Giriş

Türk kimliği ve Alperenlik ruhunu incelediğimiz eserler arasında seri yazının devamı olarak Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Yesili Hoca Ahmet üçlemesi üzerinde duracağız. “Son eserim” ve “En büyük eserim” dediği Yesili Hoca Ahmed’i anlatan üçlemesinin ilki Sesler ve Işıklar adlı eserdir. Dokuz bölümden oluşan, her bir bölümünde işlediği tarihî sahneleri, Türk tarihi ve kültürüçer çevesinde yansıtan Sepetçioğlu; Alperenlik kimliğinin nirengi noktasını Türk’ün dünyada varoluş sahnesine kadar dayandırmaktadır. Böylelikle Alperenlik ruhunu tarihî köprü inşasında zihinlerde sağlam bir zemine oturtmuştur. Bu yazımızda bahsi geçen eser üzerinden anlatacağımız hususlar, bu yazımızda ilk iki bölüm üzerine olacaktır. Uzun bir seri içerisinde yol alacağımız bu üçlemenin sonucunda varacağımız kanaatlerin de zihinlerde ışık tutması en büyük niyetimizdir. Özellikle günümüzde dahi ara ara işittiğimiz Türk’ün bel kemiğini temsil eden değerler üzerine yapılan saldırılara da en güzel cevabı verecek olan “Üçleme” serisinin bir kurgudan ibaret değil; Türk’ün bütün bir tarihinden süzülen hakikatleri içerdiği ortaya çıkacaktır. Ne kılıç zoruyla İslamiyet’e girdiğimiz ne de Şamanizm kavramının bir din olduğu gibi asılsız iddiaları üçlemenin sonucunda halihazırda görmüş olacağız.

1.Bölüm

Oğuz Kağan, hasta yatağında uçmağa gitmeyi beklemekte ve Uluğ Türük ise başucunda… Zamanı, kendi çağında tutabilen ve bunun tüm yollarını evlatlarına öğreten bir büyük devlet adamı, Türk’ün kutlu atası… Eşitlik ile adalet arasındaki ince çizgide büyük Türk ülküsünün meşalesini yakan Oğuz Kağan’ın dünyadan ayrılmadan önce dahi bütün gücüyle torunlarına ve çocuklarına vasiyeti… Ömrü atın sırtında geçen, tek millet, tek devlet, tek dil olabilmenin vasiyeti… Bu vasiyeti bir emanet olarak gören ve bunun için yüksek Alperenlik ruhunu içinde taşıyan Türk kahramanları…

Oğuz Kağan en küçük torunu Kayıbeğ’i yanına çağırtır ve onun nezdinde emanetini meraklı gözler önünde anlatmaya başlar. Bir oku alıp kırmasını söyler, akabinde iki ok, üç ok derken beş okun asla kırılamayacağını belirterek durdurur. Türk’ün devlet yönetimi anlayışı içerisinde bütünlüğü temsil eden, birliği savunan, toplumcu bir bakış açısını hiçbir kuvvetin önüne getirmeyen Oğuz Kağan, bu hadiseden sonra romandaki yazılışa göre şöyle söylemiştir:

Bir iken kırmak kolaydır; bir ok, tek başına kolay kırılır. İkisi, üçü bir araya gelince… gelirse, bire göre çok daha zor kırılır; beşi, onu birleşince kıramazsın! Kimse kıramaz; bükemez de kıramaz da. Halkı ok gibi düşüneceksin. Dağınık halkı herkes ezer; birleşince halkın kırılması zorlaşır. Kenetlenmiş ise dağıtamazsın bile, imkansızdır! Senden istediğim… hepinizden… siz de sizden sonrakilerden aynısını isteyeceksiniz; dağılmayın, parçalanmayın, birbirinize kenetlenin. Suları bol, denizleri geniş topraklarda on ok kenetlenmesinde yerleşmesini bileni kimse kıramaz, yerinden oynatamaz! Bir, çabuk kırılır; iki dirnebilir, üç korkutur… unutma!

Görünenler, görünmeyenlerin sırrıdır. Türk aklı ise daimî görünmeyenleri, hakikate çeviren bir akla, cevhere ve öze sahiptir. Bu akıl, elbette ki ataların öğretileri ile doğrudan ilişkilidir. Peki, cevher bunun neresindedir? Cevher, yoğrulan özdedir. Bu öz, Türk’ün dünya sahnesinde var olma hakikatini temsil etmektedir. Öz ise yine akıl terazisi ile ölçülür. Buradaki ölçü, ataların öğretilerini çağa uygun olarak işleyebilmektir. Bu işleme ise yüksek bir cevheri beraberinde getirir. Bundandır ki Türk devlet anlayışında görünende bir kağan var ise, bir hakan var ise görünmeyende mutlak bir atalar öğretisi vardır. Bu atalar öğretisi, zaman içerisinde farklı yansımalarla kendisini göstermiştir. Bir zaman gelmiş usta çırak ilişkisi çerçevesinde ilerlemiş, bir zaman gelmiş Türk’ün yaşadığı coğrafyalardan dünyaya merhale merhale yayılmıştır. En küçük torun olan Kayıbeğ’in hocası Kanturoğlu Aslan, onun da hocası olan, aynı zamanda Oğuz Kağan’ın hocası Uluğ Türük ve Uluğ Türük’ün de hocası Irkıl Hocaya kadar dayanmış ve bu öğretiler daimî sürmüştür. Ve zihinlerde Türk milletinin nihai gayesi merkezde olmuştur. Akıl da, cevher de, öz de buna şekillenmiştir.

“Daha deniz, daha ırmak/ Güneş bayrak olsun, gökyüzü çadır” diyen Oğuz Kağan’ın sözleri romanda Türk’ün kutlu mefkuresi, Türk milletinin nihai gayesi şöyle ifade edilmiştir:

Benim öğrendiğim şu oldu oğul; burada, bu bizim milletimizin yamalı boça gibi obalara, avullara, aşiretlere, boylara… adına ne dersen de ayrılıp bölük börçük olduğu yerde devlet kurmak zor; tek devlet, tek millet, tek dil olmak zor! Sürekli savaş durumunda olmak gerekir bunun için; baskınları beklemenin tedirginliğinde yaşanan ömüre ömür denmez! Buradan başka bir yere; batıya, gidebildiğinizce batıya gitmeniz gerek. Sular… çok sular; suların bol aktığı topraklar, ırmaklar, nehirler, deniz… Denize varmalısınız; varın! Lakin unutmayın, nereye varır, nereye konarsanız konun birilerinin yolunun üstünde olacaksınız. Biz, İpek Yolunun üstündeyiz, böyle oturduk hep. İpek Yolu, Çin’in can damarıdır. Can damarını kurutmamak için Çin bizi yeşertmemenin yollarını aradı durmadan, arayacaktır da her tuzağını kuracak, her hilesini kullanacaktır. Bugüne kadar yağtığı bu, bundan sonra da yapacağı budur! İçimizden vurdu, dışımızdan vurdu; devam edecektir. Biz güçlüyken başaramadı, kendi tuzaklarına kendisi düştü, fakat güçsüz iken… biz güçsüz iken, zedelenen biz olduk, oluruz. Siz… sizden sonrakiler daha çok ırmak, daha çok denizli yerlere gittiğinizde tek devlet, tek millet, tek dil olacaksınız, olmalısınız! Fakat birilerinin yolunun üstünde olacaksınız yine, bunu unutursanız oralarda kalamazsınız, sizi bırakmazlar…

Yukarıda bahsi geçen bir olmak, güçlü olmak, milletin menfaatlerinde birleşmek, millete yönelik tehlike ve tehditlere karşı uyanık olmak, fitneden ve bölünmeden milleti korumak gibi hususlara değinilerek milliyetçi bir bakış açısı sergilenmiştir. Aynı zamanda bugün için dahi bizi uyarıcı ve bize yol gösterici bir tutum da vardır.

Romanda işlenilen kurgu üzerine Türk’ün kuşu olarak bilinen akkuş; Oğuz Kağan’ın otağının içine girer ve sonrasında süzülerek çıkar. Halk anlatılarında ise akkuş, aynı zamanda Oğuz Kağan’ın ruhunu temsil etmektedir. Kanturalıoğlu Arslan Beğ ile Uluğ Türük akkuşu Kayıbeğ üzerinden bütün bir Türk milletinin göbek bağı olarak belirtilmiştir.

  1. Bölüm

Gökyüzünde uçan akkuşu gören Farslı Selman… Yıkımlardan yapımlara ulaşan insanlığın kurtuluşu… Hendek savaşının hazırlık arefesinde birlik olmanın gücü… Ödüllenenin ödüllendirme çabası… Kanturalıoğlu Arslan Beğ soyunun emaneti Hz. Peygamberimizden alması… İnanmak ve inanmanın da ötesinde şuurlu bir inanış azmi… Araplara suyu getiren Arslan Beğ’in yiğitliği… Hz. Peygamber’in kutlu müjdeyi verişi… Ok örneğinin İslam ile buluşması… Kanturalıoğlu Arslan Beğ’in emaneti almasıyla Arslan Baba olması ve Türkistan’a dönüşü…

Türk’ün İslamiyet ile buluşmasından bir sahne veren roman, bu bölümde kültürlerin de birbirlerini tanımasını işlemiştir. Hakk’ı, hak olanı, adaleti tüm cihana yayma ülküsü ile denizlere, ırmaklara ulaşma gayesini edinen Türk’e olan güven, Peygamberimizin nezdinde zihinlerde güçlü bir zemine yerleştirilmiştir. Bu güven ise, roman kurgusu içerisinde kazılan hendeklerin geçilip geçilemeyeceği üzerine yapılan bir sohbette Peygamber’in ifadeleriyle Türklere olan güven ve beklenti şu şekilde aktarılmıştır:

Peygamber: ‘Allah’ın uygun gördüğünü değiştirmek ne mümkün!’ dedi; Bizans’ın öğüncesi Konstantiniyye’de ezan okunmasını Allah uygun gördüyse kim engelleyebilmek gücüne sahiptir? Ne vakte kadar sahip sanır kendini? Günü geldiğinde elbette Konstantiniyye de alınacaktır! Ne mutlu alan Emir’e, o Emir’in askerlerine ne büyük mutluluktur bu! Bunu böyle bilmelisiniz ki bu Arslan Baba’nın soyundan gelenler, Kanturalıoğulları, şu altında serinlediğimiz ala sayvan gibi dünyayı örtebilirler. Arslan Baba’nın anlattıkları bugünü, geleceği düşünerek düşünerek yaşayan insanların tarifine uygundur. Onlar, elbette bir vakit gelir Fırat kıyılarına yerleşir, Dicle’nin suyunda atlarını suvarırlar! Yine elbette İslam’ın yolunu tuttukları an bayrak olurlar, herkese bayrak olurlar. O vakit İslam, gariplikten kurtarılacaktır! Bunu bilen kişi, Türklere dokunmaz; Türkler dokunmadıkça Türklere dokunmak iyilik getirmez. Onlar Kanturalıoğlu soyudur.

Görklü güzel Muhammed(SAV)’in ahlakı ile ahlaklanmayı tercih eden Türk, Arslan Beğ üzerinden verilmiştir. Arslan Beğ Peygamberimizin ahlakını, konuşmasını ve onun adaletini gördükçe atalarımızdan bahsetmiştir. Hal böyle olunca bütün Türk atalarının içinde bulundukları tutum, davranış, adalet anlayışı, toplumcu bir bakış aslında yabancı olmadığı, Gök Tengri’ye bağlılığın bir yansıması olarak İslamiyet ile birleşmiştir. Bu ise, romanın bir parçasında özellikle bu bölümde, soyunun torunu olduğunu dile getiren Arslan Beğ adına şöyle aktarılmıştır:

Halbuki Allah’ın Resulü’nden kopmamak üzere gelmişti; Peygamberi’nin gönüllü kölesi olmak, özgürlüğünü İslam’ın akışına bırakmak için Medine’yi amacı bilmişti. Taa Oğuz Han, Irkıl Ata, Uluğ Türük zamanlarından, hatta onlardan da öncesinden başlamış olan Kanturalıoğullarının bütün Arslan Beğleri nefes nefese Arslan Baba bedeninde ruh özünde can bulmuşlar idi, Arslan Baba da tümünü birden Allah’ın Resulü’nün buyruğuna verecek, sonsuzluğun özgür köleliğinde Peygamber’in çevresinden bağını koparmayacaktı. Lakin, Allah’ın Resulü, buyurmadan buyuran bir sessiz söyleşi dilinde geri çeviriyordu Arslan Baba’yı, Türkistan’a gitmesi gerektiğini söylüyor, yurduna geri yolluyordu. Ne zaman, nerede, nasıl bulacağı, ya da karşılaşacağı bilinmez birine verilecek emanetin emanetçisi seçiyor, altından kalkılması zor bir sorumluluk yüklüyordu omuzlarına üstelik!

Verilen bu emanet ve güçlü görevde Arslan Beğ; kendisinden birkaç yüzyıl önceki atası olan Kanturalıoğlu Arslan Beğ olan atası, ki Kanturalıoğullarından gelen nesildeki her erkek çocuğa Arslan ismi vermek bir gelenektir, Oğuz Han’ın başında duran Arslan Beğ gibi hisseder kendisini. Alperenlik vasfı da burada kendisini daha da bir tecelli etmiştir artık.

Halka halka yayılmakta olan İslam değerlerinin, her milletin kendi öz kültürüne göre yaşanması gerektiğini Hz. Peygamber tam da burada yansıtmıştır. Bu tutum ile İslamiyet’in milletlere olan bakış açısını da beraberinde görmek mümkündür. İslamiyet’in bütün insanlığı Araplaştırma gibi bir gayesinin olmadığı yalnız işlenilen bu romanda değil ayetlerle de tescillidir ki bununla ilgili olarak verilen bir ayette: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, Allah’a en çok saygı duyanınızdır. Allah her şeyi bilendir; her şeyden haberdar olandır.” (Hucûrat/13) ifadeleri de milletlerin birbirlerini tanımaları, dolayısı ile her milletin kendi tarihi birikimi, kültürü, örf adetlerince, dili gereği İslamiyet’i yaşaması ve yaşatması gerektiği savunulmuştur. Bu ise aslına bakıldığında her milletin bir sorumluluğu nezdindedir.

Burada denilebilir ki Türk’ün öz cevherinde saklı olan Alperenlik ruhu, İslamiyet’le birlikte taçlanmış ve Hz. Peygamber de bu ruhu başlatanlardan olmuştur. Ondandır ki Aslan Baba’yı Türkistan’a göndermek ister. Artık Aslan Baba için Oğuz Han’ın vasiyeti sanki Peygamberimizin emaneti ile eş değerdir. Emanetin verilişi ise yine romanın bu bölümünde şöyle ifade edilmiştir:

Ebu Hüreyre, biraz da konuşmayı fazla sevdiğinden, dayanamadı, herkesin aklındaki soruyu dillendirdi: ‘Yaa Alah’ın Resulü! Buyurdun ki tabağın hurmaları sayımız kadardır. Herkes hurmasını aldı. Ya o yerdeki? Beklenilen bir konuk mu var, yoksa sahipsiz bir fazladan hurma mıdır bu?

Bir konuk, evet… dedi Peygamber; Bekleniliyor elbette! Hem de gelecek, lakin bugün değil, şu sırada değil, değil…

Nasıl bir konuktur ki Efendim hem bekleniliyor hem bugün, şu anda gelemiyor? Beklenildiğini bilmekteyim. Zamanını Allah bilir; ancak O bilir! O sebepten söyleyemem!

Ya bu hurma? Burada, Efendim, böylece? Beklemeyecek elbette.

***

O, bir emanettir.

***

Peygamber, o anda: “Al bu emaneti Arslan Baba” dedi, uzattı; “Vakti gelince emanetin sahibi size gelecek, sende benim bir hurmam var, vermelisin artık, diyecek, isteyecek. Al, sakla. Nasıl saklanıldığını sen daha iyi bilirsin.

***

Derince kazdığı çukura; çevresini yapraklarla, yumuşak topraklar döşeyerek, hurmayı yerleştirdi; binbir özenle, bin gözetmede hurmanın üstünü örttü, bastırdı… ezilmesin, incinmesin korkusunda el ayasının okşaması toprağı düzeltti usul usul, usul usul, usul usul.

Aslan Baba, kendi çağında mı yoksa kendisinden birkaç nesil sonra dünyaya gelen Kanturalıoğulları soyundan olan bir başka Arslan Baba’da mı bu emaneti verecekti bilemezdi. Fakat artık bildiği en önemli şey, emaneti ulaştırana kadar korumak ve nesilden nesile nasıl ki kendisine Oğuz Kağan’dan kalan miras anlatıldı ise bu emanetin de yalnızca bir aracı olarak nesillerine, torunlarına anlatmak olacaktı. Ondan sonra gelen Arslan Beğler bundan böyle Arslan Baba olarak vazifesini yerine getirmekle mükellef olacaktı…

devamı bir sonraki yazımızda…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.