“Hikmetinden sual olmaz.”
İmparatorluğumuzun 700. yılı 1999’da Marmara Depremi dolayısıyla gereği gibi tartışılıp anlaşılamadı. Bu yüzden en belli noktalarda bile bir anlaşma ve uzlaşma sağlanamıyor. Üstelik birtakım yanlışlar da devam ediyor. Tabii esas sebep bir zamanlar gerekçesi ne olursa olsun, kültürümüze sırt dönülmüş olması. 2023’te de 100. yıl Kahramanmaraş Depremi yüzünden ihtiyaç gösterdiği şekilde tartışılıp konuşulmuyor. Bir de üstüne seçimler gündeme hâkim olunca düşünce toprağı iyice kuruyor. Hâlbuki 100. yılın önemi idrak edilmezse oluşacak parlamentonun, kurulacak hükümetin bir değeri de kalmayabilir. Türkiye artık bunalımlardan, savrulmaktan kurtulmalı. Tarihî yolunda aslına ve hedefine koyulmalıdır. İstanbul’un Fethi’nin 500. yılı, Malazgirt Zaferi’nin 900. yılı zaaflarımız hatırlanırsa bu hassasiyetin önemi daha da artar.
Evet! 29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyetin 100. yılındayız. Mustafa Kemal’in ilelebet payidar kalacağını söylediği, “Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır!” diyerek Türk gençliğini görevlendirdiği Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı benzeri zaaflarla geçiştirilmemelidir. Mustafa Kemal’in “bu ahval ve şerait” dediği şartları göz önüne aldığımızda yapılacakların kolaylıkla gerçekleştirilebileceği anlaşılır. “Memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş (…) iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta ihanet içinde (…) millet fakr u zaruret içinde harap ve hitap düşmüş (…)”
Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen’in söylediği gibi tarihte bütünüyle esir duruma getirilememiş tek millet Türk milletidir. Bu gerçeği iyi bilen ve milletini iyi tanıyan Mustafa Kemal, Türk milletine peşinden geldiği takdirde kendisini kurtaracağını bildirdi. O millet de tarihin derinliklerinden gelen bir içgüdü ile bütün perişanlığına ve bitkinliğine rağmen onun etrafında toplandı.
Sultan Alparslan cuma namazını müteakip ordusuna, “Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların bizim için minberlerde dua ettikleri şu saatte kendimi düşmanın üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım ya şehit olarak cennete girerim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler, takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerle birlikte savaşan bir gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini ulu tanrıya adayanlardan şehit olanlar cennete, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahirette ateş, dünyada alçaklık beklemektedir.”[1] demişti.
Mustafa Kemal de rütbe ve nişanlarını söktü. Halktan biri haline geldi. Bütün yenik devletler galiplerin dikte ettikleri barış şartlarını itirazsız kabul ettikleri halde sadece Türk milleti Mustafa Kemal’in liderliğinde reddetti. “Ya istiklal ya ölüm!” diyerek emperyalistlere karşı kazanabileceğini gösterdi.[2]
Milattan önce 60’lı yıllarda Çin taraftarı bir Hun Hakanı, Çin’e bağlanmadan önce kurultayını toplamış ve Hun büyüklerinden bu husustaki fikirlerin sormuştu. “(…)Hun büyükleri böyle bir şeyi nasıl düşünebiliyorsunuz? Hunların âdet ve ananelerinin temelini en yüksek değer olarak kabul edilen cesaret ve kuvvet meydana getirir. Başkalarına bağlanarak onlara hizmet etmek ise bizce bir alçaklıktır. Bizim ünümüz bütün dünyada bu anlayışımız ve hareketimiz ile yayılmıştır. Savaşmak ve ölmek ancak cesur savaşçılara göre bir iş ve vazifedir. (…) Böylece de dünyadaki bütün milletleri hâkimiyetleri altında bulundurmaya devam ederler. Gerçi Çin şimdi çok kuvvetlidir fakat Çin’in Hunların hepsini birden hâkimiyeti altına alması ve Hunları kendine katması mümkün değildir. Buna rağmen siz, atalarımızın eski devlet ve idare prensiplerini unutalım ve Çin’e bağlanarak ona hizmet edelim, diyorsunuz! Böyle bir istek eski Hun Hanlarının şan ve şereflerine leke sürmek demektir. Ayrıca böyle bir şey yapacak olursak bütün dünya kavimlerine de gülünç oluruz. En iyisi eski usullerimiz ile devlet içindeki asayiş ve sükûneti yeniden kurmaya çalışalım. Yoksa başka türlü dünyadaki bütün kavimleri kendi hâkimiyetimiz altında tutmamız nasıl mümkün olabilir”[3]
Asya Hunlarının son hükümdarı Çiçi, kardeşine isyan ederek Çin hâkimiyetini reddetmiş, kendisini takip eden Çinlilerle savaşa tutuşurken askerlerine, “Boyun eğmeyeceğiz. Zira öteden beri Hunlar kuvveti takdir eder. Başkalarına tâbi olmayı adilik sayar. Savaşçı süvari hayatımız sayesinde yabancıları titreten bir millet olduk. Çünkü biliriz ki muhariplerin kaderi savaşta ölümdür. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacak, çocuklarımız ve torunlarımız başka kavimlerin efendisi olacaklardır.[4]
Tanınmış Alman ilim adamı, Sinolog Fr. Hirth (…) hayretle görmüştür ki bu ünlü Türk başbuğunun devlet anlayışı doğrudan doğruya millî duygulara dayanmaktadır. Çiçi’nin atalardan kalan yadigârlar arasında geniş ülkelerle birlikte hürriyet ve istiklalin de bulunduğunu ve bu en kıymetli emanetlere ehemmiyet verilmemesinin ihanet sayılacağını açıklayan sözlerini dünya edebiyatında milliyet fikirlerinin ilk dile gelişi diye tefsir eden Fr. Hirth şu neticeye varmıştır: Tarihte milliyetçiliği devlet siyasetinde temel yapan ilk devlet adamı Çiçi’dir.[5] İşte Mustafa Kemal’in söylediği “Ya istiklal ya ölüm”ün kaynakları…
Türk hayat felsefesinin esasları, milliyet meselesi, başkalarına bağlanmamak (himaye ve manda fikirlerini ret), aksine güç sahibi olarak dünyadaki bütün milletleri hâkimiyetleri altında bulundurmaya devam etmek…
İstiklal için savaşmak ve ölmek…
Bunlar aynı zamanda “insanlara hürriyet, milletlere istiklal” düşüncemizin de kaynaklarıdır. Tarihte öyle yaşanmıştır, bugün de öyle devam etmektedir. Hep hür yaşamış Türk milleti mecbur kaldığında başka topraklara göçmüş, istiklalini korumuştur. Mehmet Akif, Türk milletine zincir vurulamayacağını, istiklalin sembolü bayrağın en son ocak sönmedikçe dalgalanmaya devam edeceğini bu inançla söylemiştir.
Onun için denmiştir: “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır!”
Fransız filozofu J. Paul Sartre, “Fransa vatanımızdır demek yetmez. Fransa bizim kaderimiz, varımız, yoğumuzdur. (…) Fransız topluluğunu yok saymak, kendi kendimizi yok saymak olur. Kendi kültürümüzü yapmaya çalışmak gerektiğini söylemeliyiz.”[6] demiştir.
Atatürk bunu şöyle ifade etmiştir: “Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla meşgul olursa o camiaya isnat eden cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”
Çağımızda kültür politikaları kurumlaşmış, sistemleşmiş ve ihtisaslaşmıştır. Bu işin düşünürleri, filozofları yetişmiştir. Öyle ki ileri devletler millî iftiharlarına sahip çıkıp yeni nesillerine aktarırken emperyalist politikalarındaki gerilemelerini kültür savaşı yoluyla telafi etmeye çalışıyorlar. Milletlerin payidar olmalarında en kuvvetli amil, fertlerin milletlerine bağlılıklardır.
[1] Prof. Dr. Emin Bilgiç, Millî Kültür dergisi, Haziran 1977. Sf 2
[2] Mehmet Altan Köymen, Millî Kültür dergisi, Kasım 1977. Sf 9
[3] Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Millî Kültür dergisi, Ekim 1977. Sf 26.
[4] Prof. Dr. Emin Bilgiç, age. Sf 2.
[5] Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 1000 Temel Eser, 1970. Sf 11.
[6] Salim Koçak, Millî Kültür dergisi, Nisan 1977. Sf 28
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.