İstismar kelimesi, sömürü ile aynı manada kullanılmaktadır. İstismar, Arapça’da “semerelendirme”, yahut faydalı hale getirme demektir, bununla beraber, hususi bir mânâ kazandırılarak, bazılarının, bazı insanların ve zümrelerin emeklerini, güçlerini, maddî ve manevî varlıklarını, haksız yere kendi menfaatleri istikametinde kullanmaları biçiminde de düşünülmektedir. İstismar kelimesi, bizim dilimizde daha çok, bu hususi manası içinde ele alınmaktadır. Biz de şimdilik, bu tarzda kullanıyoruz.
Pratik olarak denebilir ki, istismarın kaynağı ve sebebi, kontrol altına alınmayan farklardır. Bu farkların bir kısmı gerçekten tabii ve irsî faktörlerden, diğer kısmı ise sonradan kazanılmış güçlerden ibarettir. Üstelik, sonradan kazanılmış güçlerin önemli bir kısmı, tabiî ve irsî faktörlerin kabul edilmesi gereken neticeleridir. Bunun yanında, bazı kişi ve zümrelerin, fırsat ve imkân buldukları zaman, bazı haksız güçlere de sahip olduklarını müşahede ediyoruz. Öte yandan eşitlik kavramı, tabii ve irsî faktörlerden ve bunlardan kaynaklanan maddî ve manevî farkların inkârı ölçüsünde düşünülürse, yalnız gerçeklere ters düşmekle kalınmaz; kabiliyet ve liyakat gibi değerli beşerî nitelikleri hesaba katmamak gibi bir haksızlığın ve dolayısı ile adaletsizliğin içine düşülür. Esasen insanlar, kabiliyetin ve liyakatin doğurduğu farklar karşısında fazla bir rahatsızlık hissetmezler. Onları en çok tedirgin eden haksız olarak elde edilmiş güçlerden doğan farklardır.
İnsanlar, hakların ve hürriyetlerin kullanılmasında, kabiliyet ve liyakatin teşekkülünde fırsat ve imkân eşitliği sağlanmasını bekler. Bunlar, sağlandıktan sonra, meydana gelecek farklara adalet gözü ile bakar. Eğer bir cemiyette, bu fırsat ve imkân eşitliği fiilen sağlanamamışsa, insanlar müşahede ettikleri bütün farkları, haksızlık olarak damgalamak temayülünü gösterirler. Böyle bir cemiyette, aşağı yukarı bütün aydınlar, zenginler, makam ve mevki sahipleri, bütün bu imkânları haksız olarak ele geçirmiş bir mutlu azınlık olarak değerlendirilmek tehlikesine maruzdurlar. Böyle bir cemiyette, hak edilmiş sosyal baremler, gerçekten kazanılmış makam ve mevkiler, şerefle kazanılmış zenginlikler bile itham edilmek tehlikesi ile karşı karşıyadır. O hâlde, mutlu ve huzurlu bir cemiyet olmanın en önemli şartı, bütün mensuplarına, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sahalarda, kabiliyetleri ve liyakatleri ölçüsünde yer bulabilmek üzere tam ve kâmil manada, fiilen gerçekleştirilmiş bir fırsat ve imkân eşitliği verebilmektir. Gerçekten, fırsat ve imkânlarda eşitlik sağlayarak, insanların liyakatleri ve kabiliyetleri ölçüsünde maddî ve manevî güce kavuşturulması, sosyal barışın en önemli şartıdır. Yüce Peygamberimiz (S.A.S.): Emaneti, (işleri, makam ve mevkileri) layık olanlarına vermezseniz, kıyameti bekleyiniz diye buyurmuşlardır.
Hiç şüphesiz, insanlar liyakatleri ve kabiliyetleri ölçüsünde maddî ve manevî güç kazansınlar derken, güçlü olan yaşasın, güçsüz olan ezilsin ve kahrolsun tarzındaki bir anlayış, İslam’a kesin olarak aykırıdır. İslam ekonomi sistemi, güçsüzün, himayesi, güçlendirilmesi ve insanca yaşaması için gereken esasları koyar, teşkilatı kurmayı emreder. Bu konuda fert fert her Müslüman’a, cemiyete ve devlete ağır sorumluluklar ve vazifeler verir. Zekât, öşür, fitre… gibi mükellefiyetlerle şahısları, Beyt’ül-Mal yolu ile güçsüzleri koruma vazifesi ile devleti harekete geçirir. Üstelik yaygın ve örgün eğitim ile bu ruh ve şuuru devamlı olarak ayakta tutmaya çalışır. Yüce Peygamberimiz (S.A.S.): Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir, diye buyurarak sosyal dayanışmanın güçlenmesini ve sosyal refahın yaygınlaşmasını emreder.
KAYNAKÇA
Arvasi, S, Ahmet. Türk İslam Ülküsü 2.s. 43-44
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.