Türk kültürü kendine has yapısı ile uzun müddet içerisinde gelişmiş ve Anadolu’da yaşamını devam ettirmiştir. Farklılıkların saygı ve sevgiyle karşılandığı bu topraklarda kurulan medeniyet ise kendisine mahsus birikimleri dil vâsıtasıyla muhâfaza etmektedir. Yâni dil, toplumların geleceğe emin adımlarla yürümesini sağlayan bir kara kutudur. Peki, hayat memat meselesi konumundaki dilin önemi, toplumumuzca idrak edilebildi mi? Edildiyse de dil üzerinde meydana gelen olumsuzlukları bertaraf etmek için ne gibi yollara başvuruldu?

Sormuş olduğumuz her iki sorunun da cevâbı gâyet açıktır: Toplumumuz, pek çok hususta olduğu gibi dil konusunda da yeterli derecede hassâsiyete sâhip değildir. Kezâ bir buçuk asırdan beri oldukça kuvvetli uyutma politikalarıyla boğuşmaktadır ki dil meselesi üzerindeki oyunlardan haberi bile yoktur. Hatta, zikrettiğimiz dönemden beri yaşanmakta olan dil ve kültür çökertme faâliyetlerini bir “modernizasyon”, bir “muâsırlaşma” olarak tasavvur etmektedir. Bunda, dış menşeli sahte aydınların ve onların savlarına kanan idârî kadroların etkisi yadsınamaz. Zîra kendi kültür ögelerinin dandikliği ve çağ dışı kaldığı yönündeki iddialar, zikredilen gruplar tarafından ortaya atılmaktadır. Diyelim ki; bu savlar hakîkati göstermektedir ve târihî kökleri, medenî cesâreti sağlam olan Türkler, çağının gerisinde kalmışlardır. Peki, bu geri kalmışlığın giderilmesini sağlamak için ana dilin, Türkçenin tahrif edilmesi mi gerekmektedir?

Türkler, dünya târihinin var olduğu andan îtibâren dünya üzerinde yaşamaktadır. Günümüzde “Orta Asya” olarak adlandırılmış olan “Türkistan” sâhasının evlâdı olan Türkler, hırçın bozkırların çocuklarıdır. Hayatta kalmak için önce yaşadıkları coğrafya ile mücâdele etmeyi öğrenen Türk toplulukları, kendi kültürel değerlerini de bu sâyede var etmişlerdir. Çeşitli zorluklar ekseninde oluşmuş olan bu kültür, târihî süreç içerisinde Türkistan’dan dünyânın her bir tarafına ulaşmıştır. Peki, târihin arkaik dönemlerinden günümüze değin devam eden Türklük, pek çok husûsiyetini nasıl koruyabilmiştir? Sormuş olduğumuz bu sualin birden fazla cevâbı olabilir. Ancak bir cevap vardır ki üzerinde fikir birliği sağlanacaktır: Türkçe. Evet, kadim Türk kültürünün pek çok bozucu etkene -internet, asimilasyon çalışmaları, vs.- rağmen kendisini muhâfaza edebilmesinin en büyük unsuru, Türk dilidir. Günümüzde gelinen nokta ise Türkçenin Türk toplulukları üzerindeki hayâtî etkisini apaçık göstermektedir. Biraz daha farklı sebep ve çıkarımları olmakla birlikte Anadolu Türklüğü ve Türkçesi için de durum böyledir.

Anadolu Türklüğü, Osmanlı İmparatorluğu’nun son demlerinden îtibâren Batı’nın kıskacında kalmıştır. 16. asırdan îtibâren sömürü faâliyetlerini yoğunlaştıran Batı’nın mâsum toplumların kanıyla beslenmesi, bu kıskacı keskinleştiren asıl nedendir. Zîra asırlardır Türklüğün gücünden nasibini alan Batılılar, Coğrâfî Keşifler ve akabinde kurdukları sömürü düzeni sâyesinde çok hızlı büyüdüler ve güçlerini göstermeye başladılar. Doğu-Batı, iç-dış, iktisâdî-askerî-içtimâî derken pek çok alanda boğuşmakta olan Anadolu Türklüğü ise tedrîcen gerilemekteydi. Aradan asırlar geçmesine rağmen Batı ile Osmanlı arasındaki makas giderek açılacak ve dünya siyâsî konjonktürü yeniden şekillenecekti. Dünyânın pek çok bölgesinde “köle-efendi” ilişkisi kuran Batılılar, kendilerini “yeni düzenin sâhibi” ve “dünyânın efendisi” olarak görmeye başladılar. Ellerindeki güç vâsıtasıyla istedikleri her şeyi elde edebileceklerini düşündüler. Fakat sâdece baskı ve şiddet yöntemiyle istediklerini elde edemeyeceklerini târihî süreç içerisinde öğrendiler. Peki, türlü saldırılara karşı hedeflerini tam olarak gerçekleştiremeyince pes mi ettiler? Günümüzde de görüldüğü üzere, hayır! Sâdece, hedefleri üç aşağı beş yukarı benzemesine rağmen farklı yöntemlere saptılar. “Hedef” konumundaki toplumların tanınması ve iç dinamiklerdeki açık kapıların tespit edilmesi, kullanılacak olan yöntemlerin “anahtarı” olacaktı. Bunu düstur olarak belleyen Batılılar, anahtarı kullanmak ve toplumların kapılarını sömürü düzenine açmak içinse bölgeyi kendi vatanları gibi tanıyan “câsuslara” ihtiyaç duydular. Bu kirli amaç doğrultusunda yetiştirilen her câsus, belirli bir görev tanımına sâhipti. Kimisi dindar bir derviş, kimisi Türkolog, kimisi de farklı tarîkat ve mezhebin müridi olarak başlardı görevine. Farklı kılıklarda, farklı coğrafyalarda görev yapan bu câsuslar, zaman içerisinde önemli faâliyetler elde etmeye başladılar. Bunun üzerine Batılılar, câsusluğun önemini çok iyi kavradılar ve hatta bu işi ciddî sûrette yapmak adına bakanlık bile kurdular. Fakat câsusluk veya istihbârat gibi faâliyetler, yalnız başına yeterli değildi. Zîra asıl hedef, toplumları daha ölümcül darbelerle içeriden bitirmekti ve bu da dışarıdan gönderilen adamlar tarafından kolaylıkla yapılacak bir iş değildi. Bu hedefe ulaşabilmek için toplumların içeriden ve kendi insanları tarafından işgâle açık hâle getirilmesi, dolayısıyla da maddî mânevî değerlerin zayıflatılması gerekmekteydi. Günümüz dünya konjonktürünün oluşumu ise bu düşünce ekseninde gerçekleşecekti.

Dünyâda etkin bir güç olmak için çırpınan aydın ülkeler, kendileri dışında kalan ülkelerin “aydınlanmasını” istemezler. Bu, kâinatın bir gerçeğidir. Ancak çeşitli yumuşak temaslar ve samîmî davranışlarla kendilerini mâsum göstermek yine bu ülkelerin özelliklerindendir. Dünyânın pek çok yerinde bu şekilde hareketlerle kamufle olmuş olan ülkeler, medenîleştirmek için gittikleri yerleri kısa veya uzun vâdede köleleştirmekteydiler. Tabiî, dil ve dolayısıyla kültür yapısının ortadan kaldırılması ile çöküntüye giren toplumlar, aldıkları hayâtî yarayı kolaylıkla tedavi edememektedirler. Maalesef toplumumuz da aynı sancılı süreçten geçmektedir. Yaklaşık olarak bir buçuk asırdan beri süregelen dış baskılar ve kültürel bozulmalar, içerisinde bulunduğumuz sancılı sürecin en bâriz sebepleridir. İç kaynaklı çöküntüler mevzûunda ise Batılılar tarafından yetiştirilen ve onların “toplumumuzdaki uzantısı” hüviyetini kendilerinde barındıran sahte aydınlar, asıl unsurdur.

Ülkemizde iki türlü aydın sınıfı bulunmaktadır. Bunlar; millî hususların göz ardı edilmemesi gerektiğini savunan “yerli” aydınlar ile her türlü gelişmenin dış ülkeler vâsıtasıyla olacağını iddia eden “sahte/devşirme” aydınlardır. Bunun bir neticesi olarak; yazımızın başında sormuş bulunduğumuz “geri kalmışlığın giderilmesini sağlamak için Türkçenin tahrif edilmesi mi gerekmektedir?” sorusuna verilecek olan cevaplar, birbirine taban tabana zıt olacaktır. Millî aydınlar, Türkçemizin hazîne gibi saklanması gerekliliğini savunurlar; dışarıdan gönderilen aydınlar ise “dünya dili”ne uyum sağlanmasını uygun göreceklerdir. Aydın sınıflar arasındaki uçurumu andıran fark ise dilimizin bozulmasına ve dolayısıyla da toplumumuzun köklerinin sarsılmasına neden olacaktır.

Ülkelerin ve toplumların, içerisinde yaşanılan çağa ayak uydurması kaçınılmaz bir zorunluluktur. İncelemeye tâbi tutulan toplumun her kesimi, bu gerçekliği kesinkes onaylar. Fakat çağdaş olmak ve muâsır medeniyete çeşitli açılardan dahîl olmakla kasıt nedir? Kılık-kıyâfet, telefon modelleri, ana dil yerine yabancı dil kullanımı, sanal dünyânın yanıltıcı ortamı gibi hususlar değildir herhalde. Olsa olsa çağın getirdiği her türlü imkândan haberdar olmak ve bu imkânları kendi benliğini kaybetmeden değerlendirmektir. Öyle ise modern olmak için kendi ana dilini kenara atmak gerekmez. Ana dile binâen çalışılan alan için gerekli olan veya yakınlık hissedilen yabancı diller öğrenilebilir. Desteklenmesi gereken bu durum, toplumumuz ve aydın sınıfımız açısından çok renkli katmanlar oluşmasını da sağlar. Fakat buradaki asıl tehlike, “Türkçenin muâsırlaşma önünde büyük bir engel olduğu” savının giderek bilinçaltına yerleşmesi ve eğitimin “yabancı” dille icrâ edilmesi hâlidir. Ülkemizde yabancı dille eğitime gerek var mı, varsa da ne kadar gerekli? Sömürge hâlinde bulunan ülkeler, kendi dilleri hâricînde diller kullanırlar. Yukarıda sormuş olduğumuz sorudan hemen önce “Türkiye sömürge midir?” sorusuna yanıt verilmelidir.

Sömürge olduğunu kabul ediyorsak zâten yabancı dil meselesini uzatmanın bir anlamı yok. Eğer kabul etmiyorsak -ki zaten değildir, sömürge yapılmak istenmektedir- o zaman tam da bu meselelerle uğraşmamız gerekmektedir. Dil; anlaşmak, arkada eser bırakmak ve kültürel olarak ayakta kalmak için elzemdir. Türkçenin ve Türklerin târihî serüveninden bahsetmiştik. Yâni, zorlu bir süreçten zenginleşerek geçen bir dile sâhibiz. Osmanlının son dönemlerinden beri toplumumuz üzerinde yapılmakta olan çökertme harekâtı, en fazla dil meselesi üzerinde kendisini göstermiştir. Çünkü dil elden gittiği vakit, bizim gibi önemli ve târihe yön veren toplumların târihî bağları hızlıca kopacaktır. İyi de Türkçe elden gittikten ya da gücü kırıldıktan sonra Anadolu insanı nasıl anlaşacak? Devrimler, yıktıklarının yerine daha farklı ve geçerli bir yapı inşâ etmezlerse ayakta kalamazlar. Yapmış olduğumuz devrim çıkarımına göre kaldırılan veyâhut tahrif edilen Türkçenin yerine de bir muâdili konulacaktır, diyebiliriz. Muâdil olarak gelen dil ise dönemin dünya dili (lingua Franca) olarak kabul edilen yâni bizi sömüren ülkenin dili olacaktır. Peki, ülkemizde en fazla yaygınlaşan ve anaokulundaki çocuğa dahi öğretilen dil hangisidir? İngilizce. Kısacası, ülkemizde gerçekleştirilmeye çalışılan -hatta, bâzı yerlerde uygulanan- yabancı dille eğitimin hâmîsi de -doğal olarak- ABD ve İngiltere’dir. Osmanlı zamanında da Fransızca mûteberdi ve Fransızlar, kendi dillerinin öğretilmesi husûsunda faaldiler. Görüldüğü üzere taraflar, kişiler, yapılar, diller değişse bile muhâtap olunan zihniyet aynıdır ve yerli aydın sınıfı, bu zihniyete karşıdır.

Yerli aydınlar, yabancı dil konusundaki serzenişlerinde haksız mıdır? Yerli aydınların yabancı dil öğrenimine karşı olmadıkları, ilk evvel söylenmesi gereken bir husustur. Yabancı toplumlara âit bir veya daha fazla dil bilmek, insanın ufkunu genişletecektir. Buna kimsenin îtirazı yoktur. Ancak kendi dilin dururken yabancı ülkelerin dilleriyle eğitim vermek, sâdece eleştirmekle yetinilecek bir durum değildir! Teklif dahi edilemeyecek mâhiyetteki bu duruma karşı ise her kesimden vatandaşımızın tepki göstermesi ve kendi bağrından çıkan aydınları desteklemesi gerekmektedir. Bütün toplumu teyakkuza geçirecek kadar önemli olan “yabancı dille eğitim” meselesi, ne gibi olumsuzluklara sâhiptir?

Yabancı dille eğitim, belirli bir aşamaya kadar gelindiği takdirde toplumun her kesimine sirâyet edecektir. Toplumun hâfızası konumundaki büyüklerimizden konuşma çağına gelmiş çocuklarımıza değin herkes, bu sancılı süreçten nasibini alacaktır. Böylece Türkçemiz gün geçtikçe körelecektir. Türkçe, Türk’ün hayat sigortasıdır. Bu bağlamda dilimizin körelmesi ya da varlığını kaybetmesi, maddî ve mânevî açıdan Türklük şuûrunu ortadan kaldıracaktır.

Yabancı dilde eğitim meselesinin yaygınlaşması, birbirinden farklı kurum ve kuruluşun açılmasına sebebiyet verecektir. Bu durumda, MEB ve müfredatı bozulmaya uğrayacaktır. Müfredatın saçma sapan bir hâle bürünmesi ise Anadolu evlâdının çöküşüne giden yolu açacaktır.

MEB, yabancı dilde eğitim husûsunda oldukça büyük sıkıntılar içerisinde kalacaktır. Zîra günümüzdeki yabancı dil derslerine giren öğretmenlerin tamamına yakını, öğrettikleri dilden bîhaber vaziyettedirler. Kelime ve gramer ezberiyle ayakta kalan yabancı dil bilgileri, böylesine kuvvetli bir çalışma temposuna dayanamaz. Bunun için yeterince yabancı dil öğretmeni temin edilmesi gerekir. İlâveten, dersler yabancı dilde işleneceği için diğer alan öğretmenlerinin de gayet iyi seviyede yabancı dil bilmesi lâzımdır. Bir de okutulacak derslere âit yabancı dilde yazılmış ders kitapları meselesi var tabiî… Böylesine ciddî bir işin üstesinden gelebilmek için epeyce zaman geçmesi gerekir ya da ders kitaplarını dışarıdan temin ederek bu sıkıntı bertaraf edilebilir. Böylece, eğitim sistemi tam mânâsıyla “çökmüş” olur. Görülüyor ki MEB, yabancı dille eğitim meselesi için uygun bir alt yapıya sâhip değildir. Zâten asıl tehlike de MEB hâricînde ve gizliden gizliye kendi bildiğini okuyan eğitim merkezlerinden yükselmektedir. Bir nevi, geçmişteki misyoner okullarının devamı gibi…

Yabancı dilde eğitim yapılması, öğrenilmesi gereken dil için bâzı esasları zorunlu kılacaktır. Şart koşulan zorunlulukları yerine getirmek mecbûriyetinde olan ana-baba ise çocukları mağdur olmasın diye kendisinden fedâkârlık edecektir. Bu durum, toplumsal açıdan birtakım sıkıntıları da beraberinde getirecektir.

Ülkemizde pek çok alan istismar edilmektedir. Zorunlu kılınması durumunda, yabancı dil eğitimi için de böyle bir istismar durumu meydana gelecektir. Zîra ülkemizde yaşanan birtakım varlıklar, millet zora düştüğünde “kurtarıcı” veya “alanında uzman kişiler” olarak piyasaya çıkmaktadır. Bu unvan ve maskenin ardına saklanıp insanların elinde ve cebinde ne varsa alıyorlar. Yabancı dilde eğitim meselesi ekseninde “sertifikalı dil uzmanı” olarak karşımıza çıkmayacakları ne mâlûm? Bunun garantisi verilebilir mi? Diyelim ki bu türden işletmeler açtılar ve eğitime başladılar. Peki, öğrenciyi nasıl bir eğitime tâbi tutacaklar? Hemen söyleyelim; bugünkü sahte dil kurslarından hallice… Bugünküler ne hâldeler? Bilmem ne kültürü, dil ve uygarlık, medeniyet ve dil eğitimi vb. isimler taşıyan günümüzdeki dil kurslarının uzman(!) kadroları, çeşitli sömürge ülkelerinden ülkemize gelmiş olan insanlardan oluşmaktadır. Siz, hakîkî bir İngiliz dil bilimciden ders almak umuduyla kursa giderken Kenyalı bir şahısla karşılaşıyorsunuz. Yarım yamalak İngilizcesiyle sizlere bilgi vermeye ve hatta dil öğretmeye çalışıyor. Kendi ülkesinden eğitim veya farklı amaçlarla Türkiye’ye gelmiş olan bir insandan, sömürgeleşmiş ülkelerin kendisine bile faydası olamayan bir ferdinden sizlere, bizlere fayda gelir mi? Bu durumların üzerine, dil seviyenize göre kur fiyatına antlaşma yapıyorsunuz ve uçuk fiyatlarla karşılaşıyorsunuz. Fakat tonla para verilen bu kursların size tek artısı -o da değerlendirebilirseniz- konuşma etkinlikleri oluyor. Bu, olacak iş mi? Pek çok dil kursunu -İzmir içerisinde- gözlemlemiş biri olarak ifâde ediyorum ki bundan daha fazlasıyla karşılaşmanız pek mümkün görünmüyor. Hele bir de üzerinde durduğumuz yabancı dilde eğitim meselesi kesinkes gerçekleşirse o zamanki durum daha vahim bir hal alacak!

İnsan, dünyâya gözlerini açtığı andan îtibâren kendi toplumu içerisinde kendi diliyle yetişir. Bizim çocuklarımız da aynı şekilde yetişir ve ilk önce Türkçe ile tanış olur. Anne ve babalar birbiriyle iddiaya girerler, “önce hangimize seslenecek acaba” diye. Bebeğin seslenişinden beklentileri nedir? Anne veya baba sözcüklerinin söylenmesi, öyle değil mi? Yâni, kimse “mother” ya da “father” gibi bir seslenişle karşılaşmayı beklemez ya da istemez. Çünkü kendi dili değildir ve çocuğunun hayâta dâir atacağı bu önemli adımı, kendi diliyle gerçekleştirmesini ister.

Târih için yapılan “geçmişle gelecek arasındaki köprüdür” tanımı oldukça yaygındır ve gerçeği yansıtmaktadır. Peki, dil olmadıktan sonra o köprüyü nasıl kuracaksınız? Bir târihçi olarak söylüyorum ki; târih, geçmişle gelecek arasındaki bir köprü ise dil de o köprüyü ayakta tutan ayaklardır! Geçmişi bilmeden bugünü anlayamıyorsanız; dilinizi hakkıyla bilmeden de bugünü anlayamazsınız!

Dil; toplumu ve medenî değerleri koruyan bir muhâfızdır. Çeşitli konularda kaleme aldığımız yazılarımızda olduğu gibi okumakta olduğunuz yazımızda da bu konuya yeterince temas ettik. Dilin “muhâfız” rolüne örnek verecek olursak; Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteâkip kurulmuş olan Türk devletlerini burada zikredebiliriz. Sovyetler, Türklere karşı takındıkları tavır ve asimilasyon faâliyetleri kapsamında Türkçemize saldırmayı uygun görmüştü. Kendince haklı sebepleri de vardı. Peki, sonunda ne oldu? 90’lı yıllarda pek çok Türk Devleti, özgürlüğüne kavuştu. Demek ki Sovyetler başarılı olamadı, öyle değil mi? Tabiî ki, öyle değil! Yıldırıcı asimilasyon faâliyetine mâruz kalan Türk toplulukları Kazakça, Âzerîce(!), Türkmence gibi diller öğrendiler. Ayrıca onlar Türk değil, Kazak, Âzerî ve Türkmen’diler(!). Rus hegemonyası altında modern bir yaşama geçtikleri için de çocuklarına Türkçe veya İslâm’ı anımsatacak isimler koymaları da yasaktı. Evet, bugün pek çok bağımsız Türk Devleti bulunmakta ve bu durum bizleri mutlu etmekte. Ancak, Türklük noktasındaki pek çok alanda da bu devletler ve toplumları arasında kopukluk bulunmaktadır. Burada detaya giremesek bile genel îtibârıyla durum böyledir.

Yabancı dilde eğitim meselesi, yazımızın başından beri aktardığımız kirli emellerin bir ürünüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türklük şuûrunun muhâfızı olan Türkçemizin elimizden alınması husûsunda önemli bir projedir. Âdeta, bir buçuk asırdan beri yapılmak istenen kültürel çöküntü düzeninin “Truva Atı” mâhiyetindedir. Maddeler hâlinde sıraladığımız sorunlar da -eklemediğimiz hususlar da olmuştur tabiî- “Truva Atı” teşbihinin ne kadar isâbetli olduğunu gözler önüne sermektedir. İlâveten, yazımızda sarf ettiğimiz ifâdeler hamâset ürünü değil, bilakis, târihî gerçekliklerdir. Zîra yerli bir aydın olarak, aynı zamanda târihçi kimliğimizle ifâde etmekteyiz ki: İngiliz, Amerikalı, Fransız, Rus veya Çinli bir insan için kendi dilleri ne anlam ifâde ediyorsa Türkçemiz de bizim için en az onlarda olduğu kadar kutsiyet arz etmektedir. Burada herhangi bir hamâset olmadığı gibi her kültür ve dilin kendi içerisinde yaşaması gerektiği husûsu vurgulanmaktadır. Bu gerekçeyle yabancı dilde eğitim meselesinin sâdece bizim değil, bütün milletler için bir safsatadan ibâret olduğunu defaâtle haykırıyoruz! Ve son söz niyetiyle söylüyoruz ki: Yabancı dilde eğitim; bir ülkenin yönetici veya “aydın” sınıfının, kendi vatandaşlarına ihânet ettiğinin göstergesidir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.