Türk gencine ülküsünü öğretecek olan en başta Türk millî eğitimidir. Acaba öğretmiş mi, bir bakalım. Şu sözler 1960’lı yılların ilk yarısında Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılmış bir konuşmadan: “Konu çok özlü ve veciz olarak ele alınmış ama Frenk bozması mı konuşalım, Uygurca mı konuşalım, uydurmaca mı konuşalım? Ne konuşalım? Bu bile belli değil. Karar vermemişiz. Daha ama biz milliyetçiliğimize tekme vururken, tekme savururken Selanik’te Yunanlılar Bizans’a, İstanbul’a diye bangır bangır bağırıyorlar. Neden biz bu hâle düştük? Çünkü senelerdir bir millî kültür barajımız yok. Maarifimiz vermiyor bunu bize. Gelmedi bu voltajda bir maarif bakanı henüz. Bir millî kültüre ve bir millî harsa dayanan bir kültür politikası tespit etmek lâzımdır. Sayın Bakan sizin Türk milletinin benliğinin ve Türk varlığının muhafazası, millî menfaatlerin bekâsı, muhafazası uğrunda bir gâye aşılayacak bir maarif politikanız var mı?

Evvela çocuğa çevresinden neler aktarılacaktır, buna millî kültür diyoruz, bunu tespit etmek lâzımdır. Sonra bu aktarmayı yapacak öğretmeni ele almak lâzımdır. Öğretmen tabiatıyla bir sanatkârdır eline vereceğiniz çocuğu yoğuracak, ona şahsiyet kazandıracaktır. Bu da tabii ki aşk ile olur, severek olur, millî formasyonla olur.”[1]

Şimdi bu sözlerin yanlışı var mı? Türk gençliğini kim ve neden ‘Z Kuşağı’ olmaya razı etti? A takımı olmak varken zurnanın son deliği misâli alfabenin son harfiyle nitelenmek hoş bir şey mi? Silik ve nihilist olmak kimin için gerekti? Sorumsuzca “Yunanistan NATO’ya alınsın!” denmesi sorgulanmasın diye mi? Yaşlı, genç, kadın ve erkek Türk insanının televizyonların dedikodu programına çakılıp kalması, depremde ölenlerini bile fark etmemesi için mi? Dilimizin devamlı değiştirildiğini, birbirimizi anlayamadığımızı görmememiz için mi? Kemal Karpat’ın söylediği gibi “Dilini durmadan değiştiren toplumumuzda kalıcı bir Türk romanı yazmak çok güçtür.” demek için mi? Yazmasak da olur mu deniyor acaba? Oysa Mehmet Kaplan “Asırların ötesinden gelen mitler, semboller, fikirler yeni nesillere kuvvet verir. Bunlardan mahrum olan nesiller için mâzi olmadığı gibi istikbal de yoktur.” diyor. İstenen bu mu ki? Açıkça ikaz eden hocadan devam edelim:

“Bir millet târih yolunu kaybetmezse eski güzelliklerini yeniden yaratabilir. Yeniden doğmanın temel şartı sevgi, ilgi ve bilgi ile ‘eski kaynaklara dönmektir.’ Gökalp, Turan şiirinde Türk’ün ilk örneği olan Oğuz Kağan destanından hareket ederek dinamik bir felsefe olan ‘mefkûreciliği’ yaratır. Kaynaklardan uzaklaştığımız için bir Türk rönesansı olan bu muazzam hareketi unutmuşuzdur. (…) Millî kaynaklar ihmal edilirse yeni nesiller elbette bozulur.[2]

Gerçekten millî kültüre dayalı bir eğitim politikası, millî benliği ve millî ülküyü aşılayan bir millî eğitim sistemi olmadığından büyük sıkıntılar yaşamaktayız. O halde bu görevi yine büyükler ve gönüllü teşkîlâtlar yapacak demektir. Şu cümleler Başbuğ’un konferans ve konuşmalarından alındı: “Hiçbir millet başkalarından merhamet dilenerek, başkalarına şefkat için avuç açarak, başkalarından yaşama hakkı dilenerek yaşama hakkı elde edemez. Bir milletin kendisini saydırması her şeyden evvel kendisi olmasını devam ettirmesi ile mümkündür. Çâre Türk insanına dönmek, Türk insanını mânevî değerlerine kavuşturmak ve onun rûhunda memleketin dâvâsını uyandırıp o dâvâya sâhip çıkmasını sağlamak, ona hedefi göstermektir.[3] (…) Türk milleti ‘Nizâm-ı Âlem’i sağlama, diğer insanların ıstıraplarını giderme, diğer insanlara yardım sağlama ve bütün dünya üzerinde lekesiz gölgesiz bir adâlet meydana getirme yönünde irâdesini geliştirmeyi bilmiş bir millettir.[4]

Teşkîlâtçılığı, zekâsı, büyük ve zengin kültürü ile Türk milletinin inandıktan sonra bu hedeflere ulaşması hayal değildir. Türk milletinin aydınlarına, yetişen yeni nesillerine büyük düşünmeyi, büyümeyi, büyük olmayı istemeyi öğretmeliyiz.[5] Her milletin bir târihî çizgisi vardır. Bu çizgiden saptırılan milletler ne yapsalar başarı sağlayamazlar. Bunun için biz diyoruz ki Kuvay-i milliye ruhunu yâni öze dönüşü, târihî çizgiye oturuşu sağlamak zorundayız.”[6]

Başbuğ bu konulara Hindistan’dan döner dönmez başlamış, etrâfına toplanan üniversiteli gençlere muntazam bir şekilde evinde anlatmaya devam etmiştir. Daha sonra derneklere, salonlara, meydanlara ve bütün yurda ulaşmış, ülkü sevdâsını yerleştirmiştir. Zamanla konuşarak ve yazarak anlatanlar çoğalmış, çok güzel sözler, vecîzeler, mısrâlar ortaya çıkmıştır. Ve bunlar şimdi birçok kıymetli kitapta yerlerini almışlar, Türk gencinin okumasını, düşünmesini ve gelişmesini beklemekteler. (…)

İşte örnekleri:

“Kızılelma ulaşılacak bir menzil değil, yaklaştıkça uzaklaşan, sürükleyen bir ülküdür. Allah’ın adını yücelterek bütün insanları onun ölçüleriyle adâlet içinde yaşatmak üzere Nizam-ı Âlem’i kurmak, Kızılelma’dır, cihan hâkimiyeti ülküsüdür.” Nevzat Kösoğlu

“Kızılelma cihanın her köşesine adalet götürmek ve milletleri belli bir medeniyet seviyesinde, tam eşitliğe dayanan bir hukuk sistemine bağlayarak saadete ulaştırmak mefkûresi idi. Eski Türk telakkisine göre bu cihanşümul vazife Allah tarafından Türk milletine tevdi olunmuştu. Bütün insanlığı hürriyet bayrağı altında toplamak, dünya üzerinde Türk töresinden ibâret tek hukuk sistemi kurmak ve insanlara adalet duygusunda temellenen bir idare mekanizmasına bağlamak idealidir.” İbrahim Kafesoğlu.

“Var oluşumuzu neye borçluyuz? Tevhit bayrağını üç kıtada dalgalandıran ilâhî rûhun âşinası mıyız? Onda, o ruhta “Bre Doğan! Bre Doğan!..” diye haykıran Sultan’ın, Yıldırım Beyazıt Han’ın secaati saklıdır. Onda hâin bir Sırplının kalleş hançerine hedef olan Murat’ı Hüdavendigar’ın şehadet anındaki mesut teslimiyeti saklıdır. Onda “Benim irâdemin yettiği yere sizin imparatorunuzun hayal gücü yetmez.” diyen Fatih Sultan Mehmet Han’ın ateşin irâdesi saklıdır. Onda “Memleketleri hakanlarının nikâhlısı mesabesündedür.” diyen Yavuz Sultan Selim Han’ın mesuliyet duygusu saklıdır. Onda “Moskof keferesi İstanbul’a dayandı, Anadolu’ya geçelim.” diye kendisini îkaz eden vezirin isteğini “Biz bu surlar üstünde can vermeyi de biliriz.” diyerek reddeden Gök Sultan’ın şehâdet emelleri saklıdır. Onda “İlim müminin kayıp malıdır.” diyen Allah resulünün davasına sımsıkı sarılı Akşemseddinlerin, Hocazâdelerin ilim aşkı, onda Sinan’ın kubbelerine sinen uhrevî ürperişler saklıdır. Onda Plevne’de bir avuç Türk’le Moskof keferesine kan kusturan Gazi Osman Paşa’nın rûhanî çehresinde hissedilen vatan sevdası saklıdır. Onda Kelam-ı Kadim ile hükmedilen bir cemiyetin vicdan huzuru, gönül rahatlığı saklıdır.”[7]

“Batı Almanya anayasasının bir maddesi ‘Berlin, Almanya’nın merkezidir.’ şeklindedir. Bu, Almanya’nın yetişen nesline anayasa yoluyla aşıladığı bir büyüme politikasıdır ve de Almanya gerçek merkez olmak üzere Doğu Almanya ile birleşecektir. Çünkü bir dâvâya sâhip çıkıldığı vakit o dâvâ gerçekleşir.”[8]

Dündar Taşer: “Batı Türklüğünün meddi Sakarya’da başladı. Viyana’ya, Yemen’e, Cezayir’e dayandı. Cezri 1922’de Sakarya’da bitti. Şimdi yükseliş halindeyiz. Sakarya’dan başlayan yeni met eski meddin hudutlarını da aşacaktır. Birinci met devri için Yahya Kemal:

Gelmiştik bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan

Bir bir diyâr-ı Rum’a dağıldık Sakarya’dan

İkinci met için Necip Fazıl: ‘Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya’ diyor.

Şairleri Allah söyletir. Sakarya kalkacak ve kötürümleri suya boğacaktır.”

Dündar Taşer’den vecîzelerle devam edelim:

“Yolcuların çoğu tarafından istenilmek, insana kaptan olma niteliği kazandırmaz.”

“Dünya barışını, dünya nîmetlerini bölüşenler düşünsün.”

“Kuvvete ancak kuvvetle karşı konur.”

“Romantizmi kötülemek ve küçümsemek hâinlerin îcat edip aptalların inandığı bir oyundur.”

Galip Erdem’den: “Dünyâda her türlü fedakârlığın yegâne kaynağı sevgidir. Gerçek sevgi; mutlaka bir şeyler yapmaya, dertlere çâre bulma, ihtiyaçlarına cevap vermeye mecbur olduğumuzu öğrenmektir.”

“Kazanmak iradesinden yoksun olanlar kazanamaz. Büyümek istemeyen küçülür, güçlenmek istemeyen zayıflar.”

Ve

“Yufka yüreklerle çetin yollar aşılmaz.” Atsız

Bu sefer Bozkurtların Ölümü’nden bir bölüm aktaralım:

Yüzbaşı hızla geriye dönerek bağırdı.

-Çalık!

Sert bir sesle cevap verdi:

-Buyur!

-Toplan borusu çal!

Fakat Çalık daha boruyu dudaklarına götürmeden ışıklı gece birdenbire karardı. Ay görünmez oldu. Bir boradır koptu. Yıldırımlar ortalığı inletmeğe, yağmur bardaktan boşanırcasına yağmağa başladı… Sular yukarıdan inip aşağıdaki dereye karışıyor, dere de boyuna kabarıyordu. Işbara Alp bağırdı:

-Kayalara sıkı yapışın. Dayanan kurtulur. Gücü kalmayanı sular alıp götürür!

Çeriler dizlerine yaklaşan suyun içinde kayaların çıkıntılı, sivri yerlerine tutundular… Onbaşı Yamtar, tutunduğu kayanın yukarıya doğru sivri ve ince olduğunu görünce tek eliyle hemen kemerini çıkardı. Yanındaki iki çeriye buyurdu:

-Daha bütün gücümüz tükenmemiştir. Beni sıkı tutup şu kayışımı kayanın sivriliğine bağlamama yardım ederseniz üçümüz de kurtuluruz. Daha birkaç kişi de kurtulur…

Onbaşı Yamtar, kemerini ortasından ikiye düğümledi. Sarkan iki ucunu aşağıya uzattı. Bu uçlardan birini kendisi tuttu. Birine de diğer çerilerden biri yapıştı. Öteki çeri onbaşıya asılmıştı…

Işbara Alp hâlâ atının üstünde idi. Yayının kirişini kayanın sivriliğine takmış, demirini de eliyle tutuyor, böylece sulara karşı kendini de atını da koruyordu. Onbaşı Yamtar şimdi kayaya ilmiklediği kemerine daha sıkı sarılmağa mecburdu. Çünkü artık onbaşıya asılan çeri tek değildi. Bunlar birbirine sarılarak uzayan belki yirmi kişi olmuşlardı. Fakat Yamtar itiraz etmiyor, irkilmiyor, yalnız kemere daha sıkı tutunmağa uğraşıyordu. Bu ara yıldırımdan daha keskin, gök gürültüsünden daha güçlü bir ses yükseldi:

-Kurt Kaya, elini çöz!..

Işbara Alp tam zamânında gürlemişti. Kurt Kaya, Yamtar’ın ardına yapışan erlerin arkadan onuncusuydu. Yüzbaşının buyruğunu alınca bir an tereddüt etmedi ve kara, azgın sular bu on eri bir anda yuttu. (H. Nihal Atsız – Bozkurtların Ölümü)

“Şimdi de bir tutum belirleyelim: Türk’ü sevenleri, türkü öğrenmek isteyenleri sevmeye mecburuz. Yanlış söyleseler, doğrusunu öğrenmek için inat etseler. Yine de seveceğiz ve derslerimize devam edeceğiz. (…) Türk’ü sevmenin ve Türk’ü öğrenmeye çalışmanın diğer bir manası da çile çekmeye gönüllü olmaktır. Zira Türk’ü sevenler doğruları ve yanlışları ile Türk vatanında kıyamete değin Türk’ü sevme ve Türk’ü öğrenme ülküsünün yegâne teminatıdırlar.”[9]

Nevzat Kösoğlu’ndan

“Bütün eğitimin temeli ana dilin zenginliği ve iyi kullanılmasıdır. Hatta eğitimin hedefi de budur.” (s. 65. Türk Yurdu dergisi)

Artık sadede gelelim. Bütün bu söz, satır ve mısraların sâhipleri öte dünyâya yürümüşler. Allah (CC) cümlesine rahmet eylesin, mekânları cennet, ruhları şad olsun. Tabii ben de öleceğim. Yüce Mevla îman nasip etsin. Gücüm yeterken diyeyim ki biz; mânevî temelimizin İslâm olduğunun farkında ve inancındaydık. Teşkîlâtlarımızın değiştirdiğimiz amblemlerine hilal koyduk. Liderimiz: “Türklükle Müslümanlık etle tırnak gibidir, birbirinden ayrılamaz” dedi. O gün de bugün de biliyoruz ki Müslümanlık Türk’ün kalkanı, Türklük de Müslümanlığın başta kılıcı olmak üzere çok şeyidir. “Müslüman Türk” olarak Batı’nın Müslüman oldu yerine Türk oldu dediği cinsten olmalıyız.

Şimdi de iz bırakmış şiirlerden bölümler:

İster düşün… Kendini ister hayale kaptır…

Uzar, uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların.

Bakarsın aldanmışşın, gördüğün bir seraptır

Sevimli bir hayale açılırken kolların. (Atsız)

***

Ağlayın, parmakları nur

Sularından kınalı kızlarım

Ağlasın Meraga göklerinden

Meraga’ya bakıp yıldızlarım

Yollara Kürşadlar uzanmış ölü

Ağlasın Akülke, ağlasın Süt Gölü (Arif Nihat Asya)

***

Yine biliyorsun ki sevmedim ülküden başkasını

Başı dumanlı dağları dolunayı ufukları

Bir de Çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı

Önce Allah sonra genlerim şahit

Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını

Bir de seni çok seviyorum (Dilaver Cebeci – Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkûma Mektup)

***

Aylardan Ağustos, günlerden

Cuma Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum’a

Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

Yeni bir şevk ile gürledi gökler

Ya Allah… Bismillah… Allahuekber (Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu)

***

Ve Abdurrahim Karakoç’tan Ülkü Türküsü …

Değişir bu mevsim, bu poyraz keser

Yurdumda dâvâmın rüzgârı eser

Gün gelir anlayıp bağrına basar

Şehir bu sevdâyı, köy bu sevdâyı.

Yeminim var oğlum kızım üstüne

Yazdım nakış nakış özüm üstüne

Çilesi belâsı gözüm üstüne

Derdimin dermânı say bu sevdâyı.

Mukaddes hareket, mübârek mânâ

Türk-İslâm ülküsü büyür yan yana

Alır bir kaynaktan döker ummana

Irmak bu sevdâyı, çay bu sevdâyı.

[1] Turgut, Mehmet. Siyasetten Portreler. Boğaziçi Yayınları. İstanbul. 1991. sf 185.

[2] Kaplan, Mehmet. Türk Edebiyatı. Mart. 1986.

[3] Türkeş, Alparslan. Gönül Seferberliğine. Ankara Basım ve Ciltevi. 1977. Ankara. sf 55 – 56

[4] A.E. sf 43

[5] A.E. sf 61

[6] A.E. sf 63-64

[7] Yüksel Serdade, Nihal. Bozkurt. 1 Nisan 1976. sf 8

[8] Türkdoğan, Orhan. Türkiye’nin Kalkınma Yolu, 1976. sf 27-28

[9] Erdem, Galip. Mektuplar. Millî Eğitim ve Kültür Yayınları. Ankara. 1984. sf 32. (Bu yazı 12 Eylül’ün sıkıyönetim şartlarında yazılmıştır. Türkü, ülküdür.)

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.