Köprünün altından dâima su akar, insanoğlu ise sürekli çırpınır. Zâten hayâtın akışı da bundan ibâret değil midir? Yenilmek veyâhut akışa karşı koyarak kendini gerçekleştirebilmek…

Hayâta karşı gâlip gelmek isterken en önemli silahımız endişedir. Akışa yenilmekten, yâni boğulmaktan korkan insan endişe altındadır ve yüzmeye çalışır. Fakat endişe en önemli silahımız olduğu gibi bizim sonumuzu getiren bir silaha da dönüşebilir. Akıntıya kapılma kaygısını yönetemeyen insan panikle çırpınmaya ve boğulmaya başlayabilir. “Çırpınıp risk almayayım, yerinde saymak boğulmaktan yeğdir. En iyisi akışa ayak uydurayım.” diyerek ekstra efor sarfetmeyen insan ise rehâvete kapılır ve kendince akışı yendiğini düşünür. Fakat asıl yenilgi budur.

Kitaba göre konuşursak konfor alanı, mevcut olanla yetinerek güvende hissetmektir. Yâni insanın farkında olmadan kendisini gelişime kapatmasıdır. Konfor alanından çıkabilmek için endişeyle yüzleşmek ve onu kontrol edebilmeyi öğrenmek gerekir. Bu noktada kontrolden çıkan endişe ise insanda paniğe yol açar. İnsan üzerinde fiziksel ve psikolojik olarak kötü etkileri olur. Birey bir noktadan sonra sâdece düşünür, kulaç atamayacak hâle gelir. “Neden kulaç atmıyorum?” diye düşünür. Düşünür, düşünür, düşünür. Düşündükçe batar, battıkça düşünür. Endişenin kontrollü bir şekilde itici bir güce dönüştürülmesi de bu noktada devreye girer.

Farkına varılan ve kontrol edilebilen endişe insan için itici güç olmaya başlar. Yerinde saymanın akıntıyı, yâni hayâtı yenmek mânâsına gelmediğini idrak eden kahramanımız için işler değişmiştir. Artık boğulmamaktan ziyâde yerinde saymayı da yenilmek olarak görmekte ve daha çok çalışmaya başlamaktadır. Peki bütün bunları neden anlattık?

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre insan önce fizyolojik ihtiyaçlarını ve güvenliğini sağlar. Akabinde ise “sevgi-âit olma” ve “saygınlık-kabul görme” aşamalarına geçer. Tüm bunları gerçekleştiren insanın artık kendini gerçekleştirmemek için bir sebebi kalmamıştır. Fakat doğanın işleyişi her zaman teorilere uymaz. Çünkü insan ziyâdesiyle karmaşık bir psikolojik yapıya sâhiptir. Eğer târih Maslow’un dediği şekilde determinist olarak ilerleseydi insanlar konfor içinde yaşarken kendini gerçekleştirerek sürekli olarak konfor içinde yaşardı.

Bu noktada sosyolojik ve psikolojik birçok sebepten insanlar bâzen konforu suistimal edebilirler. Mâlûmunuz olan meşhur döngüdeki gibi: “İyi zamanlar zayıf insanları, zayıf insanlar zor zamanları, zor zamanlar güçlü insanları, güçlü insanlar da iyi zamanları meydana getirir.” Yâni eğitim ve kültür aktarımındaki eksiklikler, sosyal vasatın bozulması gibi birçok farklı sebepten dolayı insanlar bâzen kendini gerçekleştirmek yerine konforu tercih edebilir.

Konfora eren, fizyolojik-güvenlik ve toplumsal ihtiyaçlarını gideren insanı yerinde saymaya iten şey, idealine ulaştığını sanmanın getirdiği rehâvet ile yetinmektir. Bu noktada insanın en büyük hatâsı genelde ‘Ben’ tanımından kaynaklanır. ‘Ben’ dediğinde yalnızca fizîkî olarak kendini anlayan veya ‘Ben’ dediğinde âilesini, sülalesini anlayan ile ‘Ben’ dediğinde halkını veya milletini anlayan insanın motivasyonu asla aynı olamaz. Ben tanımı kendinden ibâret olan insanın kendini gerçekleştirmesi gününü geçirebilmesiyle olur. Âilesini anlayan insanın kendini gerçekleştirmesi iyi bir hayat sunmak ve mîras bırakabilmek olur. Halkı anlayan insanın kendini gerçekleştirmesi ise en iyi ihtimalle birkaç nesil sürecek bir çözüm üretmek, bir sorunu çözmek olabilir. Fakat bu örnekteki insanlar gerçekten kendini gerçekleştirmiş midir? Eğer öyleyse neden örneklerin sonucunda ortaya zor zamanların çıkması muhtemeldir?

Bu soruların cevâbını bulabilmek için ‘Ben’ dendiğinde anlaşılması gerekeni açmamız lâzım. Bize göre bir insan ‘Ben’ dendiği vakit tereddüt etmeden varoluş sebebi olan mâzîsini ve var olmasıyla mükellef olduğu geleceği düşünmeli. Yâni Türkiye’de doğmuş bir insan ‘Ben’ dendiği zaman Anadolu’ya gelmesine vesîle olmuş Türk dervişlerini, Sultan Alparslan’ı, Haçlı seferlerini püskürten bütün Selçuklu ve Osmanlı padişahlarını, canını hiçe sayarak kanını bu toprağa döken bütün askerlerimizi, Sakarya-Polatlı hattına kadar gelmiş 7 düveli kovan Gâzi Mustafa Kemal Paşa’yı hatırlamalıdır. İçinde bulunduğu konuma gelmek için verilen emeği muhafaza ederek geliştirip binlerce sene sonra doğacak torunlarına aktarmak zorunda olduğunu anlamalıdır. Yâni kendisini alelâde bir kalabalığın, 20 sene kadar ömrü olan halk yığınının bir parçası değil, zaman mefhûmuyla kısıtlanamayan bir akışın, yâni milletin parçası olarak görmelidir.

‘Ben’ kelimesine olması gereken şekliyle bu anlamı yükleyen insanın artık kendini gerçekleştirmesi gününü geçirmek, sisteme ayak uydurmak, maddî refahla yetinmek gibi ufak şeyler asla olamaz. Bu kadar kudretli bir ‘Ben’ tanımı yapan insan, kendini gerçekleştirmek için de kudretli olmak zorundadır. Bu noktada insan kaçınılmaz olarak müteşekkir olacağı milletinin ebedî bekâsını sağlamayı gâye edinmelidir. Ömrü boyunca tercihlerini milletinin ebedî bekâsını sağlamak üzerine yapmalıdır. Kısaca o insan önce ‘milliyetçi’ olmayı başarabilmelidir.

Milliyetçi olma süreci birçok bilgiyi idrak etmekle şekillendiği için insana bir sorumluluk yükler. 5000 yıllık mîrâsın sorumluluğunu yerine getirmek için aksiyona geçmedikten sonra, bilme eylemi tam olarak gerçekleşmiş sayılmaz. Bildiklerimiz bizi aksiyona geçmeye ittiğinde kendini gerçekleştirmek eylemi olması gereken ‘Ben’ tanımına uygun şekilde gerçekleşmeye başlayacaktır.

Milletine mensûbiyet duyan, târih şuuruna sâhip bir milliyetçinin kendini gerçekleştirme noktasında tatmin olması ancak milletinin ebedî bekâsını temin etmeye yarayacak işleri yapmasıyla; eğer bekâ sorunu görünürde yoksa milletinin hedeflerine hizmet edebilir olmasıyla mümkündür. Yâni ‘Turan Ülküsü’, ‘Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi’ gibi büyük hedeflere hizmet eder halde olmalıdır. İşte biz bu duruma, yâni milliyetçi adamın aksiyoner hâle geçmesine “Ülkücülük” diyoruz.

Ülkücü, nefsini yenmeye ant içmiş ve düzene meydan okuyarak yola çıkmıştır. Yâni meydan okuduğu düzenin var ettiği vasatla yetinmesi düşünülemez. Çünkü bu durum, akışa meydan okuyan yüzücünün yerinde saymayı gâlibiyet saymasıyla eşdeğerdir. Yâni düzene meydan okuyan insanın düzenin parçası olmasıdır. Hâliyle, alelâde bir insanı dahi tehdit eden konfor alanı, ülkücünün en büyük düşmanlarından birisi olmaktadır. Çünkü ülkücü için konfor alanını doğru konumlandıramamak sonun başlangıcıdır.

Bu noktada önemli olan niyettir; yâni samîmîyet. İnsan konfor alanında olduğunu fark etmeyebilir veyâhut elinden gelenin bu olduğunu düşünebilir. Fakat insan vicdânına yalan söyleyemez. Ancak onu duymazdan gelebilir veyâhut ızdırabına bahâneler bulabilir. İnsanın çevreyi kandırması ise kolaydır. Gözlemlenmediğinde ve gözlemlendiğinde farklı davranan atomlar gibi tutarsız davranışlar ile insanları konfor alanında olmadığına inandırabilir. Hâliyle insan vicdânına samîmî olmadan çevresine de samîmî olamaz.

Ülkücü kişi çevresinden, yâni milliyetçiliğini yaptığı milletten de ülküdaşından da mesuldür. Ama en öncelikli olarak kendinden mesuldür ki yapacağı işlere leke bulaştırmasın. Bu noktada vicdânına samîmî olmamak felâketin başlangıcı olur. İnsan nefsini yenmeden ideale yaklaşamaz, samîmî olmadan da nefsini mağlûp edilemez. Çünkü samîmîyetin olmaması işe nefsânî hisleri karıştırabilir. Hâliyle ülkücü vicdânına her dâim samîmî olmak zorundadır. Vicdânına gocunmadan hesap verebilen, izahların ve göz boyamalarının arkasına saklanmayan ülkücü vicdânına hesap verebilir bir hayat yaşıyorsa artık mesuliyetlerini aksatmadan yerine getirebilir halde olacaktır.

Yâni Ülkücü: “eksiklik kendi özümde” şiarıyla yola çıkarak önce kendisini sorguya çekmelidir ki niyetinden en ufak bir şüpheye yer bırakmamış olsun. Vicdânına samîmî olabilmek için de vicdanını susturmak için diğer insanların eksikleri yerine kendi eksiklerini keşfederek vicdanınla yüzleşmek odaklı bir hayâtı benimsemek şarttır. Çünkü diğer insanların yaşadığı hayatlar dışarıdan gözlemlenemez bâzı dinamikler üzere inşâ edildiği için yanlış kanılara varabiliriz. Daha önemlisi kendi eksiklerimizi gidermeden diğer insanları analiz etmeye çalışmak eksik veya yanlış gözlemler yapmamıza sebep olabileceği için her iki durumda da samîmîyetimiz sorgulanmaya açık hale gelebilir.

Uzun lafın kısası Ülkücü, başarılı olmak için önce vicdânına samîmî olmalı. Samîmî olabilmek için de tembelliğinin, başarısızlığının, üşengeçliğinin yâni konfor alanında bulunmanın getireceği başarısızlığı kabullenmeli. Sebeplerini başkalarına, başka olaylara yıkmamalı. Yâni sorumluluk almalı. Kendine olan mesuliyetlerini yerine getirdikten sonra dâvâsına hizmet etmesi için önünde bir engel kalmamıştır. Artık ülküdaşlarından ve kendinden emin bir şekilde uygun adım hedefe doğru durmadan yürüyebilir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.