Dünyânın bugünkü karmaşık ve kaotik ortamında ülkeler, muhtelif güvenli limanlar arıyor. Kendilerini önüne katıp sürükleyecek sellere karşı müttefik setleri payanda ederek korunmaya çalışıyorlar. Bu yüzden ülkelerarası temaslar, yakınlaşmalar, iş birlikleri, iyi komşuluklar ve ittifaklar öne çıkıyor. Bu mübaşeret veya diğer türlü yakın ilişkiler bölgese içinde yakınlığa, müşterek kültüre veya aynı medeniyet dâiresine dayandığı zaman daha rahat ve kavî ilerliyor. Sâdece bu umûmî anlayış bile Asya’dan Avrupa’ya uzanan adâlet ve huzurun mîmârı Türklerin 21. yüzyılda oluşturabilecekleri birlikteliğin gerekliliğini ve fırsatlarını anlatmaya yeterlidir. İşte bu fırsat ve gereklilik kapıları doğana kadar geçen süreçteki sancılı günlerin başat meselelerinden biri olan konulara bir önceki yazımızda girizgâh niteliğinde değinmiştik. Şimdi de konuyu biraz daha şümullü hâle getirerek uygulanan emperyalist politikaların misalleri ile neler olduğunu anlatıp ardından ortak bir târih yazıcılığının tekliflerinin neler olduğundan bahsedip yazıyı nihayetlendirmeyi umuyorum.

İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin hegemonya, rızanın üretimi ve aydınlar hakkındaki düşüncelerini okuduğumda aslında bu konuya mesnet oluşturan birer nüve olduklarını idrak ettim ve ilgi çekici olması dolayısıyla yazımda yer vermeden edemeyeceğim. Hegemonya kavramıyla Gramsci, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde kurmuş olduğu egemenliği açıklamaya çalışmaktadır. Hegemonya kavramı da onun nazarında, çoğunluğun kendisini ikincil konuma koyan sisteme rızasının sürekli bir biçimde kazanılmasını ve yeniden kazanılmasını içermektedir. Bu aydınlar eliyle ve eğitim sistemiyle gerçekleşmektedir. Egemen sınıfın fikirleri belli bir zaman sonra toplumda kamuoyu hâline dönüşürse doğru olan şey gibi görünecektir. Bunu sağlayan temel aygıtların başında eğitim sistemi, din görevlileri ve özellikle kitle iletişim araçları gelmektedir. Zira Gramsci’ye göre bir sınıf politik egemenliğe ulaşmadan önce hegemonyasını kurabilir ve hatta kurmalıdır da. Böylelikle hegemonya, siyâsî yönetim olmadan önce, kültürel ve moral yönetim durumuna gelecektir demektedir.[1] Yani Gramsci bir okuma ile bile Türkistan üzerinde Sovyet ideolojisinin tahakkümünün altyapısı tespit edilebilir.

İlk olarak değinmek istediğim Türkistan, “Türklerin Yurdu” anlamına gelmektedir. Bu yüzden bâzen terim olarak kullanmak zorunda kalsak da bölgeyi ifâde ederken “Orta Asya” tâbirinden uzak durmaya çalışmamız gerekmektedir. Uzun yıllardır Sovyet yazarları “Türkistan” tâbirini kullanmamaya dikkat etmişlerdir. Sovyet yazarları asimilasyon hareketlerinin bir ürünü olarak “Türkistan” tâbirinin yerine “Sovyet Orta Asya’sı” ve “Kazakistan” tâbirini kullanarak bölgeyi iki ayrı coğrafyaya bölmüşlerdir. Türkistan’da kurulacak olası bir Türk birliğine karşı Sovyet Rusya, “Türkistan” tâbirinin kullanılmasını 16 Eylül 1924’te yasaklamıştır. Böylece Türkistan tâbiri giderek siyâsî ve kültürel muhtevâsından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Yâni Türkistan’ı; milletlerin önce ayrıştırarak sonra karıştırıp sûnî ad ve topluluklar îcat edip böl yönet politikası uygulayarak halkların karışabileceğini ispatlamak için bir deney meydanı olarak göstermek isteyen Sovyet yönetimi, bu ülkenin ismini reddederek, Türkistanlılar arasındaki aynı millete mensup olma şuurunu yok etmek, aynı toplulukları birbirine yabancılaştırarak küçük sûnî farklılıkları körükleyip derinleştirerek hegemonyasını tesis etmeye çalışmıştır ama çok şükür ki başarısız olmuştur.

SSCB’nin Dil ve Alfabe Politikaları

Dil nedir sorusuna, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in Türkoloji öğretiminde yaygın olarak kullanıldığı ve benim de esaslı bulduğum bir târifi var:

“Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimâî bir müessesedir.”[2]

Dil eşsiz bir kâbiliyet, kendi kendini yaratan, geliştiren, değiştiren, bâzen de fakirleştiren bir canlı ama ne bitki ne de hayvan olan bir toplum kurumudur. Dili, muayyen zamanda yaşayan bir insan veya toplum da inşa etmiyor. Dil, toplumun zaman nehrindeki akışı sırasında, nesilde nesile devrolundukça oluşuyor. Dil milleti, millet de dili inşa ediyor. Oktay Sinanoğlu’nun dediği gibi “Dil olmayınca insanların benlikleri olmaz. İnsanlar kendi kültürlerinden kopar ve ondan sonra devletle millet arasında bir bölünme meydana gelir. Dilini unutan kavimlerin târihten adları bile silinir gider. Anadolu, böyle yok olmuş kavimlerin binlerce yıl sonra kazılarda bulunan çanak çömlek kırıntıları ile doludur.” Yâni özetle dil milleti, millet devleti oluşturuyor. Dil yerine daha kapsamlı olan kültür de diyebilirsiniz. Zâten kültür, bir mîrastır ve bu mîrasın çoğu, dil sayesinde nesilden nesile aktarılır. Dil- millet-devlet. Fakat süreç burada kesilmiyor. Devlet kurulduktan sonra da dönüp yeni nesillere dili öğretiyor; târihi ve kültürü aktarıyor.

Dil konusuna değinip de İlminskiy’den bahsetmemek imkansızdır. Hatta kendisini dil, din ve eğitim politikalarında da Sovyet fikrî müktesebatında göreceğiz. İlminskiy, Kazan Üniversitesi’nde Türk lehçeleri ve ilâhiyat üzerine çalışan bir profesördü ancak o yalnızca bir eğitimci değil, Rus olmayan milletleri Ruslaştırmanın ancak eğitim yolu ile mümkün olacağına inanan bir Rus milliyetçisi ve koyu bir Hristiyan’dır (aynı zamanda misyoner). Rus papaz ve Türkolog N. İlminskiy; “…Yabancı milletlerin eğitilmesi bunların Rusya’nın ruhuna yakınlaştırılması, istikbal için büyük siyâsî önemi olan bir vazifedir… İnanç ve dil bakımından Ruslarla kesin olarak kaynaştırılmaları, yabancı milletlerin eğitim sisteminin erişmek istediği son amaç olmalıdır.” diyerek Türkistan’ı Ruslaştırma siyâsetini başlatmıştır. Bu siyâset henüz Çarlık rejimi ayakta iken başlamıştır ve Sovyet Döneminin de temel siyâseti olmuştur. Bu istikâmette 1862’de Hristiyanlaşmış Kreşen Tatarları, 1871’de Çuvaş Türkleri için Kiril alfabesi hazırlanmış ve uygulamaya koyulmuştur. Onları Yakut Türkleri takip etmiştir. Fakat Çarlık rejiminin uygulamaları, misyonerlerin Türk ahâli arasındaki faaliyeti, bâzı Türk halklarına Kiril alfabesinin zorla kabul ettirilmesi, Rusya’da yaşayan Türkler arasında Rusluğa karşı bir nefret uyandırmıştır.

İlminskiy, Türkleri Ruslaştırmak için dillerini boy boy ayırmaya, Arap alfabesinden müşterek bir Rus alfabesine geçirmeye çalışır. İlminskiy, faaliyetlerinde kendine en büyük engeli Gaspıralı’nın teşkil ettiğini görür. Bu yüzden Tercüman’ı kapattırmak için hükümetten destek almaya çalışır. Gaspıralı İsmail Bey, Çarlık yönetiminin Türklerin dil, din, târih ve millî kültürlerinin eritip yok etme gayretlerini dikkatle izliyordu. Her konuda müşterek değerlere sâhip olan bu boylara coğrâfî olarak sûnî sınırlar çizilerek mecbûrî iskân politikaları uygulanıyor, sistemli bir şekilde târihlerinden ve medeniyetlerinden koparılmaya çalışılıyordu. Gasıpları İsmail Bey, Rusların İlminskiy metodu ile bu Türkleri Ruslaştırma ve Hristiyanlaştırma siyâsetini Türklüğün geleceği için büyük bir tehlike olarak görüyordu. Rus eğitim bakanı Tolstov’un şu sözleri Gaspıralı Beyin endişelerini haklı çıkarmaktadır “Rus olmayan milletleri eğitip aydınlatmanın ve onlara Rusluk rûhunu aşılamanın, devletimizin tâkip ettiği siyâset bakımından son derece ehemmiyetli olduğu kanaatindeyim. Anavatanımızın sınırları dâhilinde yaşamakta olan bütün yabancı milletlerin eğitimi onları kayıtsız şartsız Ruslaştırma ve Rus halkı ile kaynaştırma hedefi gütmeli”[3] demiştir. İşte Müslüman Türkler için tek çıkar yolun millî ve dînî varlıklarını devam ettirebilmek olduğunu fark ettiği için Gaspıralı, Türklerin Cedit okulları ile gerekli eğitim reformlarını gerçekleştirerek Türklerin millî birlik ve beraberliklerinin kaybolmasını engellemiştir.

Lenin’in ilk yıllarda sosyalizmin daha iyi anlaşılması için yerel dillerde eğitim anlayışı uygulanması ve bu cihette girişimler esasında Türk halklarının birleştirilmesi ve müşterek bir dile evrilmesinin de önüne geçiyordu. Bu hâliyle Sovyet Rusya, Türkistan’da yaşayan Türk Devletlerini dil merkezli ve birleştirici bir millet unsurunun müşterekliğinden uzaklaştırarak cumhuriyetlere bölmüş oluyordu. Bu durum millî kimlik bilincini yok ediyordu. Zîra bu şekilde bozkır, daha kolay yönetilebilir ve parçalı bir hâle gelmiş oluyordu. Buna rağmen Lenin döneminde ve akabindeki zamanlarda Türkistanlı Türk münevverler arasında ortak Türk dili ve alfabesi arayışlarından vazgeçilmemiş bu yönlü tartışmalar ayyuka çıkmıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin 1928 yılında alfabe olarak Latin alfabesini kabul etmesinin ardından Türkistan’daki Türkler de 1930 yılında Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi’ni kabul edip kullanma kararı almıştır.

Alfabe meselesi, dil meselesinin mühim bir alt başlığı olarak öne çıkıyor. 19. yüzyılda devamındaki yüzyılda yazım zorluklarından ve farklı yazım alışkanlıkları gibi sebeplerden dolayı o zaman kullanılan Arap alfabesinin ıslahı gündeme geldi. Bu tartışmalar, kısa bir süre sonra Latin harflerine geçiş görüşünün de seslendirilmesini doğurdu. Bütün bu gelişmeler sonucunda hem Türkiye’de hem de Sovyetler Birliği’nde Türkler Latin harflerini kullanmaya başladı. Fakat Sovyetler Birliği’nde bu dönem kısa sürdü ve 1940’larda Latin harfleri kaldırılarak her Türk toplumu ayrı bir Kiril alfabesine geçirildi. 1950’lerden îtibâren ise ana dilleri tahrif etme ve sosyal hayattan çıkarma politikalar hız kazandı. Yâni özet olarak Türkistan 20 yıl içerisinde 1920’lerde Arap alfabesi, 1930’larda Latin ve 1940’larda Kiril alfabeleri olmak üzere üç farklı alfabe kullanıldı. Çok şükür ki bağımsızlığa kavuştuklarından sonra Türk Cumhuriyetlerinde Latin alfabesine dönüş süreçleri nihâyete ermek üzere.

SSCB’nin Yer Adları ve Eğitim Politikaları

Türkistan Türklüğünü Ruslaştırma metotlarından birisi de Türkistan’daki yer adlarının ve coğrâfî isimlerin Ruslaştırılması oldu. Emperyalist ve sömürgeci bir anlayışın da tezahürü olarak bu politikanın altında yatan saik; bir coğrafyayı yahut bir ülkeyi işgal eden devletin hâkim görüşü ve dayandığı ideolojisi, yerine geçtiği ideolojinin tüm varlık unsurlarını yok ederek halkın hafızasından silmek istemesidir. Türk Müslüman soyadları sonuna “-ov”, “-yev” “-viç” ilavelerini getirmişler, yetim kalan çocuklara ise tamâmen Rus isimleri vermişlerdir. SSCB’de yöneticiler coğrâfî yer isimlerini, mahalle ve sokak isimlerine kadar değiştirmiş, yöre insanının târihî ve kültürel hâfızasını yok saymış, yeni bir târih, yeni bir kültür, yeni bir insan tipi yaratmaya çalışmıştır.

Sovyet sistemi, Ruslaştırmanın, ancak kültürel mirasın ortadan kaldırılması ile gerçekleştirilebileceğine inandı ve bunu da sâdece eğitimle gerçekleştirebilirdi. Unutmamak gerekir ki Sovyet okullarında genellikle “şekil îtibârı ile proleter, içerik olarak millî” bir eğitim politikası yürütülmekteydi. Sovyet Rusya’da “proleterce” denen ifadenin altında “Rus kültürü” “Rusçuluk” ideolojisi yatıyordu. Bir halkın rûhundan filizlenmeyen, hayâtî ihtiyaçlarını karşılayamayan bir kurum, o halkın sosyal gelişiminde hiçbir şekilde olumlu iş göremezdi. 1930’lu yıllarla birlikte Rusçanın kullanılması ve Rus okullarının açılması SSCB sınırları içerisinde oldukça yaygınlaşmaya başladı. Türkistan’daki hemen hemen tüm bölgelerde açılan Rus okulları oldukça büyük rağbet görmeye başlar. Bunda çocuklarının gelecek kaygısını gören halkın katkısı büyüktür. Bu durum yerel dillere ve yerel kültüre dayalı eğitim unsurlarına rağbeti ve ilgiyi azaltmasına neden olmuştur. Çünkü tüm devlet ve üst kademelerde görev yapmanın yegâne yolu ve koşulu çok iyi derecede Rusça bilmekten geçmekteydi. Bu durumlar karşısında Rusça ve Rus eğitimi veren okullar üstün konuma gelmiştir. Ayrıca Sovyet döneminde Türkistan’daki eğitim programı, millî ve İslâmî unsurlardan uzak, Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen Sovyet sistemi ile organize edildiği için yetişen yeni nesiller de bir Sovyet vatandaşı olarak eğitim görmeye başlamıştır. Türkistan’daki bilhassa kırsal bölgelerde hâla güçlü olan kültürel ögeler Sovyet iktidârının önündeki önemli bir engel olarak gören bir ideolojik yaklaşım, okulların yanı sıra KP’nin gençlik organı olan Komsomol’un düzenlendiği aktivitelerde hayâta geçirilmeye çalışılmıştır.

Türkistan’da tatbik edilen eğitim politikası konusunda daha müşahhas bir bilgi edinebilmek için Türkistan’ın maddî ihtiyacını karşılayacağı iddiasıyla açılan Taşkent Üniversitesi’nin faâliyetlerini gözden geçirmek kâfi olacaktır. Taşkent’te iki üniversiteden biri Orta Asya Devlet Üniversitesi, diğeri ise Orta Asya Komünistlik Üniversitesi idi. Sovyet basınında yer alan bilgilere göre, 1928 yılında Taşkent Üniversitesi’ndeki 3.121 öğrenciden ancak 131 (%3’ü)’i Türkistanlı idi. Türkistan Cumhuriyetleri’nde eğitim seviyesi düşüktü.[4] Bu durum gerek öğretmenlerin ilmî düzeylerinin yetersizliği gerek derslerin içerdiği konular gerek okul binalarının vahim durumu ve gerekse okutulacak ders kitaplarının eğitim yılına hazırlanamaması gibi birçok sebepten kaynaklanmaktaydı. Türkistan’da 4 sınıflı ilkokul mevcut değildi. Bölgede 4 sınıflı okul sâdece Suzak’ta yer alıyordu. Kalan okulların ise tamâmı bir yıllık okullardan ibaretti. Foucault’nun, kılcala işleyen iktidar modeli; Sovyet ders kitaplarında, normal parçalar arasına serpiştirilmiş olarak Lenin, Sovyet Ordusu, Vatan (Sovyet toprağı), Devrim, Savaş Yıldönümleri ve Mayıs kutlamalarına bol bol yer vermektedir. Foucault’nun ifade ettiği gibi, kendi gerçeklerini ve olumluluklarını öğreten veya hissettirmeden dayatan bir yapıya dönüşmektedir. Ders kitaplarında ustaca gizlenmiş olan iktidar, neyin yapılıp neyin yapılmayacağına ve neyin mühim ve neyin ehemmiyetsiz olduğuna çocuklar adına karar verirken, çocuk adına vermiş olduğu ve tatbikini istediği bu kararları da kurumları aracılığıyla murakabe etmiş olmaktadır. İktidar, toplum hayâtının tüm seviyelerinde varlığını hissettirdiği için bireyi ve onun hareket alanını âdeta kuşatmış ve daraltmıştır.

SSCB’nin Din Politikaları

70 yıllık değişen konjonktüre göre izlenen din politikalarını aşağıdaki dönemlere ayırabiliriz:

  1. Güven ve zaman kazanma ile kısmen müsamaha dönemi (1917- 1926)
  2. Dîne saldırı, dinle ve dindarlarla mücâdele dönemi (1926-1929)
  3. Saldırı, baskı ve zulmün zirveye çıktığı tam sosyalizm dönemi (1929-1941)
  4. Gevşeme, dînin moral gücünden yararlanma, dîni din ile kontrol dönemi (1943-1955)
  5. Dîne karşı son hamle: Kruşçev’in Kampanyası (1959-1962)
  6. Dînin sosyal olgu olarak tanınması, kontrollü izin dönemi (1963- 1990)
  7. Kararsızlık ve dinden faydalanma dönemi, Sovyetlerin dağılması sonrası Bolşeviklerin meşruiyet kazanmak ve yayılma aracı olarak kullanmak için dinden yararlandıkları dönemdir.[5]

1917 ihtilâli sonrasında yaklaşık on yıl içerisinde bütün dire­niş unsurlarını ortadan kaldıran Sovyetus yönetiminin en ağır baskısına maruz kalan gruplar; münevverler ve dînî hayâtın önde gelen isimleri olmuştur. Basmacılar hare­ketinin sona ermesinden sonra Türkistan’ın mânevî hayâtına önderlik eden kadroların bir kısmı Afganistan ve hatta oradan da Arabistan’ın Hicaz bölgesine hicret etmişlerdir. Lenin’den sonra iş başına gelen Stalin ise uyguladığı politikalarla tam bir soykırım gerçekleştirerek 2. Dünya Savaşı öncesinde bazı mahallî komünist yöneticiler de dâhil olmak üzere Kafkaslardan Türkistan’a bütün Türk yurtlarında yaklaşık on milyon aydın insanı katletmiştir.

Stalin döneminde uygulanan bu soykırımın başlıca hedeflerinden birisi olan din âlimleri ve tasavvuf önderlerinin yok edilmesi, toplumun İslâmî hafızasının kaybını hedeflemiştir. Hatta en ufak İslâmî bir tezahür dahi KGB tarafından rapor edilerek ortadan kaldırılmıştır. Evinde başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslâmî kitaplar ve hatta Arapça yazılı herhangi bir metin bulunan insan, takibata uğratılarak en muhtemel olarak Sibirya’nın haber alınamayan çalışma kamplarına sürgün edilmiştir. Okuduğum bir kitapta bu soykırım derecesindeki kıyımın durumunu anlatmak isteyen bir Kazak Türk’ü bir zaman geldiğinde cenazeleri tekfin edip toprağa verecek derecede İslâmî bilgi sâhibi insanların neredeyse kalmaması sonucunda pek çok cenazenin yakın bir yerden bu işlemi yapabilecek birisi gelene kadar günlerce bekletilerek toprağa verilebildiğini kaydettiği satırlar mevcuttu.

Özellikle türbelere ziyâret için gelenler KGB tarafından tespit edilen ziyâretçinin, eğer devletin herhangi bir dâire, fabrika ve işletmesinde çalışıyor ise, sorgulanarak işine son verilmiştir. Hatta daha 1991 yılına kadar Nakşbendi Şeyhinin türbesini ziyâret edenlerin “psikolojik bozukluk” iddiasıyla tedâviye sevk edildiği dâhi vâki olmuştur.[6] 1943 yılında Almanlara karşı savaşan Sovyet ordusunun gerilemesi karşısında askerlerde ortaya çıkan moral bozukluğuna karşı Stalin’e dînî duy­guları kullanma fikri verilmiş ve bu düşünce ile başta Rus Ortodoks kilisesi olmak üzere dînî nitelikli kurumlara kısmî bir serbestiyet getiril­miştir.

Bir dinlediğim konferansta; 1992 yılındaki Buhara ziyâretinde konuşmacı, Nakşibendi Külliyesi’nin avlusuna asılan kocaman tabelalarda klasik tasavvuf düşmanı anlayışın ibâreleriyle kabir ziyâretinin “şirk” olduğuna dair ifâdeleri gördüğünü kaydetmişti. Bu tabelaların altındaki imza ise şu anda Suudi Arabistan’a sürülmüş olan o zamanki Türkistan Müftüsü Muhammed Sadık’a ait olduğunu kaydetmişti.

Şu oldukça sevindiricidir ki Sovyet döneminde ne kadar ateist saldırı olursa olsun, Hoca Ahmet Yesevi Türbesi’ni ziyâret edenler hiç durmamıştır. Ancak Yesevi Türbesi, Homo Sovieticus toplum inşâ etmeye çalışan Sovyetler için en başından büyük bir engel olmuştur. Çünkü Yesevi Türbesi Türkistan coğrafyasının en büyük kutsal yerlerinden biriydi. Bütün ateist propagandalara ve müminlerin türbeye girme yasağına rağmen inananlar türbeyi ziyâret etmekten vazgeçmemişlerdir. Sadece Türkistan’da değil, aynı zamanda Tatar ve Başkurt Özerk Cumhuriyetlerinden de inananlar Yesevi Türbesine ziyârete geliyorlardı. Hatta hac yasağı olduğu dönemler Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkistan kentindeki türbesine üç kez ziyâretin Mekke’ye bir hacca denk olduğu konusunda Kazaklar arasında bir görüş vardı. Bu da Yesevi kutsal yer olarak halk tarafından büyük saygı gördüğünü gösteriyor. Ayrıca Hoca Ahmet Yesevi Türbesine yapılan ziyâret, halk arasında “küçük” bir hac olarak adlandırılırmış ve Türkistan’a “İkinci Mekke” denilmiştir.[7]

Türk Dünyâsında Ortak Târih Yazımı

Târih alanındaki ilim insanlarının kesif katılımıyla düzenlenen ilk büyük toplantı Türk Tarih Kurumunun girişimi ve diğer devletlerin târih kurumlarının ortaklığıyla 1994’te yapıldı. Târihin yanında felsefe, dil, sanat târihi, mimarlık, halk edebiyatı, folklor ve arkeoloji gibi alanlardan da kongrede bildiri sunuldu. Beş gün süren kongre sonucunda çeşitli kararlar alındı ve bir sonuç bildirgesi îlan edildi.[8] Sonuç bildirgesinde Türk târihinin bütüncül anlayışla yeniden yazılması, buna ek olarak her cumhuriyetin kendi millî târihini yazması ve Sovyet ideolojisinden arındırması, millî târihler yazılırken de diğer cumhuriyetlerle istişâre içinde olunması, Türkoloji Araştırmaları Kütüphanesi kurulması, yayınlarda Orta Asya tâbiri yerine Türkistan tâbiri kullanılması, ortak dokümantasyon merkezi kurulması, Türk târihiyle yakından ilgili olan diğer devletlerin târihlerinin de araştırılması, Türk târihi için bir terminoloji sözlüğü hazırlanması, her cumhuriyetin okullarında Türk dünyâsına ait târihlerin okutulması ve Türk Dünyâsı Târihi Atlası çıkarılması gibi kararlar vardı.[9] Kongreden sonra çok geçmeden ortak Türk târihi kitabının yazımı için ilk adımlar atıldı ama bu toplantının devamında bu heyecan ve ciddiyeti ihtiva eden çalışmalara devlet kurumları ve özel teşebbüsler düzeyinde pek rastlayamıyoruz. (Uluslararası Türk Akademisi’nin 8. sınıflar için hazırladığı Ortak Türk Târihi ders kitabının 2020 yılında Türkiye, Kazakistan ve Azerbaycan’da pilot okullarda okutulmaya başlandığı bilgisini vereyim ama benim kastım her yaş için yazılmış, yaygın ve bütünleştirici bir çalışmadır)

Şimdi bu minvalde yapılacak bir çalışmada târihî kitapların ihtiva etmesi gereken içerikler Türk târihinin muhtelif bölümlerini içine alan bu eserde ilgili bölgelerdeki cumhuriyetler ile bağlantıları tespit ederek, târihin bütünlüğü içinde yerine oturtmak, birleştirici ve bütünleştirici olabilmek için tüm Türkleri kapsayan bir terminoloji kullanmak, mekân ve vatan coğrafyaları bakımından Türkiye’yi diğer Türk cumhuriyetlerine ve diğer cumhuriyetleri de Türkiye’deki yeni nesillere tanıtıcı ölçüde tanzim etmek, târih bütünlüğü içinde yerlerini tespit eden yeni nesillerin kaynaşmasını temin etmek durumundadır. Bu esaslar dâhilinde hem Türkiye’de hem de diğer Türk cumhuriyetlerindeki yeni nesiller için hazırlanan Türk Târihi kitabı yüksek adetlerde basılarak bütün Türk cumhuriyetlerine ve tabiî ki Türkiye’de dâhil olmak üzere, yaygın bir şekilde dağıtılmasını temin etmek gerekir. Türk Dünyâsı Ortak Türk Târih Kitabına ilaveten hazırlanacak Türk Dünyâsı Ortak Kültür Târihi Kitabı aynı şartlara bağlı olarak yazılacak, burada ortaya konacak düsturlar şöyle olmalıdır: Türk târihinin yetiştirdiği büyük şahsiyetler (ilim adamları, edebiyatçılar, filozoflar, sanatkârlar, mânevî önderler ve fikir adamları gibi) yanında Türk târihinin müşterek ve birleştirici şahsiyetlerini bilhassa tafsilatlı ve izahatlı anlatmak (Alp Er Tunga, Tomris, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Köroğlu, Fuzuli, İsmail Gaspıralı, Abdullah Tukay, Sultan Sancar, Sultan Alparslan, Kürşad gibi) Oğuz Kağan Destanı, Orhun Abideleri, Manas Destanı, Dede Korkut, Divanü Lugat-it Türk, Kutadgu Bilig gibi Türk kültür târihinin âbidevi, birleştirici ve bütünleştirici eserlerini işlemek ve tanıtmak. Türk dünyâsının birleştirici unsurlarını izahlarıyla ortaya koymak gerekir. (Dil, inanç, târih, kültür, inanç, vatan gibi toplulukları millet yapan unsurlar)

Sonuç

Türkistan’daki Sovyet asimilasyon programını ve Sovyet emperyal rûhunu naçizane müktesebatımla sizlere aktarmaya çalıştım ama o kadar anlatılacak konuşulacak şey var ki sayfa sayıları yetmez onlar için. Ancak yazımı nihayete erdirmek adına şunları söyleyebilirim ki çok şükür Sovyet planları emellerine ulaşamadı bugün hâla Türk dünyâsı kimi bölgelerinde 500 yıl kimi bölgelerinde 200 yıl kimi bölgelerinde de 100 yılı aşkın bu siyâsete mâruz kalsalar da hâla daha Milli kimlikleri ile dimdik ayaktalar. Yani Homo Sovieticus da ideolojileri gibi târihin çöplüğünde kendine yer buldu.

Bugün bütün Türk devletleri kendi aralarında ortak târih ve arkeoloji çalışmalarında iş birliği yapmaktadırlar. Ayrıca Moğolistan’daki ve diğer bölgelerdeki arkeolojik kazılara da yine bütün Türk devletlerinden ilim adamlarının katıldığı görülmektedir. Ortak târih kitabı sürecinin ilk etabı tamamlansa da çalışmaların daha yoğun ve kapsamlı hale getirilmesi gerekmektedir. Otuz yıllık süre zarfındaki bu ilerleme hâla daha istediğimiz seviyede değildir. Bir milletin hayâtında otuz yıl çok kısadır ama günümüz konjonktüründe otuz yıl çok ciddi bir süredir elimizi çabuk tutmamız gerekmektedir.

Nehirlerin akışı Türk birliği yönündedir: Dil birliği, fikir birliği, işbirliği!

[1] Portellı, Hughes. Gramsci ve Târihsel Blok. (Savaş, Ankara). 1982

[2] Öksüz, İskender. Dil, Kültür ve Zaman. Karar Gazetesi. 01,08,2021.

[3] Saray, Mehmet. Gaspıralı İsmail Bey’den Atatürk’e Türk Dünyası Dil ve Kültür Birliği. Boğaziçi Yayınları. İstanbul.

[4] Braker, H. (1984). İslâmiyet Sorununun Sovyetlerin İç ve Dış Politikasındaki Yeri. Çev. Yuluğ Tekin Kurat. O.D.T.Ü. Asya Afrika Araştırmaları Grubu. (7): 1-15.

[5] Hostler, Charles Warran. Türkler ve Sovyetler – Türklerin, Bugünün Dünyasında Târihsel Durumu ve Politik Önemi, Çev. Mithat San. Şanal Matbaası. Ankara 1976. s. 115.

[6] Çalışkan, İbrahim. 20. Asırda Asya’da Din Politikaları: Çarlık Rusya ve Sovyetler Birliği Hakimiyetinde Belirleyenler ve Belirlenenler. Bölgesel ve Küresel Politikalarda Orta Asya. Ankara. 2012. s.95.

[7] Ahmed Yesevî. Dîvân-ı Hikmet. haz. Hayati Bice. Diyanet Vakfı Yay. Ankara. 2009.

[8] Hazbulatov, A. R. – Şaygozova, J. N. “Jivaya Traditsiya v Usloviyah Peremen: İnstitut Palomniçestva k Sakralnym Obyektam Turkestanskogo Oazisa (Na Primere Mavzoleya Hodja Ahmeda Yasavi)”. Materialy İssledovaniy Gorodişça Kultobe: İtogi i Perspektivy, Sbornik Nauçnyh Trudov. Almatı: KazNIIK Yayınları, 2020.

[9] Ercilasun, Bilge. Türk Dünyası Târih Araştırmaları Kongresinin Düşündürdükleri. Edebiyat Târihi ve Tenkit. İstanbul: Dergâh Yayınları. 2013. 112.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.