Yüce yüce dağları aşar da insan bir kapının eşiğine kul olur. Belini büker, omuzları yol olur. Bir bakar dili susmuş, bir bakar ki insan toprağın bereketini tanımış, toprağın bereketi kendisi olmuş. Uçan kuşa selam verir, konduğu ağaçtan beslenir olmuş. O zaman anlar insan meğer o vakte kadar uyumuş. Hangi dağın kuşu şu göklerde uçan?

Hangi kahramanın dileğidir gözlerde can? Bir ben ve aynı zamanda biz. Koca dağlardan akan engin sularda güneşleniriz. Gökte kubbemiz de yerimiz de yağızdır. Elimizde sazımız yeri geldi mi silahımızdır. Otağın etrafını dolanır kahraman erler. Diller, yürekler bir. Hepsi tek nefes gibi söyler. Yüreklerde filizlenmiş ülkü çiçekleri, yüreklerde iman, dillerde “Allah” der ülkü erleri. Sesler dolanır, dolanır bir cihana iz olur. Çağları aşar, yıldızlara yol bulur. Allah’ın sevgisiyle kucaklar cihanı. Yapılan zulümlerden hüzün bulur.

Bir tohum ekilmiş bu mayayla toprağa. Zamanla büyümüş koskoca ağaç olmuş. Toprağı etten, dalları kandan. Biz de sallanırız yapraklardan. Yıllar yıllar önceki ırmaklardan suyunu almış, gövdesi kalın renkleri parlak… Uçan kuşlar ahenkle selam verir kucaklaşarak. Bu ağaçta kökünden beslenmeyen dallar, kendini unutup yabancılaşmış kurumuş yok olmuş. Ancak Türk varlığı dünden bugüne var olmuş.

“Nedendir?” derseniz kökümüz sağlamdır bizim. Kökten gelen bilgiyi en tepedeki yaprağa ulaştıracak kadar da sistemliyiz. Bir tekamüldür her şey. Dün neydik? Bugün neyiz? Yarın ne olacağız?

Dünümüzdür köklerimizi besleyen. Bize ağaçların içinde bir otağa diz vurduran. Türklüğün gururunu omuzlarımızda yeşerten. Bizi güçlü kılan ve mücadeleye devam etmemize yardımcı olan: Kürşat, Hüseyin Nihal Atsız, Başbuğ Alparslan Türkeş, Mustafa Kemal Atatürk ve daha nice bugünümüzü inşa eden saygıdeğer büyüklerimizin yanımızda ve bizi izliyor oluşunu düşündüğümüzdendir. Onlar şahittir. Toprağın suyuna çoktan kanları karışmış bu ulu ağacın her zerresine sinmiştir varlıkları. Bizler de o ulu ağacın taze bir dalıyız. Yetişip gelişmeye talibiz. Gün gelir de ağaçların toprağı eksilirse canımız aksın toprağa su olsun, yeni dallar yeşerebilsin diye uğraşıyoruz.

Türkçülük Bayramını her yıl coşku ile kutlayışımız bundandır. Tıpkı Kürşad’ın askerlerinin Çin sarayını basıp bağımsızlıklarını geri kazandıkları gibi; tıpkı Millî Mücadelede milletin canla başla vatanın müdafaasını sağladığı gibi. 3 Mayıs 1944’te Türk milliyetçileri Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra bozulmaya başlayan düzene birlik olup baş kaldırdılar. Bu duruşmadan sonraki yaşanan işkence ve tabutluk gibi olaylardan dolayı acı bir bayramdır. Onların yaptıkları; ağacı kurutmaya çalışan zehirler ayıklamak, zehirleri defedip vatanı müdafaa etmekti. Osmanlı’nın çöküşünden sonra yeni yeni şahlanmaya hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin yolu, yapılan ikinci dünya savaşının da etkisiyle başka başka devletler tarafından kesilmeye çalışılıyor bu da fikrî mücadele ile yapılıyordu. Dönemin başbakanı Türkçü olduğunu söylüyor ama yapılan komünizm propagandalarına göz yumuyordu. Birinci Göktürk Devleti’nin yıkılıp İkinci Göktürk Devleti’nin Kürşat İhtilali sayesinde kurulmasını anlatan “Bozkurtlar” romanının yazarı Hüseyin Nihal Atsız, Kürşad’ın narasını damarlarında hisseden bir ateş yaktı. Ateş, bu damarla beslenenlerle birleşti, aleve dönüştü. Bu dertle dertlenen bütün yürekleri bir bir yakmaya başladı. Tıpkı Kürşad İhtilali ve Millî Mücadelede olduğu gibi Türk milliyetçileri birleşti. Milletin menfaati uğruna ayaklandı. İşte bu sebeple 3 Mayıs Türkçülük Bayramı oldu.

Bu alev günümüzde de hala sönmedi. Hatta tekâmül ederek bir ocağa dönüştü. Ne zaman ateşi eksilse kurumuş dallardan bir odun daha atıldı. Kimileri dünya gözüyle bakıp aman yaklaşmayalım elimiz yanar diye düşündüler. Odun atanlara acıyanlar dahi oldu. Olup bitenleri okuyarak alevi yüreğinde hissedenler diz vurdu; acısına da huzuruna da temizliğine de talip oldu.

Size neden mi bunları anlatıyorum? Ben de yüreğimdeki bu korla ateşin etrafında ocağı yakanların kapısına kuruldum. Yüreğimdeki kor harlandı. Aleve dönüşmekte. Onlar ellerinde kitap ve kalem tutuyorlardı. Sevgi dolu yürekle birbirlerini kolluyorlardı. Bu çetin, çile dolu yolu birbirlerine tutunarak arşınlıyorlardı. Üstelik yolun sonunda kazanılacak zaferin tam olarak görünmeme ihtimalini de bilerek. Başları tarihin verdiği cesaretle dik, omuzları mütevazilikten biraz eğik, sırtları da taşıdığı yükün farkındaydı. Bir çocuk neşeleri vardı. Dalların özünden gelen huzura erişebilenler çocuk neşelerini koruyabilmişlerdi. Ağlanacaksa beraber ağlanır oynanacaksa beraber oynanırdı. Herkes birbirini gözünden sakınır, ahlaki olmayan tüm davranışlardan sakınarak Türk olarak yaşardı.

Size bu kişiler yazarın kurgusu gibi mi geliyor?

Hayır, yanılıyorsunuz. Burada bir ocak var. Hala tüm hararetiyle yanıyor. Bu ocak bir gün tüm cihanı saracak!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.