Allah arzı ve kâinatı, insanın istifadesine sunmuştur. İslam’ın bu ölçüsü, insan tabiatını, tam bir realizm içinde kavramış bulunmaktadır. Gerçekten de insanoğlu, bütün arzın ve kâinatın, kendisi için yaratıldığı kanaatindedir. Canlı ve cansız bütün varlıklar, dünyamızda ve kâinatımızda sadece bulunmakta ve yaşamakta ve fakat insanoğlu, onlardan farklı olarak, sahiplik tavrıyla ortaya çıkmaktadır. İslam, bu noktada insanoğluna “Mülk Allah’ındır” ihtarını çekmekte ve fakat bu mülkün “tasarrufunu” insana verdiğini açıklamaktadır. Yâni, Allah’ın mülk üzerinde tasarrufu “mutlak”, buna mukabil insanların mülk üzerindeki tasarrufu, itibarîdir. Yunus Emre’mizin;
Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
Tarzında ortaya koyduğu mısralar, İslam’ın bu inanışını kısaca ifade etmektedir. Yoksa, komünistlerin sandığı gibi mülkiyet hakkını küçümsememektedir. Yunus Emre, İslam’da kul hakkına tecâvüzün, Allah hakkına tecâvüzden daha tehlikeli olduğunu herkesten daha iyi bilirdi.
İnsan, yaratılışındaki üstün güçler ve nitelikler sebebi ile dünyada ve kâinatta esaslı bir yer edinmiş bulunmaktadır. O, tabiatın içinde bir efendi olarak yaratıldığına emindir. Madenler, bitkiler, hayvanlar onun emrinde, ay ve yıldızlar onun konaklarıdır. Denizler, okyanuslar, rüzgârlar ona hizmet edeceklerdir. İnsan, sahip olduğu yüksek idrak, üstün zekâ ve çok ince duyguları sayesinde bunları sadece iddia etmemekte her gün biraz daha bu iddiasını ispat etmektedir. O, dünyayı ve kâinatı, zekâsı, idraki ve duyguları ölçüsü didiklemekte, değiştirmekte, istismar etmektedir. Kendinden fizikman daha güçlü varlıkları ve canları kontrol edebilmekte, kendine boyun büktürmektedir. Allah’ın mülkünü tasarrufa memur kılınmış insanoğlu, Allah’ın halifesi tavrı ile tabiata ve kâinata yönelmekte, sahip olduğu manevî güçler ve nitelikler ile hâkimiyetini gerçekleştirmektedir. Gerçekten de yaratıklar içinde tabiatın en büyük istismarcısı insandır ve o bu gücünü yüksek idrakinden, üstün zekâsından ve çok hassas olan duygularından almaktadır. İnsanın, bu güçleri kaldırınız, tabiatın en âciz ve cılız varlığı durumuna düşer. Kurduğu kültürü de medeniyeti de ekonomik gücünü de kaybeder.
Kur’an-ı Kerim’in açık hükümlerinden kolayca görülebileceği gibi, insan, “Allah’ın mülkünü tasarrufa” memur kılınmakla beraber, asla başıboş bırakılmamıştır. O, tabiatı istismar ederken mülkün gerçek sahibini düşünmek, haddini aşmamak, nefsini kibirle besleyerek tanrılık iddiasına kalkışmamak, diğer insanlara saygı ve şefkat ile hareket etmek, hatta diğer canlılara karşı insafla ve merhametle davranmak zorundadır. İnsan, üstün niteliklere sahip olduğu için büyük istismar gücüne de malik bulunmaktadır. İnsan, bu güçlerini ferdî ve içtimaî planda kontrol edemezse, büyük haksızlıklara, zulümlere alet olmuş olabilir. İnsan, bu güçleri ile bilgi, maharet, mevki, salâhiyet, mal ve mülk edinebilir. Bunlar, birer neticedir. Ancak, bütün bunları, diğer insanların aleyhine kullanmak elemek olan “istismar” için vasıta yapmak elbette kötüdür. Bunlar, istismarın sebebi değil, sâdece vasıtalarıdır. İstismarın kötülüğüne inanmamış vicdanlar, sadece mal olan yüklerini değil, makamlarını, mevkilerini, bilgi, maharet ve salâhiyetlerini de insanlar aleyhinde kullanmasını bilirler. Mülkiyeti kaldırmakla ve sınırlamakla istismar durmaz, sadece biçim değiştirir.
KAYNAKÇA
Arvasi, S, Ahmet. Türk İslam Ülküsü 2.s. 39-40
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.