Kelebek Etkisi adında bir film var. Bu filmde başroldeki karakter günlüğü sayesinde geçmişte yaşadığı bir olaya gidiyor ve orada yaptığı küçük bir değişiklikle geleceği de değiştiriyor. Başrolümüz de geçmişe gidip yaptığı bazı hataları değiştirerek küçüklükten beri sevdiği bir kızla mutlu bir hayat yaşamaya çalışıyor. Tabi her değişiklik gelecekte daha kötü bir olaya neden oluyor. Filmin sonunda da başrolümüz sevdiği kadının ve kendi hayatının daha kötüye gitmemesi için onunla beraber olmadığı bir geleceği var ediyor. Bu filmi uzun zaman önce izlemiştim ama bende uyandırdığı anlam aklımda kalmıştır: Bugün yaşadığımız her olayın geçmişten gelen bir sebebi vardır ve bu sebepler sadece kendimizi değil çevremizi de etkilemektedir.

Dünya tarihi, hiç birbirinden kopmadan ardı ardına gelen olayların bir serüvenidir. Hiçbir olay bütün diğer olaylardan bağımsız, kendi kendine olmuş, nedensiz değildir. Her olayın bir temeli, nedeni ve sonucu vardır. Kendinden önceki olaylardan etkilenir ve sonrasını etkiler. Bu etkileme ve etkilenme az veya çok, hep vardır. Hatta birbirinden bağımsız başlamış olaylar da gün gelir birbiri ile kesişir. Çünkü dünya hem çok büyük hem de çok küçüktür. Büyüktür; çünkü dünyanın her yerinde aynı anda milyonlarca farklı olay meydana gelmektedir. Küçüktür; çünkü bu olaylar az veya çok bir yerde birbirine değer. Eski çağlarda birbirinden bağımsız yaşayan toplumlar vardı. Fakat gün geldi bunların her birinin tarihi, ölü ya da diri, birbiriyle kesişti. Bazı görüşlere göre bu birbirinden bağımsız toplumlar da bir zamanlar beraberdi. Tabi bunu bugün bilemiyoruz…

Hiçbir olay birbirinden bağımsız değildir. Birbirinden bağımsız olmadığı gibi gerçekleştiği coğrafyadan (beşerî, fizikî, ekonomik ve bölgesel) da bağımsız değildir. Çünkü tarihî olayların merkezinde hep insan vardır. İnsan da daima çevresinden etkilenir ve çevresini etkiler. Konu insandan çıkıp topluma doğru gidince bu etki ve etkilenme de giderek artar.

Toplumların var ettikleri kültürlerin, zaman zaman medeniyet inşa ettiğinden bahsetmiştik. Bu kültür ve medeniyetler de hiçbir zaman kendi geçmişinden ve çevresinden bağımsız var olmamıştır. Hatta medeniyetler başlangıçta kültürlerden etkilenerek ortaya çıkar daha doğrusu onlar tarafından oluşturulur. Daha sonra yine bu etkilenme devam eder ancak bu sefer çevreyi hiç olmadığı kadar çok etkiler. Durmuş Hocaoğlu bu etkiyi atomlara benzetir. Bilindiği gibi atomlar manyetik bir alan oluştururlar. Bu manyetik alanlar diğer atomları da birbirine çeker veya iter. Maddelerin kendisi ve hareket de bu şekilde oluşur. Bu manyetik alanların birbirine etkisi cisimlerin kütlelerine göre (başka etmenlerle beraber) değişir. Bir manyetik alan diğerini yeterince etkisi altına alırsa etkilenen cisimde bozulmalar meydana gelir. Bu cisim etkiden kurtulsa da eski haline dönemez. Medeniyetler de böyledir. Batı medeniyeti bizi uzunca süredir tesiri altında bırakmıştır. Sonuçta da bizde kalıcı bozulmalar yaşanmıştır. Tabi bu bozulmaların ne kadar kalıcı olduğu ayrı bir tartışma konusudur ama yine de mevcut durumda bu bozulmalar vardır. Batı medeniyeti de bu etkileri yaşamıştır. Farklı kültürlerden ve kendinden önceki medeniyetlerden etkilenmiş ve bu şekilde var olmuştur. Bizim üzerimizde bunca değişikliğe sebep olan Batı medeniyetini ve kendi medeniyetimizi anlamak için bu kültürlerin etkilerini anlamamız gerekiyor.

Bu medeniyeti incelemek için de kaynakları tasnif etmemiz icap ediyor. Biz kısaca bu kaynakları felsefî, siyasî ve dinî kaynaklar olarak tasnif edeceğiz.

Felsefî Kaynaklar

Batı medeniyetini oluşturan en önemli felsefi kaynaklar Yunan felsefesinden gelmekteydi. Hatta Batı felsefenin temelini de burası oluşturmaktaydı. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Yunan felsefesi bir bütün düşünce yapısına sahip değildir. Orada bugün dünyada bulunan veya bulunmayan, gelecekte ortaya çıkacak yeni düşünceler bile vardır. Çünkü Antik Yunan her konuda bir fikir yürütmüştür. Gerçi bunu Yunan felsefesi olarak indirgemek doğru değildir. Yunan şehir devletleri dışında; İskenderiye, Antakya, Şam gibi Yunan olmayan antik şehirlerde de felsefe gelişmiştir. Ancak biz yazı boyunca bunu Yunan felsefesi olarak genelleyeceğiz.

Antik Yunan’da her konuda bir fikir vardır. Ancak Batı medeniyetini asıl etkileyen birkaç filozoftan bahsetmek uygun olacaktır. Bunlar Aristo ve Platon’dur. Aslında bu filozoflar Batı medeniyetinin temelinde vardır ancak genel olarak var olan bunların felsefî altyapıları değil, birtakım konulardaki düşünceleridir. Aslında bu felsefenin tartışmaları da iki ana konuda yapılmaktadır. İdealizm ve rasyonalizm olarak özetleyeceğimiz bu tartışma, aslında Batı felsefesindeki ikircikliği de göstermektedir. Başta da dediğimiz gibi Yunan filozofları her konuda fikir beyan etmiş ve tartışmışlardır. Fakat Batı felsefesi daha çok bu iki tartışmadan ilerlemiştir.

Aslında Platon, Hıristiyan Batı için başından beri ilham kaynağı olmuştur. Özellikle Hıristiyanlığın Roma tarafından tanınmadığı dönemlerde ilk Hıristiyan misyonerler Hristiyanlığı paganlar üzerinden yaymaya çalışmışlardır. Burada da genelde Hıristiyanlığın Yunan felsefesine ne kadar uygun olduğunu anlatarak çalışma yapmışlardır. Platon idealizmi bu sebeple Batı felsefesinde önemli bir kaynak olmuştur. Hıristiyanlığın anlatmaya çalıştığı yüce tanrı anlayışı, insanın yüce bir varlık tarafından yaratılmış olması, Platon’un ideasına uyumlu gibi gösteriliyordu. Ayrıca Platon felsefesinin en önemli ayağı skolastik düşünceydi. Skolastik düşünceye göre doğru tektir ve zaten mevcuttur. Bütün düşünceler Ancak Platon felsefesi tam olarak Hıristiyanlığa uygun değildi. Bu sebeple Platon felsefesi yavaş yavaş Hıristiyanlığı benzetilmeye çalışıldı. Tabi evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu uğraş Yunan felsefesini Hıristiyanlığa benzetmekten çok Hıristiyanlığı Yunan felsefesine benzetmeye başladı. Çünkü Yunan felsefesi, tamamı değil, “ay altı” ve “ay üstü” olarak iki ayrı dünya düşünüyordu. Bunlardan “ay altı” dedikleri dünyevî alan, “ay üstü” dedikleri ise uhrevî alandı. Bu iki alan arasındaki sert geçişi önleyen bir de aracılar, yarı tanrılar vs. vardı. Yunan mitolojisinde yarı tanrı olan bu varlılar, felsefede farklı şekillere de bürünebilmekteydi ama değişmeyen şey iki ayrı dünyanın var olmasıydı. Hıristiyanlık da yukarıda belirttiğimiz gibi kendini Yunan filozofları ile kanıtlamaya çalıştığı bu dönemde uhrevî ve dünyevî alan arasında bir köprü olduğunu anlatmaya çalışıyordu ve insanları uhrevî alana yöneltmeye çalışıyordu. Bu ayrım da Batı felsefesinin temel dinamiğini ortaya çıkarıyordu: Diyalektik.

Diyalektik kabaca bütün evrenin zıtlıkların bir sentezi ile sürekliliğini devam ettiğini öngörür. Hatta evrenin oluşumunun da bu şekilde tamamlandığını anlatan bu felsefî düşünce tez, antitez ve bu ikisinin çatışmasından da sentezin oluşmasıdır. Tabiat olayları, toplumsal olaylar, fikirler de bu sürekli yaşanan tezatlıklardan ortaya çıkan sentezlerle var olur. Oluşan sentez daima kendisine bir antitez bulur (veya zaten üretir) ve yeni bir çatışma ile yeni bir sentez oluşur. Bu diyalektik anlayış yüzyıllarca kabul görmüştür. 18. yüzyıla kadar bilimin veya bilim olarak kabul edilen skolastiğin de temeli olmuştur. Platon, Herakleitos, Aristotales ve Zenon gibi filozofların ortaya attığı bu düşünce Batı medeniyetinde Hegel ile devam etmiştir.

Diyalektik Hıristiyan düşüncesinde de yerini buldu ve başta tek tanrıcı bir inanç olan Hıristiyanlık Hz. İsa’dan çok filozoflara kıymet verdiği için teslis inancına evrildi. Tanrı, tez olmuş; Kutsal Ruh, antitez ve Hz. İsa, sentez olmuştu. Bu konu da tam açıklığa kavuşmuş değildir. O sebeple “tanrının tersi kutsal ruh mudur?” bu tartışılabilir ancak diyalektik düşünce, felsefeyi asıl olarak madde ve mananın çatışması olarak etkilemiştir.

Diyalektik zıtlıklarla oluşur demiştik. Dünyevî alan ve uhrevî alanın çatışması da diyalektiğin konusu olmuştur. Hıristiyanlık, Roma tarafından tanınmasının ardından Yunan felsefesiyle yaptığı iş birliğini değiştirmiştir. Artık uhrevî alanla dünyevî alan arasındaki köprü vazifesini bırakmış ve dünyevî alanın efendisi olarak öteki dünyaya geçişin garantisi konumuna gelmişti. Bu felsefeyi de etkiledi. 13. yüzyıldan sonra artık Platon felsefesi bir şekilde kenara itilmiş ve yerine Aristo felsefesi gelmişti. Tabi bu tam olarak Aristo felsefesi değildi. Anlaşıldığı kadar Aristo demek daha doğrudur. Aristo’nun Hıristiyan dünyasında kabulüyle din-felsefe münasebeti de değişmiştir. Hıristiyanlık ve felsefenin uzlaşması; felsefenin dine uydurulması ve dinin doğrularını tasdik edip temellendirilmesiyle değil, Aristo felsefesinin bütünüyle Hıristiyanlık görüşü haline getirilmesiyle sağlanmıştır. Aristo felsefesinde varlıklara gerçeklik kazandıran bir küllî varlık vardır. Bu anlayış sadece insan tanrı ilişkisi olmamış sınıfların yönetilmesinde de kullanılmıştır. Saint Thomas ile iyice Batı felsefesine giren Aristo’nun fikirleri yeni bir boyut kazanmıştır. Aristo bir süre sonra Batı için bir aziz olmuş ve yanılmaz bir otorite olarak kabul edilmişti. Hatta denebilir ki Hıristiyan dünyasında Aristo’nun yanlışları, doğrularından daha fazla tesirli olmuştur.

Hıristiyan dünyasında Platon’dan beri devam eden Skolastik düşünce aslında Aristo ile yıkılması gerekmekteydi. Çünkü Aristo deney ve gözleme önem veren bir anlayışa sahipti ancak Batı felsefesinde bu yanlış anlaşıldı ve Aristo’nun söyledikleri İncil’in önüne geçti. Yine de yavaş yavaş skolastik anlayışın surlarında gedikler açılmaya başlanmış ve kilise içinde ve dışında dünyevî alanın önemi artmaya başlamıştır. Zamanla Batı felsefesindeki “ay altı ve üstü” arasındaki çatışma “ay altı” lehine gelişmeye başlamıştı. Artık insanlar öteki dünya için değil bu dünya için çalışacaklardı. Buradaki espri deney ve gözlem yapmanın bu dünyayı araştırmakla ilgili olmasıdır. Dünyevî alanla ilgilenmek, yani insanın yaşadığı dünyayla ilgilenmek, daha doğrusu insanı merkeze alarak bir şeyler yapmak (bilim, sanat, spor, keşif gibi) Batı için yeni bir şey olmuştu. Rönesans dediğimiz süreç de böyle başlayacaktı. Artık yapılan her şey bu dünyayı merkeze alarak yapılacaktı. Rönesansın getirdiği bu anlayış hümanizmdir. Bugünkü Batı medeniyeti de bu şekilde tekâmül etmiş ve hümanizmle beraber laiklik düşüncesi gelişmiştir. Ayrı ayrı hümanizm ve laikliği anlatmak konu bağlamının dışında çıkmak olacaktır ancak bu fikirlerin çıkış kaynağı önemlidir. Yani diyalektik düşünceden kaynaklı dünyevî ve uhrevî alan çatışmasının galibi dünyevî alan olmuş ve bu dünyevî alanı yani insanı merkeze alan anlayış da hümanizmi, o da laikliği doğurmuştur. Siyasî kaynak konusunda laikliğe tekrar değineceğiz.

Sonuç olarak Batı medeniyetinin felsefi kaynakları Yunan felsefesi, dolayısıyla Yunan kültürüdür. Çünkü felsefe kültürden bağımsız olmamaktadır. Kültürün kendisi de bir felsefe var etmektedir. Yunan kültürünün ortaya koyduğu sosyal hayat, şehir devletleri içerisinde sanat, spor, mimarî alanlarında gelişmelere sebep olmuştur. Bugün küresel çapta bütün bu etkileri görebiliriz. Batı devletlerinin siyaset, hukuk, bilim, din felsefesi Yunan kültüründen esinlenmiştir. Bunlara da detaylı olarak girmek konumuzu dağıtacağından siyasî kaynaklara geçebiliriz.

Siyasî Kaynaklar

Batı medeniyetini var eden milletler için yegâne siyasi kaynak Roma İmparatorluğu ve Yunan şehir devletlerinin demokrasileri olmuştur.

Roma bütün Akdeniz’e, Orta ve Batı Avrupa’nın tamamına, Anadolu ve Suriye’ye yayılmış ve burada siyasî, askerî, ticarî, kültürel, felsefi bir hakimiyet kurmuştur. Hakimiyeti içerisindeki özgür her erkek Roma vatandaşıydı. Bu vatandaşlığın yüksek bir prestiji olduğu gibi yüksek külfetleri de vardı. Bir de vatandaş olmayan kadın ve çocuklar vardı ki bunlar da hukukî olarak düzenlenmiş haklara sahipti. Ancak iki grup bu hukukun dışında kalıyordu. Bunlardan ilki barbar olarak nitelendirilen, sınır bölgelerinde yaşayan genelde de vergi vermeyen halklardı. İmparatorluk bunlarla sık sık savaşırdı. Diğer grup ise aslında bütün Roma nüfusunun zaman zaman yarısından fazla sayıya ulaşan kölelerdi. Kölelik Roma’nın temel ekonomik unsuruydu. Bütün işlerde çalıştırılırdı. Aslında bunlar hukuken insan değil bir “mal” idi. “Mal” kelimesi burada hakaret olarak kullanılmamış, ekonomik değeri olan eşya anlamında kullanılmıştır ki bu insan için yine de bir hakarettir. Bunlar genelde savaşılan bölgelerden veya Afrika ve Mezopotamya’dan getirilen alt ırk olarak görülen hatta insan olarak görülmeyen kişilerdi. Bu kendinden olmayanı alt ırk olarak görme meselesi ileride ırkçılık olarak karşımıza çıkacaktır ki Batı medeniyetinin temel dinamiği bu ırkçılıktır. Dini anlayışlar da oldukça çeşitliydi. Pagan anlayışlar, bazı tek tanrılı dinler vatandaşlar arasında yaygındı. Bu imparatorluk kendi içerisinde bütün dinleri kabul ediyordu. Hıristiyanlık işte bu imparatorluğun içinde ortaya çıkmıştır.

Hıristiyanlığın ortaya çıktı bölge Roma İmparatorluğu içerisindeki Yahudi eyaletinde, Kudüs’te ortaya çıkmıştır. Kudüs ve bağlı bulunduğu eyalet Yahudilerin kontrolünde idi. Fazla teferruata girmeden devam edecek olursak; Hz. İsa bu topluma Hıristiyanlığı getirmiş ancak kendi hayatı boyunca çok küçük bir grup hariç kimseyi ikna edememiş üstüne üstlük çarmıha gerilerek idam edilmiştir. Buna rağmen İsa’nın havarileri denilen ve ona inan bu küçük grup Hıristiyanlığı yaymaya devam etmişti. Ancak tek tanrılı bir dine inana ve dinlerini kültürleştirebilmiş, hatta millileştirmiş Yahudiler, Hıristiyanlığa pek sıcak bakmamaktaydı. Bu sebeple Hıristiyanlık Helen kültürünün hâkim olduğu Antakya’da yayılmaya başladı. Ancak getirmeye çalıştığı bütün insanların eşit olması ve tek gerçek din olma iddiası dolayısıyla devlet tarafından baskı gördü. Hatta Hıristiyanlığın ilk azizlerinin hemen hepsi halk veya devlet tarafından öldürülmüştür. Bu sebeple Hıristiyanlık başlarda içe kapanık ve gizli bir şekilde yayıldı. Siyasi otorite ile ters düşmesi sebebiyle mistik konulara daha çok önem vermiştir. Özellikle devlet tarafından baskı gören köleler ve diğer dezavantajlı gruplar arasında yayılan Hıristiyanlık, bu anlamda bir sınıf dini haline gelmişti.

Siyasî otoriteyle çok ters düşmemek için de inananlara hep itidali vaaz ediyordu. İncil “Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin ki siz göklerde olan babanızın oğulları olasınız (Matta sf.5)” diyerek zulüm karşısında pasif kalmayı öğütlüyordu. Yine de Hıristiyanlar zulüm görmeye devam etti. Caligula, Claudius, Neron gibi imparatorlardan çok ciddi baskı gören Hıristiyanlık, Konstantin döneminde Milano Fermanı ile en azından kendisine karşı hoşgörü kazanmıştı ve ardından 380 yılında Theodosius tarafından resmi din olarak kabul edilmiştir. Artık devlet tarafından zulüm gören ve her ne kadar bu zulme ses çıkarılmaması öğütlense de devlete karşı düşman olan Hıristiyanlık devlet olmuştur.

Devlet ve dinin çatışma alanı olması yukarıda bahsettiğimiz gibi felsefeye de yansımıştır. Roma döneminde devletin güçlü bir unsuru hatta kendisi olan Kilise, İmparatorluğun yıkılmasının ardından varlığını devam ettirmiştir.

Roma sonrası siyasî durum değişmiştir. Roma döneminde şehirlerde yaşayan insanlar, kırsala çekilerek çiftlikler ve ardından şatolar inşa etmişlerdir. Çevrelerindeki insanları da serf dediğimiz toprağa bağlı köle durumuna getirerek çalıştıran bu gruba derebey denmiştir. Bu derebeyler zayıf krallıkların içerisinde özerk olarak yaşayan, belli bir grup askeri olan (genelde 40-50 kadar) toprak sahipleridir. Aslında Kilise de bu derebeyler arasındadır. Kendi toprağı ve başka mülkleri vardır. Yani dini kimliği ile siyaset ve ticaret yapmaktadır.

Bu dönemde de Kilise, Roma sonrası kurulan devletlerde meşruiyet kaynağı olmuştur. Krallara taç giydirip aforoz edebilme yetkisini de elinde bulundurmuştur. Öteki dünyayı da cennetten arsa satarak kendine bağlayan Roma Kilisesi din ve devlet işlerinin ayrı olması diye esprisini yaptığımız laikliğin tam zıddında hareket ediyordu. Haçlı Seferleri ve Rönesans ile başlayan Kiliseye karşı mücadele de bu hakimiyete karşı olmuştur. Sanat ve ilmi kendi elinde tutan Kiliseye karşı Doğu’dan ve Endülüs’ten ilmi öğrenen Hıristiyanlar artık skolastik düşünceye karşı durmaya başladılar. Böylece doğrudan kilise ve dinle mücadeleye başlamışlardır. Bu mücadeleyi yapanlar toprak sahibi olmayan ve ticaretle uğraşan burjuva dediğimiz eğitimli bir sosyal sınıftır. Bu sınıf devlete vergi veren tek sosyal sınıf olarak bir süre sonra kendisini asıl vatandaş olarak görecektir. Burjuva, Kiliseyle mücadele eden derebeylik ve krallıklarla da iş birliği yaparak gücünü arttırmıştır. Coğrafi keşifler ve aydınlanmanın da başlamasıyla iyice güçlenen Burjuva dini kaynaklar kısmında bahsedeceğimiz reform hareketi ile siyasî bir aktör olmaya başlamıştır. Fransız İhtilali ve sanayi devriminin ardından bizzat siyasî aktör olmuştur. Bu dönemde Kiliseyi de dışarda bırakarak ve kendisinin asıl vatandaş olarak gören burjuva dini, daha doğrusu kiliseyi devletten uzaklaştırarak laik devlet anlayışını getirmiştir. Laiklik de genel olarak Katolik kilisesinin vaaz ettiği din anlayışına karşı olduğu için Katolik bölgelerinde gelişen bir siyasî anlayış olmuştur.

Roma İmparatorluğu’nun ve Yunan şehir devletlerinin günümüzdeki Batı medeniyetine olan bir diğer katkısı siyasî sistemi olmuştur. Özellikle Yunan şehir devletlerinin pek çoğunda görülen demokrasi, bugünkü gibi olmasa da yol gösterici olmuştur. Vatandaşlık bilinci, vatandaşların yönetime katılması, vatandaşların Yunan olması ve Yunanca bilmesi aslında Batı demokrasilerinin ilk kıvılcımları olmuştur. Bunun yanında vatandaşların özgür erkek Yunanlılardan oluşması; kadın, çocuk ve kölelerin siyasî haklarının bulunmaması da Batı siyasî sistemleri için örnek teşkil etmiştir. Köleliğin devam ettiği 19. yüzyılda bile Batı demokrasilerinde köleler halen daha siyasî bir hakka sahip değildi. Ayrıca bu durumun sebeplerinden biri olan kendinden başka şekilde görünenleri insan kabul etmeme anlayışı; kendi ırkını, kültürünü tek gerçek olarak kabul edip diğerlerine karşı hoşgörüsüz bir aşağılama bugün dahi devam etmektedir. Bunun örneklerini ırkçılık konu başlıklı bir yazıda vermek daha uygun olacağından daha detaylı girmeyeceğiz. Fakat Roma kilisesinin 16. yüzyılda verdiği bir fetvada “tanrının insanı kendi suretinde yarattığı ve bu sebeple tanrının beyaz tenli olması gerektiği; böyle olamayanların ve özellikle zencilerin insan olmadığı yani köleleştirilmesinin meşru olduğunu” söylemesi yeterli bir örnek olmalıdır.

Siyasî sistemin bir diğer katkısı da Roma’nın var etmiş olduğu tek ve birleştirilmiş Avrupa’dır. Bu anlayış uzun yıllar devam etmiş ve günümüzde Avrupa Birliği dediğimiz siyasî ittifakı meydana getirmiştir. Bunun yanında pek çok Avrupalı lider kendisinin yönettiği tek Avrupa devleti var etmek için sık sık savaşmıştır.

Batı medeniyetinin siyasî kaynaklarını şu şekilde özetleyebiliriz. Kendisinden olmayanlara karşı takınılan tavır anlamında ırkçı; devlet yönetiminde sınıfların hakimiyeti dolayısıyla laiklik ve demokrasi; Roma İmparatorluğu’nun var ettiği tek devlet anlayışı.

Dinî Kaynak

Batı medeniyeti önceki yazıda bahsettiğimiz üzere Hıristiyan anlayışı temele alan bir medeniyettir. Hıristiyanlık devrimsel değişikliklere de uğramış olsa da bu özelliğini halen muhafaza etmektedir. Yukarıda uzun uzun Hıristiyanlığın geçirdiği süreci anlattığımız için tekrar aynı şeylerden bahsetmeyeceğiz ancak burada üzerinde duracağımız konu Batı medeniyetindeki seküler anlayıştır.

Belirttiğimiz gibi Hristiyanlık, diyalektik anlayışın hâkim olmasının ardından dünyevî alanla uhrevî alanın çatışmasını yaşamıştır. Reform dönemine kadar Kilise her türlü siyasî düzenin meşruiyet kaynağı olmuş, bunun yanında insanların şahsî yaşantısına da müdahale etmiştir. Özellikle din değil, Kilise müdahale etmiştir diyoruz. Çünkü Kilise insanlara cennetten arsa satarak, ticaretteki usulleri kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirerek İncil’e zıt bir hayat ortaya koymuştur. Almanya’da 15. yüzyıldan itibaren de Kilisenin bu tutumuna karşı kıpırdanmalar meydana gelmiş, sonuçta Martin Luther adındaki papaz Kiliseye karşı savaşı başlatmıştır. Yıllarca süren savaşın ardından Vestfalya barışı sağlanmış ve Orta Avrupa başta olmak üzere birçok Katolik bölge Protestan mezhebine geçmişti. Dine değil, kiliseye karşı başlatılan bu savaşın sonunda Kilise ticarî ve sosyal hayattan çıkarılmış, her millet kendi anladığı şekilde dinini yaşamaya başlamıştır. Yani insanlar sosyal hayatlarına, ticarî hayatlarına yasak ve emirlerle müdahale edilmesinin önüne geçmiştir. Max Weber buna Protestan ahlakı demiştir. Ahlaki değerler artık din referansı sebebiyle değil, toplumsal hayatın ihtiyacına göre şekillenecekti. Sekülerleşme kabaca bu şekilde ilerlemeye başlamıştır. Ancak konumuzun dışına çıkmamak için sekülerleşmeye ayrıca girmeyeceğiz.

Bu müdahaleyi istemeyen anlayış bir süre sonra devletin müdahalesini istemeyecek ve sosyal hayatta sermaye sahibi grup olan burjuvanın tek hâkim olmasını isteyecektir. Sonuçta da liberal kapitalizm ortaya çıkacaktır. Bu liberal kapitalist düzen aslında Batı medeniyetinin bugünkü ana omurgasını oluştur. Sadece ekonomik anlamda değil hukukî, siyasî, kültürel her alanda bir sitem olan liberal kapitalizmin felsefesi de yukarıdaki kaynaklarla şekillenmiştir. Bugün yaşadığımız bu düzen işte bu kaynaklardan doğmuştur. Roma hukuku, Yunan kültürü ve Hıristiyanlık.

  1. yüzyıldan itibaren Batı medeniyeti büyük oranda maddeci bir çizgide gelişim göstermiş ve günümüz demokrasileri, hukuk sistemleri; liberal kapitalizm, sosyalizm, faşizm, küreselcilik gibi fikirler gelişmiştir. Biz burada kaynaklara değinmek istediğimiz için bunlara ayrıca girmedik. Batı medeniyetinin günümüzdeki durumu ve bize etkilerini anlatacağımız ilerideki yazılarda bu konulara gireceğiz. O sebeple şimdilik burada kalmayı yeterli görüyoruz. Batı medeniyetinin bugünkü durumu da ilerleyen yazılarda detaylıca işlenebilir. Ancak biz burada Batı medeniyetinin ortaya koyduğu sistemin kaynaklarını inceleyerek aslında bugün içinde bulunduğumuz durumun felsefesini ve nedenlerini anlamaya çalıştık. Sonraki yazıda kendi medeniyetimizin kaynaklarına inmeye çalışacağız.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.