Balkanlar yüreğimizde her zaman farklı bir yerde. Hele benim gibi ataları Balkanlardan gelenler için yeri bambaşka…

Çocukluğundan itibaren dilinle, yaşayışınla, yemeklerinle, düğünlerinle farklı olduğunu hissediyorsun yaşadığın yerdeki insanlardan. Bu farklılığın sebebinin 1924 yılında gerçekleşen Türk-Yunan mübadelesi olduğunun farkına varmamızla bazı taşlar yerine oturuyor.

Balkan Savaşlarının ardından Yunanistan’ın, bölgede yaşayan Türkler üzerindeki baskısı her geçen gün artmıştı. Atalarım Grebene bölgesinde hayatlarına devam ediyorlardı. Onlar için Osmanlı Devleti her şeyden üstündü. Çeteler köyü basıp da Müslümanlardan Hristiyan olmalarını istediğinde büyük dedelerimden olan İmam İsmail Efendi, üzerine çevrilen namlulara karşı şöyle meydan okuyordu: “Fatih Sultan Mehmet Grebene’de, Kanuni Sultan Süleyman Hisar’da adına bir cami yaptırmıştır. Biz Türk’üz ve Müslümanız. Zannediyorum ki yakıp yıktığınız Müslüman köylerinde ırkımın cesaretinin birçok örneğini görmüşsünüzdür. Bunlar arasında ben kendimi de gösterebilirim. Askeriniz beni her yerimden kan gelene kadar dövdü. Ancak dinimi ve unvanımı vermedim, vermeyeceğim. Allah’ıma, Peygamberime, Padişahıma ihanet etmem.”

Balkanlarda direnmek her şeyden daha zordu. Bu şartlar içinde hayatta kalma mücadelesi ilerliyordu.

Atalarımın yaşadığı yerleri görmek ve anılarına sahip çıkma adına Yunanistan’a doğru yola çıktım. Başka bir ülkeye gittiğimi düşünmeme sebep olacak iki durum söz konusuydu. Birincisi kiliseler, ikincisi Yunan bayrakları. Onun dışında coğrafya olarak, yaşayış olarak bizim herhangi bir şehrimizden farkı olmayan bir coğrafya ile karşılaştım.

Edirne’yi geçtikten sonra yaklaşık 400 kilometre içeride olan Grebene’nin Kastro ve Vraşno köyleri atalarımın yaşadığı yerlerdi. Kastro köyüne geldiğimde çok farklı duygular hissettim. 1924 yılının nisan ayında bir anda doğdukları, sevdalandıkları, hüzünlendikleri toprakları bırakmışlardı. Büyüklerinin mezarları da buradaydı, mutlulukları da anıları da. Ve bir gün hepsi geride kalmıştı. Bilmedikleri, görmedikleri bir coğrafyaya doğru Anadolu’ya doğru mübadele adı altında yola çıkarılmışlardı.

100 yıl öncesine gidiyor yüreğim. İşte burada büyük dedemin evi, iste şurada diğer akraba ve komşularımızın evi diyorum.

Evler virane…
Evler sahipsiz…

Başkası gitse yüzlerine bile bakmaz bu evlerin. Hâlbuki benim için öyle mi! Benim için bu 4 duvarı kalmış evler, nice saraylardan, nice köşklerden daha kıymetli.

Çünkü bu evlerde yaşandı tüm acılar. İnsanın sevdiğinden, sevdiği yerden vazgeçmesi ne kadar zor. Hatta dayanılmaz…

Vazgeçtiler, vazgeçmek zorunda kaldılar topraklarından bir gün. Şimdi bıraktıkları o kapının önündeyim. Kim bilir hangi büyüğümüzün eviydi bu ev. Yoluna baksanıza ne kadar güzel! Yemyeşil bir yol. Her yer ağaçlarla örülü. Cennet yolu gibi geliyor fotoğrafa baktıkça, içim açılıyor.

Dünyamız bu kadar kirlenirken taş yığını hâlindeki bu ev beni yeniden hayata bağlıyor. Dünyada yaşamanın bir anlamı da tarihîni bilerek onların bıraktıkları yerden devam etmek diyor içimdeki ses.

Duyuyor gibiyim! Mehmet Hoca camiden ezan okumaya başladı. Evlerden teker teker çıkanlar kol kola girmiş namaza yetişmeye çalışıyor. Kastro köyünün çocukları meydanda oyunlar oynuyor. Kadınlar akşama yapılacak yemek telaşında…

Kastro köyünde camide katliama uğrayan 80 büyüğümün gömüldüğü toplu mezarın olduğu yerdeyim şimdi. Kaynaklarda caminin hemen önüne açılan dev bir çukura gömüldükleri yazıyor. İşte burasıydı diyorum. Çete başı Ziko’nun Müslümanlıktan vazgeçmeleri ve paralarını istemeleri üzerine atalarımın verdiği, “Biz dinimizden dönmeyiz. Size vereceğimiz parayla dindaşlarımıza kurşun sıkmayız” cümlesinin ardından, “Sizi anam mı doğurdu ki acıyacağım” cümlesiyle binlerce mermi yağmıştı üstlerine. Silah seslerini duyan kadınlara ve çocuklara da acımamışlardı…

Kanuni Sultan Süleyman’ın adının verildiği camiden geriye duvar kalıntıları ve acı onlarca hikâye kaldığını görüyorum.

Büyük dedemin evini buluyorum. Komşuları Mehmet amcanın, Hüsniye teyzenin evleri de yıkık dökük de olsa hâlâ zamana direniyor. Oturuyorum kapılarına ağlamaya başlıyorum. Daha erken gelip hatıralarına sahip çıkamamanın verdiği hüzünle…

Diğer mübadil köyümüz olan Vraşno’ya geçiyorum. Orada da bizi onlarca ev karşılıyor. Caminin kalıntıları, imamın evinden kalanlar ve yine onlarca hatıra…Bir ev dikkatimi çekiyor. Kapısı mavi boyalı. Evin önünde bir fırın var. Tıpkı Anadolu’ya geldiklerinde yaptıkları fırınlar gibi. Eve karşı farklı duygular hissediyorum. Acaba diyorum baba tarafımın akrabaları bu evde mı yaşamıştı? Neydi ki bu eve beni bağlayan! Hiçbir zaman cevabını öğrenemeyeceğim sorular beynimin içinde dönüp duruyordu…

Yunanistan toprakları içinde hâlâ bizden bir şeyler bulmanın verdiği mutluluk inanın çok güzel. Yanya şehrine gittiğimde ilk defa camilerle karşılaşıyorum. Yanya dünya güzeli bir toprak parçası. Ve elimizden en son çıkan toprak parçalarından. Esat Paşa çok uzun süre direniyor bu güzelim vatan parçasını bırakmamak için. Ancak olmuyor!

Yanya’da 500 yıllık tarihî camileri geziyorum. Şimdi müze olarak kullanılan ve namaz kılınmayan…Son namazı düşünüyorum. Yüzyıllarca namaz kılınan caminin bir anda öksüz bırakılması duygusunun acısı yüreğimi burkuyor. Ah çekiyorum. Ah bir bilseler o ‘ah’ neler gizliyor! Mübadele yolunu takip ediyorum. Atalarımın yolda mola verdiği, trene bindiği her yeri adım adım geziyorum. Ne acılar ne sıkıntılar yaşadığını hissetmeye çalışıyorum.

Sırada Selanik var. Selanik’i tek kurşun atmadan teslim eden Tahsin Paşa’ya beddualar ediyorum. Coğrafi olarak daha zor şartlarda bulunan Yanya ve Grebene’de direniş devam ederken Tahsin Paşa’nın teslim olmasının acısı yüreğimi burkuyor. Selanik düşmeseydi eğer Yanya ve Grebene’de başka bir tarih yazılacağını görüyorum. Selanik’te atalarımın gemiye bindiği yere geliyorum. Bu noktadan son kez baktıklarını hayal ediyorum doğdukları topraklara. Acılarını, anılarını, hayallerini yanlarına alarak bambaşka bir hikâyeye doğru yol aldıklarını bilmeden…

Kavala, Drama, Gümülcine, İskeçe ve daha fazlası.

Yunanistan’ın topraklarında geçirdiğim 5 gün boyunca her bir adımda Türk’ün bu coğrafyada ne kadar güzel eserler bıraktığına şahit olmak ne de güzeldi. Camilerimizle, imaret merkezlerimizle, kalelerimizle, anılarımızla ne de güzel bir izdi bıraktığımız.

Artık gün batıyor. 100 yıl önceki hayallerim de güneşle birlikte gidiyor.

Bir türküyle ayrılıyorum atalarımın topraklarından:

Bir fırtına tuttu bizi
Deryaya kardı
O bizim kavuşmalarımız ah yârim
Mahşere kaldı

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.