Pencereye merakla doğrulan ihtiyar kapıdaki araba sesine doğru ilerlemeye başladı. Sanki bu defa gelmişlerdi, telefonda torununun bahsettiğine benzeyen bir araba ve içindeki rengârenk kalabalık, bu sefer geldiklerinin delili gibiydi. Aracın kapıları açıldı ve o kalabalık birkaç saniye içinde yolda koşuşturan çocukların sevinç çığlıklarıyla karışarak bütün sokağa yayıldı. Uzağı göremeyen ihtiyar gelenlerin torunları ve çocukları olduğunu tahmin etmenin bahtiyarlığıyla evin kapısını açtı, seslendi: “Kızım! Oğlum!” Hayır, cevap veren yoktu, daha doğrusu onun bulunduğu kapıya yönelen kimse yoktu. İçerden gözlüklerini kaparcasına aldı, gözlerine taktı, gelenler çocukları ve torunları değildi, çaprazında oturan müteahhit Sami Bey’in yakınlarıydı. Ama nasıl olur? Telefonda konuşmuşlardı, işlerini düzene sokar sokmaz geleceğini söylemişti oğlu, hatta torunlarıyla boğazda gezeceklerdi, onlarda dedelerine okulda yaptığı projeleri gösterecekler, dedelerinin anılarını dinleyecekti. Tekrar içeri girdi ihtiyar adam, bugün değilse yarın, öbür gün ama mutlaka geleceklerdi. Zâten torunlarına aldığı kıyafetleri iki aydır hediye paketi yapılmış bir şekilde saklıyordu dolabında.
İki senedir geleni gideni yoktu ama o mutluydu, eşsiz ve emsalsiz bir mutluluktu onunki. Senelerce uğruna mücâdele ettiği vatanında yaşıyordu niye üzülsün ki. Paltosunu aldı hava almak için dışarı çıktı. Güneşli bir hava vardı İstanbul’da ama paltosuz gezilecek kadar sıcak değildi. Semt kahvesine uğrar biraz gazetelere bakar belki tavla oynar sonra birkaç genç bulursa onları etrafında toplar memleket meselelerini konuşurdu. Kahveden içeri girdi, selam verdi ve kısmen güneş alan üzerinde ıstaka ve okey taşlarının karışık şekilde durduğu masaya oturdu. Pek kimse yoktu kahvehânede zaten onun yaşıtları da ya ebediyete intikal etmişler ya da huzurevinde kalmaktaydılar. Ancak bir gariplik vardı, sürekli geldiği bu kahvede çay servisini farklı bir çocuk yapıyordu, sordu:
– Oğlum, Selim usta yok mu?
Çaycı çocuk:
– Amcacığım Selim usta üç gün önce memlekete gitti. Orada rahatsızlanmış, kalp krizi diyorlar, vefat etmiş. Oğlu da gemiye çıkacakmış, kahveyi bize devretti ama abimde kahveyi kapatıp toptancı açacak. Neyse amcacığım ne içersin?’
Böyle veda etmemeliydi Selim, o dağ gibi adam, yıkılmamalıydı, berâber onca sene ne zorlukların içinden çıkmışlardı. Sırt sırta çarpışmışlardı, bu vatana verilen bunca emeğin netîcesi bu olmamalıydı. Düşündü sonra ihtiyar adam “mukadderat” dedi içinden, yapılacak bir şey yoktu, ölüm hayâtın en acı gerçeklerinden biriydi. Cenâzesi memleketinde toprağa verildi Selim’in. Telefon açıp tâziyede bulundu ihtiyar adam, zâten yapacak da fazla bir şeyi yoktu, çocukları yurt dışında kendisi de gâzi maaşıyla geçinen biriydi, kimsesi yoktu yanında ama artık onbaşı Selim de yoktu!
***
Harşit Nehri usulca ve âdeta kan renginde Karadeniz’le buluşuyordu. Biz de düşmanı gözetliyor onlara bu toprakları mezar etmek için tüm öfke ve arzumuzla bekliyorduk. Bu kasabaya geliş sebebimiz düşmana vur-kaç yaparak son darbeyi vurmaktı. Bizim kasaba işgal edilmişti ancak yüksek köylerde halk büyük ve onurlu mücâdelesini hâlâ veriyor hatta düşman artık sâdece kazanın merkezindeki garnizonuna sıkışmış bir halde bekliyor da denilebilirdi. Bütün bu havâdisleri buraya gelmeden önce kazamızdaki Ermeni kalay ustası Sebahattin ustanın vilayet merkezinde ajansta çalışan oğlu ona haftalık gazeteleri yollayarak bildiriyor o da bizim çete reisimiz Bilal Ağa’ya bildiriyordu. Sebahattin usta tam bir vatan severdi yedi kuşak Ermeni olmasına rağmen asla vatanına ihânet etmemişti ve zâten o kadar bu kültüre uyum sağlamışlardı ki babası ona bu Müslüman ismini vermişti. Tehcirde gitmemiş daha doğrusu kaza halkı tarafından çok sevildiği için gönderilmesine mâni olunmuştu.
Uzaktan gelen topçu atışlarını artık duyuyorduk. Ruslar öncü birliklerini bizim bulunduğumuzu tahmin ettikleri tepelere yollamadan önce topçu atışı yaparak bizi püskürtmek istemişlerdi. Ama Deli Bilal bizi hâkim tepelere değil nehrin doğu tarafında denize paralel ve düzlüklerdeki çalıların arasına sırayla dizmişti. Gerçekten bu yaptığı ‘deli’ olan lakabına yakışır bir hareket olarak çete içinde ben de dâhil onu tenkit etmemize yol açmıştı. Böylesine ağır toplar barındıran ve menzili bizim piyade tüfeklerine fark atacak derecede uzun olan tüfeklere sâhip düşman bir avuç çeteciye burayı mezar ederdi. Bilal ağa kararlıydı düşmanı tepede değil aşağıda nehrin yanındaki düzlükte karşılayacaktı. İşte, topçu atışları tepeleri dövüyordu Ruslar bizi tepelerde zannediyordu, biz ise çalıların arkasından hücuma geçmiştik, düşman neye uğradığını şaşırmıştı, geriye kaçanı mı dersiniz, şaşırıp nehre atlayan mı, Reis haklı çıkmıştı, düşman geri çekilmişti. Rusya’da gerçekleşmesi an meselesi olan bir ihtilali Bilal Reis, Sebahattin Usta’nın oğlunun vilayetten getirdiği gazetelerden haber almış ve bize bu yüzden bu şekilde saldırmamızı emretmişti, zaten Rus askerleri içinde Çarlık yanlısı ve Bolşevik yanlısı olmak kaydıyla bir gruplaşma husûle geldiği çoktan beri var olan bir hâdiseydi. Bütün bunları göz önüne aldığımızda zaten savaşmaya pek niyeti olmayan fikren bölünmüş Rus ordusu bizim mukavemetimizi görünce direnmeden geri çekildi.
Kazaya dönmüştüm. Kaymakam bey beni tebrik etti, ben şaşırmıştım herkes düşmanla vuruşmuştu niye sâdece beni hususen tebrik etti anlayamamıştım.
– Sadık, harp ettin muvaffak oldun, ama anacığında harp etti düşmanla.
– Anladım beyim, anacığım nerde?
– Şehit oldu oğlum, evinize girmeye çalışan Rus askerinin kafasına bal kabağını indirdiği gibi askeri öldürmüş ama iki kişilermiş. Diğeri anacığını silahla şehit etmiş kardeşini de şehit etmişler ama sen çok şerefli bir âileye mensupsun artık hem de gazisin oğlum.
Evet yalnızdım, yapayalnız. Sadık çavuş oldum ama anacığımı kaybettim, kardeşimi kaybettim. Babam 93 Harbinden sağ dönmüştü, o gün, bana “bak ben döndüm oğulcuğum ama bana bir şey olursa anacığın, kardeşin sana emanet, çalış, didin onları aç koma” diye bana nasihat ederdi. Ama geriye ne anam ne de kardeşim kalmıştı. Babam harpte ölmedi ama veremden ölmüştü. Son günü çok iyi hatırlarım, hastanedeydik bizi içeriye almıyorlardı, yalnız babamın boğulur gibi nefes alışlarını dışardan duyuyordum, bir ara içeriye bir bakış attım babamı bir koltuğa oturtmuşlar, beni gördü:
– Gel sadık efendi oğlum, gel. Dediklerimi unutma oğulcağızım. Annene, kardeşine bak, onları sâhipsiz koma.
Ben gözlerimdeki yaşları belli etmemeye çalışarak kafamı sallıyordum ve bir yandan da babamın ellerini öpüyordum. Sonra beni dışarı çıkardılar, birkaç gün kazada kaldık ve… Evet, annemin ağıt sesleri zaten ufak olan tek kat hastanenin koridorlarında çınlayınca ben ve kardeşim dışarıda oynamayı bıraktık ve koşarak içeri girdik, anacığıma sarıldık, ağladık ama olan olmuştu, harplerin yıkamadığı babamı bu ince hastalık yıkmıştı, yok etmişti.
***
14 yaşında bir gâzi… Babası yok, anası yok, kimsesi yok. Bu hadiselerden sonra beni vilayete, çocuk yurduna göndermeye çalıştılar, gitmedim, ölürüm de gitmem dedim. Tabiî beni dinlerler mi? Kolumdan tuttular, çekiştire çekiştire vilayete gidecek olan arabaya bindirmeye çalıştılar. Uzaktan kahvenin kapısında oturan gür sesli irikıyım bir adam:
– Benim askerimi nereye götürüyorsunuz?
– Bu senin askerin mi?
– Ya ne zannettin, bırakın onu o bir gazi aynı zamanda, Harşıt’ta benim milisimdi. Bana sormadan benim adamımı almaya kalkmayın bir daha. O hepinizden yiğittir! Ruslara karşı savaştı yanımda. Hadi gel oğlum, sizde işinize bakın.
Bu lafları eden Deli Bilal’di. Beni kurtarmıştı çocuk yurduna gönderilmekten, zaten onu dinlememe gibi bir şansları da yoktu, itiraz etseler çeker vururdu Bilal Reis, öyle deli bir adamdı.
Sonra ben oradan gönüllü olarak millî mücâdeleye katıldım. Selimle karşılaştık orada ben çavuştum, o onbaşı. Benim gibiydi o da kimsesi yok, kardeş olduk onunla. Malatya’dan gelmişti. Bir de İsmail vardı, Manisalıydı, zeki bir çocuktu. Yemeklerimizi paylaştık, sigaralarımızı paylaştık Selimle. İsmail biraz uzak duruyordu sanki bize. O memleketine yakındı, hem anası babası sağdı belki de o yüzden biraz uzaktı bize. Selim ve ben neredeyse aynı kaderi paylaşıyorduk, onun da anası, babası, kardeşi, kimsesi yoktu.
Yunan askeri, Anadolu içlerine hızla ilerliyordu bu günlerde. Düşman Demirci dağlarını aşmış âdeta serbest kalan bir sürü gibi Sakarya ya doğru ilerliyorlardı. İsmail her gün ağlıyor ana ve babası sağ mı haber alamıyordu. İşte savaş böyle iğrenç bir hâdiseydi biz onu teselli ediyoruz ama aynı şeyler bizim başımıza geldiği hâlde kalbimizde en ufak bir sızlama dahi olmuyordu, çünkü o acıları yaşamıştık, âdeta hazmetmiştik savaşın bize gösterdiklerini, artık ağlamıyorduk Selim ve ben, kalplerimizdeki merhamet duygusu düşmana karşı intikam duygusuna bırakmıştı yerini.
Siperdeydik yine, Selim sağ yanımda kumandanın emrini bekliyorduk. Ve “Ateş!” dedi kumandan. Her ayağa kalkanı indiriyorduk, içimizdeki vatanı müdafaa duygusu had safhadaydı. Artık elimizdeki piyade tüfekleri ısınmış derimizi yakmış ama o hengâmede ne Selim ne de ben bu acıyı duymamıştık. Herkes birbirine bakıyor, aynı anda ateş eden onca adam ateşi aynı anda kesmiş ve alışık olunmadık bir sessizliğin içinde herkes birbirine bakıyordu. Isınmış metal kokusu, barut kokusu, en kötüsü de kan kokusuydu. Kimse hiçbir şeyin farkında değildi henüz, yaralananlar ateş etmenin ve vücutlarının hızlı hareket etmesinden dolayı ısınmasından henüz farkında değillerdi ama birazdan bu siperin içi aldıkları yaraları fark edenlerin çığlıklarıyla mahşer yerine dönecekti.
Hemen Selim’e baktım yaralı değildi ama elleri barut yanığı doluydu. Bana sarıldı su istedi, ona kendi mataramdan su verdim. Sonra döndük. İsmail bize bakıyordu, donuk, gözleri gri.
Evet, İsmail şehit olmuştu. Üzerini paltomla örttüm. Muharebe bitmişti kumandan toplanmamızı ve şehitleri kağnılara koymamızı emretti. Bu kadar basitti hayat bir kurşun, bir şarapnel. İsmail’i sırtladım, yüz küsur kilo adam bana çok hafif gelmişti. Bekledim, kağnı arabasına üst üste konuluyordu şehitler, araba bir taneydi, imkân yoktu. Ben bekledim İsmail’i alta koymadım son saygımı göstermek istedim ona ve onu arabaya yüklerken gözlerimden gayri ihtiyari bir yaş süzüldü. Ben ve Selim harbin tüm çirkin yüzünü yaşamıştık ama o anacığına kavuşacaktı, ona nasip olmadı. Bu hâdiseye bu yüzden ağladım. Bu temiz çocuğun annesini göremeden şehit olmasına ağladım en çok, yazık. Allah rahmet etsin.
***
Sadık Çavuş artık 80 küsur yaşındaydı ve vatanın kurtulmasından başka aklında tahayyül ettiği hiçbir hayal bu zamana kadar gerçekleşmemişti. Torunlarını görmek onlara anılarını anlatmak, belki onlarla oynamak artık tek hayâliydi. Ama sabah aldığı haber onu gerçekten derinden etkilemişti, yanına gidip teselli bulduğu koca Selim ölmüştü, harplerin yıkamadığı, eskitemediği o adam yorgun kalbine yenik düşmüştü.
Ağır aksak merdivenleri indi Sadık çavuş, rüzgârın önünde yalpalayan selvi ağaçları gibi gövdesi bir ileri, bir geri düşüyordu âdeta inerken. Bu yüksek ve sevimsiz beton yığınını sevmiyordu ama eli mahkûmdu bir nevi buraya. İlerlemiş yaşına rağmen baston kullanmıyordu Sadık Çavuş. Yolun kenarından gitmeye îtina göstererek, yorulduğunda duvara yaslanıp biraz soluklanıyordu. Sokağın sonuna yaklaştığında top oynayan çocuk kalabalığının içinden geçerek sâhile inen yokuşa doğru yürümeye başladı. Yağışlı havada eski köseli ayakkabısının çıkardığı ses boş sokakta yağmur şırıltısıyla senkronize olarak bir tını gibi kulakları okşuyordu. Yokuş biter bitmez arabaların çift yönlü yolda birbirleriyle yarışırcasına ilerlediği yolda onların geçmesini bekledi, yola bir adım attı ve karşı kaldırıma yürüdü. Sahile varmıştı, deniz öyle fırtınalıydı ki sâhile vuran dalgalar yol kenarındaki ağaçlara ulaşıyordu. Bir bank seçti ve oturdu, cebinden çıkardığı kâğıdın yağmurdan ıslanmamasına îtina göstererek kâğıdı açtı, biraz okudu, öptü ve tekrar cebine koydu. Torunlarına yazdığı mektuptu bu, onları sabırsızca bekliyordu, gelecekleri günü bayram havasında geçireceğini tahayyül ediyordu, kabarmış denize bakarak. Epey ıslanmıştı ama mühim değildi onun için harpte berâber dövüştükleri arkadaşı ölmüştü, daha kötü ne olabilirdi ve bu vaka ona derinden tesir etmişti. Denizin üstünde seyreden gemileri süzen göz bebekleri büyüyor, ara sıra gözlerinin içine düşen yağmur taneleri ise gözyaşlarına karışıyordu Sadık Çavuş’un.
Saatin geç olduğunu kaldırıma yansıyan sokak lambası ışığından anladı, oturduğu banktan kalktı yaşlı adam, belki bir ekmek alır, yumurta kırar evde karnını doyururdu. Tek başına yapabileceği fazla bir şeyi de yoktu ve zâten çocukları ondan haber almıyorlardı. Sadık Çavuş korkusuz bir insandı ve küçüklüğünden beri yalnız yaşamaya alışıktı, küçük yaşta kaybettiği annesi ve babası ve aslında en mühimi olan gördüğü savaşlar ona çelik gibi bir irade kazandırmıştı bu yüzden çocuklarının onu yalnız bırakması onu bâzen üzse de asla sarsmadı.
Eve girdiğinde duvarlarda oluşan rutûbetin keskin kokusu ciğerlerine dolmuştu yine. Televizyonu açtı haberlere göz gezdirirken uyuyakalan ihtiyar adam, tiz bir tonla çalan telefonu açmak için kalktığı koltuğa telefonunu sehpanın üstünden alarak geri oturdu. Telefondaki oğluydu, onun için bir huzurevi ayarladığını, böylesinin daha iyi olacağını, onun da rahat edeceğini söylüyordu babasına. Sadık Çavuş neşeyle açtığı telefondan gelen huzurevi kelimesinden sonra gözlerini televizyonun altındaki dolaba dikmiş ve konuşmaya devam eden oğluna cevap vermeden dolaptaki emaneti almıştı.
O kimseye yenilmemişti, harpte düşmana boyun eğmemişti, onuruyla yaşamıştı. Şimdi de bu hayata yenilmeyecekti. Kimseye muhtaç olmadan gitmenin vakti gelmişti. Yüzlerce düşmanı yok eden bu emânet artık Sadık Çavuş’a son vazifesini yapacaktı. Büyük ve dehşetli bir patlamayla kafası öne düştü koca çınarın. Sağ şakağından giren 9mm mermi çekirdeği kafasının arkasından büyük bir delik açarak karşı duvara saplanmıştı.
Evet, bitmişti her şey, seksen küsur seneyi aşkın bir ömür, savaşlarda yorulan şarapnel parçalarıyla dolu bu beden, âdeta gördüğü dehşetli hâdiseleri anlatan derin çizgiler ve keskin hatlarla dolu bu çehre… Artık hiçbiri yoktu…
***
Zile ısrarla basan küçük kız, kapının hemen açılmamasını dedesinin yavaş yürümesine bağlayarak, elini tutan babasına bir şeyler söyleyip sevinç içinde zıplıyordu. Ama kapı açılmadı, bir gariplik olduğunu sezen genç adam ev sâhibine ulaşarak yedek anahtarı almıştı. Kapıyı açtığında gözlerini halıya dikmiş ve hareketsiz duran babasını koltukta oturur vaziyette buldu. Hızla içeri giren küçük kız ise dedesini uyandırma arzusuyla koşarak cansız bedenin yanına geldi ve seslenerek uyandırmaya çalıştığı dedesinin kafasından eline bulaşan kana rağmen dedesine “ne oldu, kafanı nereye çarptın dedeciğim?” diyerek ağlamaya başladı. Oğlu ise kızı ağlarken hareketsiz duruyordu, donmuştu âdeta. Babasının koltukta oturan yaşlı bedeni ona ömür boyu bir pişmanlık yaşatacaktı. Dedesiyle konuşmaya çalışan kızına babasının öldüğünü söyleyemiyordu. “Dedemi hastaneye götürelim!” diyen küçük kızın sesleri merdivende yankılanıyordu. Kapıcı geldi, içeri girdi ve gördüğü manzara karşısında birkaç saniye donakaldı. Genç adamı dışarı çıkardı, dedesine sarılan kızı kucağına aldı babasının yanına getirdi, onları aşağı, yola indirdi.
Sedyedeki Sadık Çavuş onurlu bedenini kimseye bırakmamıştı, tıpkı verdiği mücâdelede düşmana bırakmadığı gibi. Geldiği yere geri dönüyordu, toprağa. Sadık Çavuş mutlu öldü, toprağa dimdik, ayakta ve şerefli girdi. Uğruna mücâdele ettiği tek ve adı gibi sâdık yârine kavuşmuştu artık…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.