Netflix, son dönemlerin en bilinen ve en yaygın kullanılan platformu. Herkes bu platformu takip ediyor. Bu platformda yer alan diziler, filmler gündemi belirliyor. Milyonlarca takipçisi ve çok güçlü bir etki alanı var.

Bu milyonlarca üyesi olan platform Kulüp isimli bir Türk (!) dizisinin ikinci sezonunu yayınladı. Diziyi baştan sona izleyen biri olarak herkese tavsiyemdir. Bu diziyi mutlaka izleyin! Zira diziyi izledikten sonra; Bir dizi üzerinden nasıl beyinler yıkanır, nasıl insanlar manipüle edilir, nasıl toplum şekillendirilir gibi onlarca ders alacaksınız. Diziyi bilinçsiz bir şekilde izlerseniz gözyaşlarınıza engel olamazsınız bu arada! Öylesine kaliteli çekimler, öylesine ünlü oyuncular var ki…

Neresinden başlayayım bilmiyorum. 1950’li yılların Türkiye’sinde, İstanbul’da cami yok mesela dizide. Cami yok ama sürekli kilise var. Sürekli kilisenin çanı çalıyor. Alakalı alakasız yerlerde arka fonda kilise çanının sesini duyuyorsunuz. Bu diziyi İtalya’da, Almanya’da izleyen birileri 1950’de kiliselerden çan sesinin İstanbul’u esir aldığını ama hiç ezan okunmadığını düşünebilir!

Dizide ne kadar kötü karakter varsa hepsi ne hikmetse Türk! Hani diziyi yapanlar o kadar Türk’ten nefret ediyorlar ki bunu isimlerden dahi anlıyorsunuz. Dizinin anlatıldığı tarihlerde ülkede bir tane dahi Kürşat ismine rastlama ihtimali yokken dizinin en pis, en gaddar adamının adını Kürşat koymuşlar! Kötülük babadan oğula geçerek devam ediyor. Dizide onlarca Musevi, Rum karakter varken hayat kadınını (daha sonra katil de oluyor o karakter) Türk yapmışlar. Tüm pis işler bu hayat kadınının etrafında devam ediyor. Bu sırada Rumlar, Museviler ise sadece işinde gücünde sevgi pıtırcıkları…

Diyebilirsiniz ki, “Arkadaş senarist bu şekilde bir senaryo kurgulamış. Nasıl bir art niyet olabilir?” İnanın bu soru çok masum. Tüm iyi niyetimle ben de öyle düşünmek istedim diziyi izlerken. Ancak Türk karakterinin aşağılanmaları bunlarla sınırlı değildi dizide.

Kulüp denilen dönem gazinosuna çalışmak için getirilen karakterlerin Türk olanlarının “cahil, pis, kötü giyinen, konuşmayı bilmeyen, çirkin” karakterlerden seçilmesini anlamak hiç de zor olmuyor. Bir sahnede işyerine çalışmak için getirilen Türk karakterlerin tırnak kontrolü yapılıyor. “Ellerin kirli, tırnakların uzun, ayakkabın boyasız” diyerek aşağılama devam ediyor.

Bu sahnelerle eş zamanlı ise Musevi karakterler kendi inançları doğrultusunda dua ediyor. İşlerine bakıyorlar sadece. Terzilik, sarraflık ve daha nice güzel iş.  Sokaklarda Rumca konuşan insan sayısı Türkçe konuşandan daha fazla. Bu diziyi yurtdışında izleyen biri İstanbul’u Türk şehri olarak asla göremez. Çünkü ben Türk’ü çağrıştıran hiçbir şey göremedim dizide!

Dizinin yurtdışında da çokça izlenmesi için Arapçadan İngilizceye, İtalyancadan İspanyolcaya birçok dile çevrilmesi de dikkat çekici. Lehçe olarak dahi izleyebilirsiniz! Birçok dizide bu kadar seçenek sunulmazken bu kadar dille yayın yapılmasının da altını çizmekte fayda var!

Dizinin başrol oyuncusu Türk bu arada. O da LGBT üzerinden propaganda yapmak için diziye yerleştirilmiş. Sanatını icra etmek isterken sürekli yasaklarla, sansürle uğraşıyor.

Sokaklarda yürüyen Türk yok demiştim özür dilerim. Türk bayraklarıyla yürüyen birileri var. Hepsi çirkin, kaba, saba insanlar. Bu özellikleri öyle bir gözünüze sokuluyor ki. Siz busunuz diyorlar bize. Siz kaba saba, sadece kavga eden, yemek yemeyi bilmeyen, giyinmeyi bilmeyen insan yığınısınız. Rumlar, Museviler, Hıristiyanlar fevkalade insanlar. Bunu bilin, yerinizi bilin, haddinizi aşmayın!

Şimdiye kadar anlattıklarıma bakın lütfen. Bu diziyi izleyen yabancı biri 1950’li yıllarda Türkiye’yi bu şekilde anlayacaksa vay halimize. Bırakın yabancıyı, ayakları bu topraklara basmayan kendi vatandaşımız bile bizi yargılamaya başlar. Ne de olsa Türk bayrağı ile sokağa çıkan Türk kötü, derin devletle iş tutan Kürşat kötü, hayat kadını ve katil kadın kötü, elleri tırnakları pis, ayakkabısı boyasız Türk cahil, geriye kalan tüm yabancı karakterler ise sevgi pıtırcığı… Bu kadar bilinçli bir beyin yıkama tekniği son yıllarda görmemiştim!

Bunun benzerini Azerbaycan’ın Karabağ zaferinin ardından da görüyoruz aslında. Ermenistan işgali altındaki Karabağ’ın yeniden Azerbaycan’ın kontrolüne geçmesiyle benzer kesimler başladılar yaygaraya. Ermenilere zulmediliyormuş, Ermeniler tehcir ediliyormuş. Ermeni türküleri mi söylemiyorlar, şiirlerle ağıt mı yakmıyorlar. 1990’larda Azerbaycan Türkleri katledilirken, tecavüze uğrarken sesleri çıkmayanlar bir anda barışsever kesildiler. Ve inanın Azerbaycan Devleti, Ermenilerin isterlerle kalabileceğini gitmek isteyenlerin de malına ve canına dokunulmayacağını ifade ediyor. Birçoğu araçlarıyla haksız şekilde geldikleri toprakları terk ediyorlar. 1990’larda ise Türkler, yollarda öldürülüyor ve kar üstünde yalın ayak yürüyorlardı.

Ermenistan için ağıt yakanlar sosyalist geçinenleri o gün hiç görememiştik!

Bizde söz tükeniyor bir süre sonra. Sözü ustasına bırakmak lazım. Yüzlerce kelimede yazdığımızı 2 kıtada anlatıyor Ozan Arif:

‘’Kiminiz profesör, kiminiz yazarsınız

Türk ekmeği yersiniz, yedikçe azarsınız

Arkasından her türlü kuyuyu kazarsınız

Yeter artık bırakın bu milletin peşini

Sizin gibi aydının yediden yetmişini…

———————————————————–

Her biriniz Nobellik bir Orhan Pamuk’sunuz

Ve hatta bana göre ondan da yamuksunuz

Türk’ün canı yanarken gözleri yumuksunuz

Kör olur görmezsiniz Ermeni tedhişini

Sizin gibi aydının yediden yetmişini…’’

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.