Dün yine meçhul filozofla beraberdik. Dedi ki:

– İngilizler, Musul meselesinden bahsolundukça bu arazide Türk’ten çok Kürt bulunduğunu ileri sürüyorlar. Bu sebeple Musul meselesinin daha ziyade Kürtlerin menfaatine göre halledilmesi lazım geldiğini iddia ediyorlar. Bizce Türklerle Kürtlerin farkı olmadığı için Musul meselesinin her iki kavmin menfaati nokta-i nazarından halledilmesi lazım gelir. O halde Musul meselesini halle çalışırken, “Kürtlerin menfaati Araplarla beraber mi yoksa Türklerle beraber mi yaşamaktır?” tarzında bir sual karşısında kalabiliriz. Herkes bu suale ihtisasına göre cevap vermek ister. Benim ihtisasım “sosyoloji” olduğundan vereceğim cevabı, bu ilmin esaslarına istinaden vermeye çalışacağım.

Eskiden beri benim zihnimi işgal eden bir mesele var: “Kürtler, kabiliyetli bir kavim oldukları halde neden dolayı şimdiye kadar göçebelik ve aşiretlik hayatından kurtulamamışlardır?” Bu suali senelerce evvel sosyoloji ilmine sormuş ve cevabını da almıştım. Bakınız size izah edeyim: Kürtler, zannolunduğu gibi cenup vilayetlerimizin hepsinde göçebeliğini muhafaza etmiş değildir. Kürtlerin bir kısmı göçebe ise bir kısmı da mukimdir. Bu vaziyet, aşiret hayatına da teşmil edilebilir. Mukim Kürtlerin hepsi aşiret hayatı yaşamazlar. Türk köyleri gibi bir tabii komün mahiyetinde bulunan Kürt köyleri çoktur. Buna binaendir ki Kürtler, birbirine muhalif iki içtimai enmûzece ayrılmışlardır.

Kürtlerin bu içtimai ikiliği, içtimai muhitlerin neticesidir. İçtimai muhitleri itibarıyla ikiye ayrılan Kürtlerin birinci kısmına “çöl ağzında bulunan Kürtler”, ikinci kısmına “çölden uzak bulunan Kürtler” diyebiliriz. Çöl ağzında olan Kürtlerin hepsi göçebedir. Çölden uzak bulunan Kürtler ise gerek göçebelikten ve gerek aşiret teşkilatından kurtulmuşlardır. Bunun sosyolojik sebebi nedir? Çöl, hangi bir amilin eseri olarak bu tesiri yapıyor? Buna verilecek cevap çok kolaydır.

Çöl demek, “Şammar” ile “Aneze” demektir. Bu iki muazzam ve iğtinamcı Arap aşireti, çölün müsellah hâkimleridir. Bugün Irak berriyyesi Şamarlıların, Şam berriyyesi ise Anezelilerin elindedir. Bu iki aşiret, badiyenin mamureyle temas eden ve mamureyi haraca bağlayan iki seferber ordusudur.

Malumdur ki herhangi seyyar bir aşiret ya nefsini müdafaa için yahut başka aşiretlerden “hüve” almak ve vermedikleri takdirde sürülerini yağma etmek için daimî seferberlik hayatı yaşayan bir ordu gibidir. Bu ordu daima çöl ağzında bulunan köylere hücum ederek sürülerini iğtinam eder. Bu vaziyetin en tabii neticesi, bu köylerin silahlanarak hazarilikten bedeviliğe rücu etmektir. Silahsız bir halk, müsellah bir orduya komşu olarak yaşayamaz. Garbi Anadolu’da Yunan ordusu ne mahiyette idiyse çöldeki Şammar ve Aneze aşiretleri aynı mahiyettedir.

Çöl ağzında bulunan halklar ilanihaye bu hale tahammül edebilirler mi? Edemezlerse kendilerinin de mukim hayatını terk ederek Şammar ve Aneze gibi birer seferber dolu haline gelmeleri icap etmez mi?

İşte çöl ağzında yaşayan Kürtlerin göçebe hayatı yaşamasının sebebi budur. Aşiret hayatını yaşaması ise çölde düşmanlar arasında daimî muharip olarak yaşayabilmek üzere lazım olan tesanüdü temin içindir.

Çöl ağzındaki Kürtler de Şammar ve Aneze gibi daimî seferber birer ordu haline girdikten sonra arkalarındaki mukim ve çiftçi köylerin başına onlar da birer bela kesilirler.

Binaenaleyh bu köylerin de daimî seferberliği icra ederek göçebe aşiretler haline gelmesi zaruridir. İşte bu zaruret, Kurûn-ı Ulâ’dan beri çöl ağzında başlayarak mamurenin en iç taraflarına kadar sirayet etmektedir. Belki Şammar ve Aneze’nin adlarını duymamış olan halklar bile onların bu müteselsil tesiriyle nasıl olduğunu bilmeksizin göçebe ve seyyar hale gelmektedir. Göçebe olmayanlar, hiç olmazsa düşmana karşı kuvvetli bir tesanüt teşkilatına malik olmak için mukim aşiretler şeklini alırlar.

Görülüyor ki Kürtleri göçebelik yahut aşiret hayatına mahkûm eden amil “çöl” ağzında bulunmalarıdır. Çöl demek, bedevi Arap demektir. Ezelden beri bedevi olan Araplara komşu olmalarından dolayıdır ki Kürtler hiçbir zaman göçebelikten ve aşiret bünyesinden kurtulamamışlardır. Kurûn-ı Ulâ’da, Kurûn-ı Vusta’da, Kurûn-ı Âhîre’de Kürtler daima göçebe ve aşiret halinde yaşamaktadır. Bir türlü bu hayattan kurtulamıyorlar. Çünkü bir sû-i tesadüf neticesi olarak eskiden beri badiyeyle yan yana yaşamaya mecbur olmuş ve bedevi Arapların irtica doğurucu temaslarına maruz kalmışlardır. Demek ki Araplıkla temas etmemiş olsaydı Kürtlük çoktan bu göçebelik ve aşiret hayatına veda edecekti. Demek ki bedevi Araplarla komşu olarak yaşamak, Kürtler için büyük bir felaket olmuştur.

Şimdi, bir de Türklerle komşu olarak yaşayan Kürtlere bakalım. Görürüz ki, Araplardan uzak ve Türk şehirlerine komşu olan Kürtler göçebelikten, aşiretlikten ve hatta onların neticesi olan gayr-i resmî feodalizmden tamamıyla kurtulmuşlar ve Türk köyleri gibi birer komün hayatı yaşamaktadırlar. Çünkü Türk, öteden beri göçebelik ve aşiret hayatını terk etmiş, demokrat bir içtimai bünyeye malik olmuş, medeni hayatta büyük muvaffakiyetler göstermiştir. Bundan anlaşılır ki Türklerle komşuluk etmek, Kürtler için en hayırlı bir tesir yapmış ve yapmaktadır. Esasen Kürtlerin göçebelik hayatına fıtri bir merbutiyetleri yoktur. Göçebelik merhalesinden atlayarak yarım göçebe hayatı yaşamaları da buna delildir. Kürtlerde ekseriya aşiretler, senenin bir kısmında seyyar diğer kısmında mukim bir hayat yaşarlar. Bunlara “yarım-göçebe” denilir. Yarım-göçebeler, göçebelikle mukimlik merhaleleri arasında bölünüp zü’l ma’işeyn bir hayat yaşayan aşiretlerdir. Bu iki aşiret müstesna olmak üzere bütün Kürt göçebelerinin yarım-göçebe haline intikal etmesi, Kürtlerin mukimciliği göçebeliğe tercih ettiklerini gösterir. Zavallı Kürtler, göçebeliği ve aşiretliği terk etmek için her an hazırdır. Onların istediklerinden birincisi, Arap bedevilerinden uzaklaşmak, onlarla komşuluk ve vatandaşlık etmemektir. İkincisi, Türklerle beraber yaşamak, onlarla vatandaşlık etmektir. Kürtlerin Türklerle olan muhabbet ve sadakatleri sebepsiz değildir. Kürt, gayet zeki ve ferasetlidir. Kendisine hayrın kimden ve şerrin kimden geleceğini pek âlâ bilir. Onun içindir ki Türklere dört elle sarılmıştır. Anca beraber kanca beraber diyor.

İhtimal ki bu müddeama itiraz olarak şunu diyeceklerdir: Türklerden “Türkmen” namını alan aşiretler yok mudur? Bunlar da göçebe yahut yarım-göçebe hayatı yaşamıyorlar mı? Bunların Kürtler üzerindeki tesiri de Şammar ile Aneze’nin tesirlerine benzemez mi?

Bu itiraza vereceğim cevap şöyledir: Türkiye’nin hangi tarafında yarım-göçebe ve aşiret hayatı yaşayan Türkmenlere tesadüf olunuyor? Cümlesi Arabistan hududunda değil mi?

Cenuptan şimale doğru Bayatlar, Kara-Uluslar, Tatlar, Telafer Türkmenleri, Cerablus Beğdilileri, Türkmen Culabı, Adana’nın Üregirleri ve Aydınlıları, Antalya’nın Varsakları, umumiyetle ya çöl ağzında bulunan yahut Arabistan’a komşu olan Türkmenler değil midir? Niçin diğer Türkmenler, umumiyetle mukim hale gelmişken bunlar hâlâ yarım-göçebe ve il hayatı yaşamaktadır? Çünkü Arabistan hududunda bulunan Türkmenler de Kürtler gibi büyük bir felakete duçar olmuşlardır. Bu felaket “çöl” ile yahut en doğru tabiriyle bedevi Araplarla komşu olmaktır. Badiyenin Arapları, cemiyet-i cahiliyeye o kadar sıkı bir surette bağlanmışlardır ki, ne İslamiyet’teki binlerce milletleri istihaleye uğratan bir dinin ne de Abbasiye ve Emeviye hilafetleri gibi siyasi teşkilatların onlar üzerinde devamlı bir tesiri olamamıştır. Arap aşiretleri ancak yüz sene kadar devlet hayatı yaşadılar. Bundan sonra tekrar çöle çekildiler ve siyah çadırlarla dolaşmaya başladılar. Binaenaleyh Arap bedevilerinin bugün de mukim olmaya hiçbir kabiliyetleri yoktur. İşte, bu beyanat ilk suale pek sarih bir cevap veriyor. Kürtlerin menfaati, Araplardan uzak ve Türklere yakın yaşamaktadır. Türkmenlerinki de böyle.

KAYNAKÇA

Gökalp, Ziya. Çınaraltı Yazıları. İstanbul: Ötüken Neşriyat. 2016. s.55-59.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.