Tabiatta ve cemiyette müşahede ettiğimiz farklar meselesi hem faydalı gelişmelere hem de zararlı ve tehlikeli durumlara kaynak olmaktadır.
Kâinatta ve tabiatta ısı farkları, basınç farkları, yoğunluk farkları, kitle farkları… madde dünyasında müşahede ettiğimiz dinamizmin kaynağıdır; bu farklar olmasa idi, kâinatımız ve tabiat “statik” olacaktı. Canlılar dünyasında da durum aynıdır; bitki olsun, hayvan olsun bütün canlılar farklı türlere, ırklara, familyalara ve farklı özelliklere sahip bulunurlar. Bu farklar, canlılar dünyasındaki harekete ve dengeye kaynak olur. Hareket, bir bakıma yaşamanın, bir bakıma da ıstırabın ve istismarın sebebi olmaktadır.
Durum, insanlar için de aynıdır. İnsanlar da irsî ve çevre faktörleri sebebi ile farklılaşmaktadırlar. Üstelik, sosyologların yaptığı incelemeler göstermektedir ki cemiyetler sanayileştikçe, büyüdükçe, sosyal temaslar çoğaldıkça bu farklar azalmamakta, bilakis artmaktadır. Bu artışlar, bilhassa çevre faktörüne bağlı olan durumlarda gittikçe vahim bir hal almaktadır. Böylece yeryüzünde zengin milletler-fakir milletler, güçlü ırklar-zayıf ırklar, itibarlı sınıflar-itibarsız sınıflar, hareketli şehirler-durgun köyler, başarılı aileler-başarısız aileler mutlu kişiler-mutsuz kişiler gibi tezatlar doğmaktadır. Bu tezatlar büyüdükçe de şikâyetler ve buna paralel olarak huzursuzluklar artmaktadır. Ne yapalım? Bu farkları yok edebilir miyiz? Bu farkları kontrol edebilir miyiz? Bu farkları yok etmenin faydası düşünülebilir mi?
Hemen belirtelim ki, bazı farklar tabiîdir ve zaruridir. Bu farkları yok etmeniz mümkün değildir. Birkaç misal vermek gerekirse, yaş farklarını, cinsiyet farklarını, irsî faktörlere bağlı olarak boy, kilo, güç, zekâ ve heyecan farklarını hatırlamak mümkün gözükmektedir. İnsan cemiyetlerinde, bu farklardan doğan, istismarlar varsa -ki vardır- nasıl önlenecektir? Bu farklar yok edilemeyeceğine ve hatta yok edilmesi faydalı olmayacağına göre, bu farklardan doğabilecek istismarın önlenmesi ancak fertlerin ve cemiyetlerin içten ve dıştan bir kontrolü ile mümkün olabilecektir. Bu konuda bilhassa eğitim ve hukuk sahasında önemli vazifeler ve sorumluluklar düşmektedir. Yoksa, istismarın kaynağı, mülkiyettir diyerek mülkiyeti sınırlamaya veya kaldırmaya çalışmak, bu konuda asla bir çare olamaz. Eğitimle, istismarın kötülüğüne inandırılmış, dinî, ahlakî ve vicdanî bir otokritiğe sokulmuş kişiler, tabiî ve irsî faktörlere bağlı olarak gelişmiş bulunan güçlerini ve üstün niteliklerini başka insanların aleyhine kullanmaktan alıkonabilirler. Gerçekten de dinî, ahlaki ve vicdani bir otokritiğe bağlanmayan, bir iç hesaplaşmadan mahrum bulunan bir üstün zekâ, tabiatın ve cemiyetin en zalim bir istismarcısı olabilir. Böyle bir insan ister kapitalist ister komünist ister faşist sistemler içinde bulunsun zulmüne yol ve fırsat bulabilir. Böyle insanlar, kanunları bile zulümlerine alet edebilirler, kanun kanun diye kanunu tepeleyebilirler. Vicdanî bir otokritik ten mahrum olan zekâlar karşısında hukukun ve sistemin gücü hayli etkisiz kalır.
Öte yandan, bazı farklar da irsî ve tabiî faktörlerin normal birer neticesi olarak mevcutturlar. Cemiyetlerin, bütün fertlerine, bütün dilim ve tabakalarına fırsat ve imkân eşitliği tanıdığı hâllerde, bu farklar kazanılmış ve alkışlanmaya layık haklar olarak görmek adaletin tecellisine rıza göstermek demektir. Böylece kazanılmış ve hak edilmiş makamları, mevkileri, şerefleri, mal ve mülkü hor ve hakir görmek, kıskançlıktır, hasettir, sapıklıktır. Komünistlerin, böyle bir fark gözetmeksizin mülkiyeti hırsızlık olarak damgalamaları, ancak marazı bir tepki olabilir.
KAYNAKÇA
Arvasi, S, Ahmet. Türk İslam Ülküsü 2. sf. 45-46
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.