“Ey Türk ve Oğuz Beyleri, milleti işitin! Üstteki gök çökmedikçe alttaki yer delinmedikçe -kıyâmet anı gelip çatmadığı halde- Türk milleti; senin devlet nizamını, töreni -millî an’ane ve kültürünü- kim bozabilecekti?”
Türk Bilge Han’ı 8. asırda nâmütenâhîlik kazanmasını istediği bu sözlerini taşlara kazıyarak sonraki nesillere nasîhat ve îkazda bulunuyor:
“Sen bozulmayıp millî şuurunu yitirmediğin ve dînine, törene bağlı kaldığın takdirde yâhut mahşer günü olmadığı halde tüm kültürel unsurlarında dirlik ve berâberlik içerisinde yaşar gidersin. Sen kültürünü yaşatmayı ve hayâtına tatbik etmeyi bir vazîfe beller ve mütecânis bir mâhiyette olmak için gayret sarf edersen istikbalde senin için zevale uğrama tehlikesi yoktur. Ola ki bir gün devlet nizamın sarsılmaya başladığında yâhut türlü gâilelerle cebelleşirken inkırazın pençesine düştüğünde şayet millî an’ane ve kültürünü muhâfaza ettiysen hiç korkma! Zîra şehitlerinin kanı vatanı ve töreni müdâfaa uğruna göklere varırken yerde müstakbel Türk devletinin mağrur sancakları yükselmeye başlayacaktır. Bu kaçınılmazdır. Ancak sen; senin hayâtiyetinin temeli ve muhtelif gâilelere dûçar olduğunda yegâne sığınma ocağın olan millî an’ane ve kültürünü terk ettiğinde yâhut olabilecek tüm taarruzlara karşı gerekirse kendi bedenini dahi müstahkem mevki haline getirme cüretini göstermediğinde yok olacaksın. Ey Türk milletinin evlâdı işit bu lâfımı. Lâfügüzaftır diyerek yabana atma. Yok olursun. Uluğ Yaradan şahidimdir yok olur gidersin!”
Evet filhakîka yok olurduk eğer çok kuvvetli bir içtimâî müesseseye ve yüksek kültürel bünyeye sâhip olmasa idik. Ata lafı diyor ya: İl gider töre kalır. İlin gitmesi bittabi herhangi bir milletin başına gelebilecek müthiş bir felâkettir. Ancak bu felâketten daha korkunç ve daha elem verici olan ise o milletin birtakım dâhilî ve hâricî kimseler/zümreler eliyle millî an’ane ve kültürünün yok edilmesidir. Böylelikle millet, inkırâzın pençesine düştüğünde ondan kurtulacak refleksi olan millî şuurunu alevlendiremez ve yok olur gider. Millî an’ane ve kültürünü muhafaza edip yaşatan milletler, ili gitse dahi töresinin verdiği birlik kuvvetinden millî şuurunu alevlendirir ve inkırazından yeni bir îtilâ doğar. İşte hep bu yüzden atalar “il gider töre kalır” demişlerdir. Târihimizde isimlerini duyduğumuzda millî coşkunluğun alıp götürdüğü, göğsümüzün kabardığı, bizim için büyük gurur kaynağı olan kadim Türk devletleri hep “il gider töre kalır” düsturundan hareket edilerek inşâ edilmiştir. O Türk devletleri millî an’ane ve kültürünü bir şekilde yaşatmaya muvaffak olduklarından inkıraza uğradıklarında yeni Türk devletinin sancağı altında yeniden “yaşama hakkı” kazanmışlardır. Nesilden nesile, devletten devlete aktarılan millî an’ane ve kültür, ancak millî şuurun her dâim diri tutulması esasıyla muhâfaza ve müdâfaa edilebilir. Millî şuur azizim; bir milletin kendini işitip, bilmesi demektir. Bir millet ancak kendini işitip bilmesi ile ihtiyaçlarını karşılayabilir ve karşılaştığı/karşılaşacağı güçlüklere çözüm üretebilir. Yoksa neye ihtiyacı olduğunu bilmediğinden sorunlara çözüm üretecek reaksiyonu da gösteremez hâliyle yerinde sayar durur. Hatta daha fenâsı müthiş bir zevale uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kalır da ancak uçurumdan düşmeye tek bir adım kala farkına varabilir. Yâhut düştüğünde açılır âma gözler felâketin korkunç sarsıntısıyla lâkin o vakit görülen manzara bu dünyaya âit olmaz. Millî şuurunu yaşatamamış, kaybetmiş milletler için her lahzanın ardında inkıraza uğrama tehlikesi vardır. Millî şuur ile mücehhez milletler ise, beşeriyetin yol göstericileri olarak târihin âbidevi tahtına kurulur ve cihanın tüm letâfet ve nimetlerinden istifâde etme imkânına erişirler.
Millî şuurun her dâim diri tutulmaya çalışılması kadim Türk devletlerine nâmütenâhî bir kudretin kapılarını aralamıştır. Türk milletinin büyük başbuğu Oğuz Kağan ile Hunların büyük hakanları Mete ve Attila ile Göktürklerin Bilge Han’ı ile ve nice sayısız yiğitler eliyle tesis edilmeye çalışılan Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinin; Selçuklu beylerinin İslâm sancaktarlığını şerefli bir vazîfe addederek üstenmesi ile alevlenen İ’lâ-yı kelimetullah gâyesiyle birleşmesinden doğan bu nâmütenâhî kudret eliyle kadim Türk devletleri cihana adâlet ve nizam yayma gayretinde olmuşlardır. Böylesine bir kudretten mahrum kalmak millî an’ane ve kültürün terk edilip millî şuurun geri plana atılması ile mümkün olabilir. Millî şuurdan mahrum kalındığında ise Türk devletleri ekseri inkırazın eşiğine gelmiş ve o öldürücü son darbeyi yemeden hemen evvel tekrar millî şuuru tesis etme uğraşısına girmişlerdir. Şüphesiz bunun en büyük örneğini Cihan Harbi ve akabinde giriştiğimiz İstiklâl Mücâdelemizde görmekteyiz.
Târihîmizde üzerinde pek durulmayan, tefekkür edilmeyen, bir iki cümle ile yarım yamalak anlatılıp es geçilen “iki şehrin hikâyesi” vardır ki bize şâyân-ı dikkat çok manzaralar sunmaktadır: Suyun farklı cihetlerinde karşılıklı bulunan (aralarında su olmasa komşu atfedilecek) bu iki şehirden biri hasımlara tek bir kurşun dahi atılmaksızın verilirken diğerinin üzerine dünyâda o zamana kadar görülmemiş, harp vâsıtalarının müşterek harekâtıyla korkunç bir taârruz gerçekleştirilmesine rağmen “cesedimi çiğnetirim yine de geçirtmem” denilerek akisleri nâmütenâhîlik kazanmış bir destana imzâ atılmıştır. Aralarında iki üç sene olmayan bu iki zıt vak’ayı ancak millî şuur ile açıklayabiliriz. Aynı millet, suyun farklı cihetindeki, pâyitaht anahtarı olan bu iki şehirden birini savunmaksızın teslim ederken diğerini destansı bir mukâvemet ile müdâfaa edip işgalci kuvvetlerin elini kolunu sallayarak geçmesine müsâade etmemiştir. Hiç şüphesiz bu destan, Balkan hezîmeti ile Türk’ün yüreğinde alevlenen millî şuurun bir eseridir.
Yine mütevâzî Türk devletinin ulu sultanı Alâeddin Keykubad’ın yaklaşan Moğol tehlikesine karşı almış olduğu tedbirler hep millî şuurun bir ürünüdür. Aynı Sultan’ın kabiliyet ve basîretten yoksun oğlunun, muvakkat olabilecek bir hal üzerine korku ve endîşeye kapılıp harp meydanından kaçarak milletin izzet, şeref ve nâmusunun çiğnenmesine sebebiyet vermesi de millî şuurdan mahrum olunduğunda ne türlü sıkıntılara düşebileceğimizin müşahhas ve son derece elem verici bir örneğidir.
Yakın târihîmize bakacak olursak: “Yeter söz milletin” diyen kimselerin Yavru Vatan’daki millettaşlarımızın feryatlarını dindirmek için garantör namlı devletin, acz içerisinde kapısını aşındırıp kifâyetsiz kalması millî şuur noksanlığının; diğer tarafta ise Kuvâ-yi Millîye ruhuyla bezenmiş kimselerin çıkarak yapılan zulüm ve katliamlara mukâvemet göstermesi de millî şuurun varlığının bir emâresidir.
Millî şuurun yokluğu netîcesinde başa gelenler hakkında verilebilecek misallerin sayısı daha da arttırılabilir. Garbın dev canavarına karşı millî bir ekonominin tesis edilememesi, millî kültürün korunamayıp muhtelif tehlikelere karşı savunmasız bırakılması, eğitimin millî temellerden çok gayri millî temeller üzerine binâ edilmesi vb. gibi millet aleyhinde olan şeylere karşı millî şuur noksanlığından çözüm üretilmemekte; hâlihazırdaki bu vaziyet ise millî şuur ile mücehhez kimseleri Osman Turan Hoca’nın deyimiyle “Türkiye Meydan Muhârebesinin” içine sokmaktadır. İnancımız o yönde ki gönlünde milletinin dindirilemez sevdâsını taşıyan millî şuura sahip kimseler lehine bu mücâdele de elbet bir gün nihâyete erecek ve millî şuurla bezenmiş devletin sancakları ebediyete kadar dalgalanacaktır.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.