Türk insanı olarak bizler, dünyâda misâfirperver olarak biliniriz. Misâfiri en güzel şekilde ağırlamak isteriz. Misâfiri buyur etmekten uğurlayana kadarki sürede ona bütün muhabbetimizle yaklaşırız. En güzel yemeklerimizi hazırlar, en özenli sofraları kurarız. Sofrada misâfire özel takımlarımızı kullanırız. Bu takımlar her zaman kullanılmaz. Özel günlerde, dâvetlerde kullanılmak için çıkarılır, günün sonunda tekrar yerine kaldırılır. Bir de evde hiç kullanılmayan takımlar vardır, kristal bardaklar. Bir vitrinin içinde özenle dizilmiş, günlük kullanılmadığı gibi misâfirler için de kullanılmayan takımlardır bunlar. Bizim evimizde de kristallerin sergilendiği bir vitrin vardı. Bu vitrini açıp kristalleri kullanmak şurada dursun onlara dokunmak hatta vitrinin önünden geçmek dahi yasaktı. Çünkü herhangi bir parça zarar görebilir, kırılabilir bu yüzden takım bozulabilirdi. Yalnızca yılda bir defa yapılan bahar temizliği sırasında dokunmaya kıyamadığımız hatta önünden geçmemizin dahi yasak olduğu bu vitrindeki değerli parçaları özenle yerlerinden alır, tozlarını temizler ve aynı hassâsiyetle yerlerine yerleştirirdik.
İyi ama biz bu bardakları neden hiç kullanmıyorduk? Neden işlevsiz olarak bir köşede durmasını normal karşılıyorduk? Bütün ömürleri boyunca yegâne vazîfeleri ışıl ışıl görünmek, görenlerin beğenisini kazanmak ve onlara uzaktan selâm etmek… Bunun için mi onca işlemden geçmiş, yüzlerce derece ısıya katlanmıştı? O bardaklar olsa ne olurdu olmasa ne olurdu ki? İşte gelin siz bunu anneme anlatın. Hiç olur muydu öyle şey! Kristalsiz ev mi olurdu hiç! Olmaz mıydı? Ya o kristallerin başına bir şey gelseydi! Ya kırılsaydı o güzelim kristaller! Öyle de oldu. Bir gün bir bahar temizliği sırasında o güzelim kristaller şakır şakır kırıldı. Vitrinin önüne yığılan cam kırıntılarını hatırlayınca onlar için “kristal enkâzı” demeyi yerinde buldum. Onca bakım, temizlik boşa gitti. Annem çok üzülmüştü. Kristal takım kırıldıktan sonra zannettik ki artık evin havası değişir, eskisi gibi olmaz. Açıkçası o kristaller kırıldı diye hayâtımızda bir şey eksilmedi, çay içmeyi de bırakmadık. Zâten işe yaramıyorlardı ki!
“Mânâsı hissesidir kıssanın. O sebepten hissesiz kıssa olmaz.” demişler.
Takdir edersiniz ki bir milletin yok olmaması için değerlerini yaşatarak çağa ayak uydurabilmesi çok mühimdir. Bu noktada o milletin aydınlarına çok iş düşer. Aydınlar, toplum içinde sözü dinlenen kişilerdir. Söyledikleriyle, yazdıklarıyla ve yaşayışlarıyla topluma yön verirler. Yaşadıkları dönemde hemen her konuda aranan isimlerdir. Sözlerine kulak verilir. Halk da samîmî olarak gösterdikleri bu ilginin karşılıklı olmasını bekler. Halkın içinde yaşayan kültürden kopmamasını, değerleri yaşatmasını isterler. Bir aydın millî değerlerine ve insanına âidiyet hissetmelidir. Onların sıkıntılarını dinlemeli, dertlerine çâreler üretebilmelidir. Aynı zamânda içinden çıktığı kültürü devam ettirmelidir. Ne yazık ki birtakım aydın zümreleri bu beklentimizi karşılamıyor. İlgilendiği alanda hatırı sayılır bir seviyeye ulaşmıştır ama ona ulaşmak kolay değildir. Ağızları iyi laf yapar ama süslü birkaç sözden daha da ötesine gitmez. Özüne yabancılaşmış ‘aydın’ zümresi beğenmediği milleti için kılını dahi kıpırdatmaz, harcadığı vaktin boşa gideceğini düşünür. Böyle bir tutum içerisindeki ‘aydının’ milletine ne gibi bir hizmeti olabilir? Kendini milletine adamamış bir aydından nasıl bir fayda umulur? Acaba bunlara “halkın arasına karışmayın” diyenler mi var, yasak mı koymuşlar, anlamıyorum. Bütün ömürlerini yarattıkları küçük dünyâlarında kendileri gibi zihinleri kırışmış bir grup aydınla birlikte halka uzaktan selâm ederek geçirirler. Halkla kaynaşmazlar, onların sorunlarını dinlemezler, onların dertlerine çâreler üretmezler. Kısacası bu tip aydınlara ‘işe yaramaz’ aydınlar desek doğru bir ifâde kullanmış oluruz.
İşte bu aydınların vaziyeti tıpkı vitrinde duran kristal bardaklar gibidir. Dışarıdan bakıldığı zaman bir kristal gibi ışıl ışıl görünürler. Kusursuzdurlar. Gelin görün ki onlardan günlük ihtiyaçlarımızda yararlanamadığımız gibi misâfir geldiğinde belki de kullanılması gereken en doğru yerde ve zamânda kullanamayız, onlara dokunamayız. Bırakın dokunmayı vitrinlerinin önünden geçmemiz dahi sakıncalıdır. Neden? Çünkü zarar görebilirler, kırılabilirler. Kristale dönüşmeden önce bir kum tanesi olduklarını unutmuşlardır. Bütün bu işe yaramazlıkları yetmezmiş gibi bir de en çok ilgiyi ve özeni onlar görmek ister. Çok değerli oldukları için nâdir zamânlarda onlara dokunabiliriz. O zamânlarda da kullanmayız, sâdece üzerlerine yapışan önyargı tozlarını temizleyip tekrar büyük bir özenle yerlerine koyarız. Sakınılan göze çöp batar hesabı, bir temizlik esnasında aldıkları darbelerle kırılıverirler. Kısa süreli hüzün yaşanır, sonra her şey kaldığı yerden devam eder. Böyle işe yaramaz aydınlar maddeten aramızda olup mânen aramızda olmadığından halkın hayatında hiçbir şey eksilmez. Halkın üzerinde bir etkisi olmamış ki! Bu aydınlar yalnızca kendilerini aydınlattıkları için faydasızdırlar. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in tam da bu konuyla ilgili güzel bir hadisi vardır: “Sizin en hayırlınız, insanlığa faydalı olanınızdır.” der. Bir aydından beklenilen de milletine faydalı olmasıdır. Yukarıda târif ettiğim işe yaramaz aydınlar ise o millete yalnızca zarar verir. Yer kaplar. Aramızda maddeten bulunur ama mânen bulunmaz çünkü içinde yetiştiği toplumdan kaçmak ister, uzak durmak ister. Milletin kodlarını bünyesinde taşımaz. Âidiyet hissetmez. Suç biraz da bizdedir. O kum tanesini kristale dönüştürürken kendi ateşimizde yakmadığımızdan bizi bilmez, tanımaz. Tanımadığı bir millete nasıl faydalı olsun? Buna rağmen her seferinde bu aydınlara en çok ilgiyi yine biz gösteririz. Bu yanlıştan dönmemiz gerek.
Türk milletinin, milletin malı olmaya tâlip olmuş, bir vitrinde sergilenmek için değil, hizmet etmek için pişen ve bunu neden yaptığının farkında olan, bilgileriyle ışıl ışıl parlarken milletine duyduğu sevgi ve minnetten ötürü ışığını etrafına saçan kristaller olmayı arzulayan genç nesillere ihtiyâcı vardır. Bu ancak genç nesillerin millî şuûrla yetişmesiyle mümkündür. Ancak bir Türk milliyetçisi aydın, milletinin dilinden anlayabilir. Çünkü kendi târihinden beslenmiştir, özünden kopmamıştır ve kültürünü yaşatmaya devam etmiştir dolayısıyla kimliğini korumuştur.
Aydınlar, kristale dönüşmeden önce bir kum tanesi olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Vazîfesinin şuûrunda olmalıdır. Vazîfesinin şuûrunda olan Türk milliyetçisi aydınlar yetiştirmek zorundayız. Sözlerimi burada noktalarken kıymetli Yeni Ufuk okuyucularının birbirinden değerli kristallere dönüşeceğinden şüphe duymadığımı belirtmek isterim. Selâmetle.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.