmülünden duyduğumuz mutluluğun üzerine ikinci kademe eğitimlerine başladığımız günlerde Türk Ocakları’ndaki görev süremizin dolmasına az bir süre kalmıştı. O günlerde Türk Ocağı’nın son iki yılına damgasını vurmuş olan Gençlik Kolları adına Berkan Sözer, Bayram Kiriş ağabey ve Uğur Baş Hocamızdan bir istişâre toplantısı talebi geldi. Bu talebin il yönetim kurulu üyeleri değil de onlardan gelmesinin haklı sebebi, gençlik kolları üyeleri olan gençler, Bayram ağabey ve Uğur Hocamızın, tâbiri câizse son iki yıldır ocak yönetim kurulunun çok büyük bir kısmı ocağa uğramaz iken âdeta gölge yönetim kurulu olarak ocağın tüm yükünü sırtlanmış olmalarıydı. Toplantının neden istenildiği belliydi ve toplantıdan çıkacak olan muhtemel sonuç da… Toplantının belli olan nedeni şuydu; 12 Eylül 1980 sonrası Ülkücü Hareket içerisinde ilk defa yıllar sonra sistemli bir eğitim programı başlatılmış, ilk kademe eğitimler bitmiş ve ikinci kademe eğitimler başlamıştır. Programın mîmar kadrosu bu faâliyetin Türk Ocaklarında yapılan her türlü faâliyetten çok daha önemli olduğuna îman etmişlerdi. Toplantının belli olan sonucu ise bu programın akâmete uğramaması için dereyi geçerken at değiştirmeyip aynı yönetimle devam etmemiz gerektiğini ve bu nedenle de kimsenin yeni dönem başkanlık için aday olmaması gerektiğini bizlere ifâde etmekti. Lakin dâvâ ile şahsî ihtiraslar arasında tercih doğru yapılmayınca bir seçim sürecine girildi. Seçim süreci bizler için çok acı ve bir o kadar da öğretici oldu. Yerel siyasette hizipçiliğin, ekipçiliğin dâvâdan ve yıllara sair dostluklardan çok daha önde geldiğini bizlere öğretti. Sonuçta seçimleri kaybettik. Seçim süreci boyunca bizim vurgu yaptığımız eğitim programına karşılık, yeni yönetimin yıllardır yapılageldiği gibi seri konferanslar şeklinde devam eden sistemsiz bir eğitim programı uygulayacağını beyan etmesi Yeni Ufuk dergisi ve Mefkûre Mektebi açısından yeni bir başlangıcın işaret fişeği oldu. Hayâtım boyunca unutamayacağım ve hâlâ her hatırlayışımda tüylerimi diken diken yapan bir hâdise vuku buldu. Seçimi kaybetmemiz sonrası mutat üzere haziruna kısa bir teşekkür konuşması yaptım ve eşim Seher Hanımla birlikte ocak kapısından dışarıya çıktım. Biz dışarı çıkarken Türk Ocağı bir anda âdeta boşaldı. Berkan Sözer kardeşim Türk Ocağına geldiği gün getirip emânet olarak duvara asmış olduğu Başbuğ Alparslan Türkeş’e âit bir fotoğrafı “Başbuğum! Burada senin emânetine sâhip çıkma imkânımız artık kalmadı” diyerek almış ve bizim arkamızdan tüm gençlerle birlikte Türk Ocağının merdivenlerinden inmeye başlamıştı. Herkesin suratları kararmış bir halde Uğur Baş Hocamızın ocak yakınlarındaki dershanesine doğru ilerler iken arkalardan gür bir ses duyuldu. Bu bir marştı… “YUFKA YÜREKLİLERLE ÇETİN YOLLAR AŞILMAZ!” Marş bir anda sokağı bir gök gürültüsü misali sardı “Yeni Ufuklara” doğru bir sedâ yükseldi. Marş eşliğinde girdik Uğur Hocamın dershanesinin bodrum katındaki toplantı salonuna. Yürekler kor, diller keskin, niyetler hayırdı. Art arda söz alıyordu arkadaşlar… Biraz kırgın ama ondan çok daha fazla kendilerinden emin ve cesâretle konuşuyorlardı. O gün ardı ardına kararlar alındı. Yakılan bu çoban ateşi, tüm milletin gönlüne Türklük sevgisi ateşini düşürmeden sönemezdi. Sönmedi de…

Aynı hafta içerisinde dergimizin hâlâ faâliyetini sürdürmekte olduğu, kendi aramızda konuşurken bazen dergâh, bazen karargâh dediğimiz mekânımız tutuldu. Tüm arkadaşlar el birliği ile temizlediler, boyadılar… Uğur Hocam boynunun tutulması pahasına tüm elektrik tesisatını elleriyle yeniledi, ampullerini taktı ve çok geçmeden dergimizin açılış günü gelip çattı.

İlk defa Denizli târihinde bir dergi çıkaran, yine ilk defa 12 Eylül sonrası sistematik bir eğitim olarak Mefkûre Mektebi programını başlatan ekip, bir ilke daha imza atıyordu. Ön tarafında iki bin lirası hibe, on bin lirası borçla kurulan, patronu ve çalışanı olmayan Yeni Ufuk Kitabevi, arka tarafında sımsıcak bir eğitim salonu ve yan tarafta küçük bir odada Yeni Ufuk dergisi yayın odası… Tam mânâsıyla bağımsız, sivil, çivi gibi gençlerden oluşan bir milliyetçi kuruluş…

Hayâtı boyunca kendini milliyetçi hareketin kurumsal mîrasından beslemiş mevcut kurumlar dışında bir kuruma temas etmekten çekinen bir kitle içerisinde, böylesine bir sivil kurumun açılış gününe katılmak… İşte o gün bize yeni dersler almakta nasip oldu. Berkan Sözer kardeşim o günü konuştuğumuzda bâzen şöyle ifâde eder “Türk Ocağı içerisinde iken kendimizi çok kalabalık görürdük. Bir sürü ağabeyimiz, ablamız, amcamız vardı etrâfımızda bizlere ‘âferin gençler’ diyen. O gün anladık aslında ne kadar yalnız olduğumuzu. Ve aslında gerçekten kurumlara bir dâvâsı olduğu için gelen ne kadar az insan olduğunu.” Hamdolsun o gün de çok azdık ama diriydik, îmanlıydık. Hâlâ da sayısal olarak baktığımızda çok kalabalık sayılmayız. Ama daha kalifiyeyiz, daha diriyiz, daha îmanlıyız. Yine hamdolsun ki yüz sayıyı geride bıraktığımızda aslında sâdece yüz sayıyı geride bırakmadığımızı, dergimizin içinde yüz sayıdır yazılanları okuyan, dâvâsına îman etmiş arkadaşlarımızın dergide yazılanları kendilerine kılavuz yaptıklarını görüyoruz. Bu da bize bu yüz sayıda geldiğimiz noktaya bakarak “Ya Rabbi! İki yüzüncü sayımıza kalem oynattığımızda millî devleti de tesis etmiş olmayı bize nasip et!” duasını yapma cesâreti veriyor.

Açılış günü dâvetli olan misâfirlerimizden birisi kendini dâvet eden arkadaşımıza şöyle bir mesaj atmıştı: Nereden finanse edildiğini bilmediğim ve kime hizmet ettiğinden emin olmadığım bir kurum açılışında fotoğraf karesine girmem. Geçtiğimiz yüz sayıda ücretsiz dağıttığımız dergimizin bu milletin yiğit evlatları tarafından finanse edildiğini ve bu milletin gelecek nesillerine millet olma bilinci aşılamak için sâdece ve sâdece Türk milletine, Allah Teâlâ’nın emrettiği sâlih amel yapınız emrine uyabilmek için hizmet ettiğini tüm Türkiye’de ilgili herkesin bildiği bir kurumda siz değerli kardeşlerimle vatan hizmeti vermek benim için bu hayattaki en büyük şereftir! Allah birliğimizi bozmasın.

  1. sayıda görüşmek üzere…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.