Olaylar siyasete ve düşüncelere etki ediyor. İlkokulda, hâlâ var mı bilmiyorum, benim zamanımda, duvarda bir tarih şeridi olurdu. Keşke olaylar bir tarih şeridinde, siyaset ayrı bir tarih şeridinde, düşünceler de başka bir tarih şeridinde olsa. Bu sonuncuda önemli düşünürler bulunsa. Çünkü olaylar, siyaset, düşünürler, hepsi, çok karmaşık şekilde birbirine bağlı. İnsanlar bulundukları çağın etkisi ile yaşıyorlar. O tarih şeritlerindeki düşünür oturuyor da “ne düşüneyim acaba” demiyor; zamanını düşünüyor. Zamanın dertlerini düşünüyor. Namık Kemal’in dediği gibi, “nevaibi eyyamı” inliyor.
Daha ince ayrıntıya girince de tek tek insanların birbirini nasıl etkilediğini göreceksiniz. Hem çevre insanları hem de insanlar birbirlerini etkiliyor. Bir de değiştirici olaylar, moda tabiriyle yıkan olaylar; duran bir statüyü yıkan olaylar var. Kötü manada yıkan değil bazen iyi manada yıkıyor. Mesela keşifler ve matbaa… Kaçıncı asır? 16. asır. Rönesans, Aydınlanma, Reform 15- 16 ama aslında 16. 16. asırda bunlar var. Bunlar sarsıcı ve yıkıcı olaylar. Keşifler batıya özellikle şu mesajı verdi “Ey papazlar madem her şeyi biliyordunuz neden koskoca kıtaları bize söylemediniz, haber vermediniz; doğa kanunlarını söylemediniz? Demek ki siz bunların cahiliydiniz.”
Dünya o noktadan itibaren bir şoka girdi. Ben buna bilim şoku diyorum. Bir zamanlar kültür şoku vardı, Toffler’in yazdığı… Onun gibi. Newton, (1643-1724) 1687 de kitabını, Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica’yı, (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri’ni) yazıyor. Bütün cisimlerin hareketleri izah eden bir kitap. Ay tutulmasının ne zaman olacağından eğik atışta düşmanın nasıl vurulacağından sarkacın nasıl salladığına kadar her şeyi izah ediyor. Darwin, 19. asırda, o da biyolojiyi izah ediyor. Bunlar iki devrim: Newton ve Darwin.
Şimdi sosyoloji tarafına bakalım… Comte 18. ve 19. asırda. Comte, Darwin’e yetişmiş, esinlenmiş; esinlenmemesi mümkün değil. Durkheim ondan sonra. Bunlardan sonra Gökalp. Onda da biraz tek raylı gelişme düşüncesi var. Nasıl evrimde canlılar tın tın tın bir ray üzerinde tekâmül ediyorsa, toplumlar da tın tın tın tın tek yönde gider zannediyorlar. Sosyolojinin Newton kanunlarını bulmaya çalışıyorlar! Toplumun Newton kanunlarını bulmaya çalışıyorlar. Evrensel olacak bu kanunlar, bütün toplumlarda aynı olacak ve tek raylı olacak. İşte Comte’un pozitivizmi, Hegel’in diyalektik ve diyalektik tarihi, bilimsel sosyalizm (estağfurullah). Gökalp de bunların etkisinde…
İnsanlık Tarihi Tek Raylı Değil
Şimdi, fizik ile din yapamazsınız. Comte kurduğu alana, sosyolojiye, “sosyal fizik” diyor. Fizik ile din yapamazsınız. Ama sosyoloji de yapamazsınız. Dinle de ne fizik ne de sosyoloji yapabilirsiniz. Bunlarda Newton’un suçu yok. Newton’un yapılır falan diye bir iddiası yok. Fakat bir bilim şoku var. Sosyal Darwinizm diye bir şey var ki bu ırkçılığın temeli ama bunda da Darwin’in bir suçu yok. Darwin değil bunu yumurtlayan. Ne toplum ne de biyoloji tek ray üzerinde yürür. Darwin “evrim = tekamül = gelişme” demedi biz öyle anladık nedense; hâlâ öyle anlıyoruz. Darwin’in söylediği “evrim = çevreye uyum” eşitliğidir. Biz akıllı olduğumuz için övünüyoruz. Belki akıllı olmayan ve çevreye daha iyi uyan bir tür çıkabilir. Mesela hamam böcekleri. Biz nükleer savaş çıkartsak ve yok olsak, biz yok olunca dünyaya onların hâkim olacağı söylenir. Onlar daha gelişmiş bir tür mü? Aslında bilim bu hataları yapmaz. Bu saydığım hataları felsefe yapar. Ve felsefeyle karışık başka şeyler yapar. Şimdi Erol Güngör’den (ailecek arkadaşımızdı Allah rahmet eylesin) bir alıntı: “Bugünkü Batı medeniyetinin ve dolayısiyle bugünkü Batı cemiyetinin insanlığın eriştiği son merhale diye görülmesi, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Batılı düşünürlerin kafasına kuvvetle yerleşmiş bir fikirden doğuyordu; medeniyet insanlık tarihî boyunca tek çizgili bir yol takip etmiştir ve bu yol daima daha mükemmele doğru olmuştur. Dikkat edilirse geçen yüzyılın bütün büyük doktrin sahiplerinde bu fikir ortaktır; ancak her biri bu tekâmülde esas olan değişme üzerinde farklı fikirlere sahiptirler.” Çok güzel bir tenkit aslında. Sonra der ki, “En ilkel kabileleri başlangıca, kendilerini tepeye koyarlar, bu iki nokta arasına bir doğru çizgi çekerler ve bütün tanıştıkları toplumları oraya yerleştirmeye çalışırlar.”
Her Şeyin Şafağı diye bir kitap çıktı. Orada görülüyor ki bugünkü Kanada-Amerika sınırında iki toplum var biri yerleşik tarım toplumu, biri avcı toplayıcı (göçebe demeyeceğim). Ve inadına ikinciler, birincileri taklit etmiyor. Bizim tarihimizde de biliyorsunuz, “Oturak olmayalar!” diye nasihatler vardır. Yerleşme tenkit edilmiştir. Yine o eserde anlatılıyor: Bir Kızılderili reisi yakalayıp Fransa’ya getiriyorlar. O reisin Avrupa toplumuna tenkitleri var. “Siz hür filan değilsiniz, bir kere sizde eşitlik yok.” diyor. “Biz hür insanlarız, biz birilerine tabi, birilerinin malı değiliz.” diyor. Feodal Fransa… Eşitlik hürriyet dayanışma Fransız ihtilalinin umdeleri. Bunları Kızılderili reis mi ilham etmiş?
Türk Milliyetçiliği ve Bilim
Türk milliyetçiliği ve bilim… Maksadım buraya gelmekti. Gökalp bilim der, daha doğrusu “ilim” der, sosyoloji der. Akçura da öyle. Söz konusu millet ve milliyetçilik ise ilgili bilim sosyolojidir. Bugün biyoloji de biraz işe karışıyor; oraya da geleceğim. Malta’da İngilizlere tutsak bizim milliyetçiler. Gökalp ne yapıyor biliyor musunuz? Malta’da tutsakları topluyor, sosyoloji dersi veriyor. Durkheim’ı anlatıyor onlara. 22 yıl sonra Sadri Maksudi’nin kitabı, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları çıkıyor.
Peki, neden bilim? Bir kere bilim, bir konuda düşünmeye başlamadan evvel çevremizi anlamımızı sağlar. Millet deyip tutturuyoruz da millet gerçek mi, var mı? Ümmet diye tutturuyoruz var mı ümmet diye bir şey? Yok mesela ümmet diye bir toplum birimi…
Bilim, düşüncelerimizin doğruluğunun mihenk taşıdır; hareket planı yapmamızda dayanağımızdır. Bu sadece teoride değil uygulamada da geçerli. Uygulamanın ustası ne demiş: “En hakiki mürşit ilimdir fendir!”. Öyle de yapmış demek ki.
Nasıl bilim? Şimdi Gökalp’in sosyolojisinde iş bölümü, cemaatten cemiyete geçiş gibi konular var. Bunlar Durkheim’ın merkezi aşağı yukarı. Tönnies’in fikirleri de var. Hepsinde tek ray var. O yıllarda henüz millet ve milliyetçilik, sosyolojinin alt sahaları değil hepsi sosyolojinin ana gövdesi içine giriyor. Bir millet sosyolojisi, milliyetçilik sosyolojisi yok.
Şimdi dikkat edeceğimiz şeyler şöyle:
1- Tek ray yok. Durkheım hatalıydı.
2- Bilim nakilden ibaret değildir. Falanca der ki… Bu bilim değildir. Onları bileceksiniz ama nakille bitmiyor iş. Skolastik alışkanlığını bugün de sürdürmüş oluyorsunuz.
Tek ray yok, bilim nakil değildir; fakat buluşları, birikimleri izlemek, anlamak ve kendi problemlerimize uygulamak zorundayız. Nihayet, bilime bilgi eklemek zorundayız. Bugün 45 bin liraya doktora satıyorlar ondan bilim olmaz.
Bir de bilimin en değerli özelliği, ondaki yanlışlama düşüncesidir. Bilim 50 sene evvel başka şey 20 sene evvel başka şey, bugün başka şey söylüyor. Yarın başka şey söyleyecek ama bu yıkıp yapmak değildir. Sınırların genişlemesidir. Mesela ben kuantum mekaniğinde doktora yaptım. Kuantum mekaniği klasik mekaniğin yerine geçti. Yani Newton’un yerine geçti ama Newton da duruyor. İnşaat yaparken, uçak yaparken kuantum mekaniği kullanmıyorsun. Bilimin omurgası böyle yanlışlamadır.
Gökalp’ten Sonra Millet Sosyolojisi
Gökalp’ten sonra millet sosyolojisi ne oldu? Milliyet ve milliyetçilik, sosyolojinin bir alt dalı hâline geldi. Çok yoğun yayın başladı. 70’lerde millet konusu sosyolojide âdeta çıldırdı. Siyaset bilimi diye bir şey doğdu. Bu da önemli bir alt dal. Bir zamanlar siyasetnameler falan vardı, bu öyle değil; bilim olarak doğdu. Neden? Çünkü Avrupa’nın eski sömürgeleri millet olmaya başladılar. Bunlarla başa çıkmak için ne olup bittiğini bilmek lazımdı. Emperyalistlerin özellikle… Millet ve milliyetçiliği incelemeliyiz ki müdahale edelim diye. Yeni millet devletleri de “Millet ve milliyetçiliği öğrenmeliyiz ki olup biteni anlayıp birlik kurabilelim.” diye. Bu milli devletlerin garip bir alışkanlığı var, milli birlik kurmaya çalışıyorlar. Bizdeki gibi, olan millî birliği ayrıştırmaya çalışmıyorlar.
Millet ne zaman başladı? Bu ciddi bir sorudur. Bu soruya verilen cevapların sınıflandırması var. Primordialistler, millet ezelden beri vardır diyenler. Uzun zamandır modernistler diye bir grup vardı ve millet sosyolojisine hâkimdiler. Şimdi yanlışlandılar. Bizde, bize has, Türkiye’de çok hâkim olmuş, “Milletler Fransız ihtilaliyle başlar.” diye bir iddia var. Bizim eski akademisyenler bunu söylerler. Feodalizm ve kilise bir günde yıkıldı ve ortaya millet mi çıktı? Bu doğru değil. Benim eski bir cümlem şöyle: “Mevcut donanım üstüne yeni yazılım yüklendi”. Fransa’da olan budur. Yani Fransız milleti zaten vardı, 1789 da aniden zuhur etmedi. Günümüz modernistleri Fransız ihtilali demiyorlar, endüstri devrimi diyorlar. Bu daha makul. Gellner ve Anderson’dan bahsedeceğim. Gellner diyor ki, merkezî devletin bir bürokrasiye ihtiyacı vardır. Endüstrinin de Gellner’in tabiriyle “bağlamdan bağımsız” iletişime ihtiyacı vardır, “ortak yüksek kültür”e ihtiyacı vardır. Ben buradan bir talimat yazdığım zaman işte Konya’daki adamın onu okuyup tam uygulayabilmesi gerekir; eğer devletsek. Endüstride de buna yakın bir gereklilik var. Hani hocaya mektup yaz demişler ben şimdi gidemem Konya’ya demiş. Git demiyoruz ki sadece mektup yaz, demişler. Benim yazdığım mektubu yalnız ben okuyabilirim demiş hoca… Ona benziyor. Millet devleti için bürokrasi, bürokrasi için standart bil dil lazım. Standart dil zaten milletin belki en önemli bileşeni.
MİLLET: HAYAL EDİLEN CEMAAT
Benedict Anderson, millet, basın kapitalizmi ile oluştu diyor. Yani yine iletişim ile diyor. Almanya’nın ortasında yaşayan bir köylü bir kendisini bir de komşusunu tanıyor. Yakındaki köyler de Alman köyü ise Almanlık diye bir şuur doğmuyor. Ama kitaplar gazeteler gelmeye başlayınca Hamburg’ta da benim gibiler varmış ama Paris’tekiler benim gibi değilmiş diyor. İşte Anderson’un kastettiği bu. Anderson bu şuurlanmaya, tasavvur edilen cemaatler diyor. Hayal edilen cemaatler…. Türkçeye yanlış çevirmişler, Hayalî Cemaatler diye çevirmişler. Belki de milliyetçiliğin aleyhinde bir kitap sanıp yayımladılar. Halbuki Benedict Anderson, milliyetçiliği öven bir bilim adamıdır…
En modernist, Walker Connor diye bir sosyolog… Bir sempozyumun zabıtları var. Sempozyumun başlığı “When is the nation?” Yani, “millet ne zaman?” Sonra kitap hâlinde de yayımlandı. 19. Asırdan önce millet falan yoktur diyor Connor. Soru cevap faslında “Hiç mi yok?” diye soruyorlar. “Bir dakika, ben sadece Avrupa’yı kastediyorum, bir de Avrupa’da şu andaki milletlerin geçmişini kastediyorum.” diyor. Avrupa’nın dışında eski milletler var diyor. Nerede diye sorduklarında, “Benim favorim Altay Türkleri.” diye cevap veriyor. Ve Bengü taşlardan bahsediyor.
Yahya Kemalin Üsküdar’ın Dost Işıkları diye bir şiiri var. Tam da o hayal edilen cemaat anlatılıyor orada. Dündar Taşer rahmetli, “Bu benim millet tarifim.” derdi.
Ötmekte fecre karşı horozlar birer birer,
Geçtikçe her dakika belirlemektedir seher.
Bilmem kaçıncı fecri vatan toprağında biz,
Görmekle şimdi bir yaşatan vecd içindeyiz.
Etrafı okşuyor mayısın taze rüzgârı;
Karşımda köhne Üsküdar’ın dost ışıkları…
Kimlersiniz? Ya bağrı yanık kimselersiniz!
Yahut da her sabah uyanık kimselersiniz!
Dünya yüzünde, bir sefer olsun, tanışmadan,
Öz çehrenizle sizleri görmekteyim bu an.
Sizlersiniz bu anı ışıklarla Türk eden!
Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden!
Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizdenim,
Dünya ve ahirette vatandaşlarım benim.
Etnosembolizm- Geçmişiniz Sizi Yakalar
Etnosembolistler denilen bir başka grup var. Daha sonra çıktı bunlar. Mesela Anthony Smith… Soruları şu: Millet, bilim devrimi, endüstri devrimi ile çıktı tamam da neden buradakiler Fransız, şuradakiler İtalyan, oradakiler Alman oldu? Cevapları şöyle: Çünkü milletlerin birbirinden farklı kadim kültürleri var. Gökalp yaşasaydı buna hars derdi. Kadim kültürler var, destanlar var, masallar var. Bunların hepsi millî dil ile nakledilir. Dil çok önemli, edebiyat çok önemli. Mesela Bozkurtların Ölümü tek başına bir etnosembolist kaynaktır. Dede Korkut, Oğuznameler, Bengü taşlar, Kutadgu Bilig… Birçok edebi eser. Mecbursun Türk olmaya! Atsızdan Yüzbaşı Sancar’ın ölümünü okuyun; 78 yaşındayım, hâlâ ağlatır beni. Herhalde 70 yıldır ağlıyorum Yüzbaşı Sancar’ın ölümüne. Arif Nihat Asya’dan Devler, Destan ve Ağıt. Bunlar edebiyat, doğru. Bilim de lazım edebiyat da lazım. Tek kanatla uçulmaz. Bilim ve hamaset… İnsan duyguyla aklın toplamıdır. Duygu yoksa akıl işlevsizdir. Bu hüküm edebiyat değil, bilimsel dayanağı var. The Descartes Error diye bir kitap var. Türkçesi Dekart’ın Yanılgısı… Duygu, akıl ve insan beynini anlatıyor. Bir adamın duygu kısmı tahrip olmuş beyninin fonksiyon göremediğini gösteriyor. Akıl, tarafı tıkır tıkır işliyor. Fakat ne yapacağına karar veremiyor adam. Hani nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgârın faydası yoktur diye bir söz vardır ya sanki bu hâl için söylenmiş. Ondan sonra çok enteresan üç -şimdi politik değil bunu söylemek- İsrailli millet sosyologu var. Azar Gat, Yoram Hazony ve Yuli Tamir. Neden İsrailli? Çünkü ihtiyaçları var. Neden ihtiyaçları var? İki şey için: Kendilerinden olmayan fakat iç içe yaşadıkları diğer milletlere karşı tutumlarını belirlemeleri lazım. Fakat daha önemlisi, İsrail milletini teşekkül ettirmeleri lazım. İsrail milleti yok. Düşünün Rusya’dan gelenler Rusça konuşuyor, İspanya’dan gelenler İspanyolca konuşuyor. Ya kültür? Hangi kültür? Havra işi bitirmiyor. Onun için millet teşekkülü millet inşası lazım. Bilhassa milleti millet yapmak için.
Düşmanınızı da incelersiniz. Bizde eskiden harp okulunda Rusça öğretilirdi. Azar Gat’ınki müthiş bir iddia: Devlet varsa millet vardır. Çok önemli bir iddia bu. Sonra Azar Gat, zaman ve mekân içinde dünyanın her yerinde adım adım tarihi inceliyor ve her gittiği yerde işte var diyor. Eski Mısır’a gidiyor. Şimdi detayına girmeyeceğim. Kitabını açın okuyun, tercüme ettirdim. Bilge Kültür çevirtip yayımladı. 2013’te çıkmış. Kitabın ismi: Milletler: Siyasî Etnisite ve Milliyetçiliğin Uzun Tarihi ve Derin Kökleri. (Konuşmamdan sonra kitabın tükenmiş olduğu bilgisini aldım.)
Hazony, şu soruyu soruyor: Millet devletinden vazgeçerseniz nereye gideceksiniz? İki yön var diyor. Ya yukarı gidersiniz, bir imparatorluğun parçası olursunuz veyahut aşağı gider feodaliteye dönersiniz parçalanırsınız. İşte Kürdistan, Lazistan, Çerkezistan falan. Yani Sevr. Sadece iki yön var, üçüncüsü yok.
Yuli Tamir millet inşası üzerinde duruyor. Millet, bakım gerektirir. Bakılmazsa yerine başka milletler gelir. Bakımdan kastı da devletin iki rolü. Azar Gat’ın devletinin… 1) Coğrafya üzerinde kültür birliğini, özellikle dil birliğini sağlamak. 2) Zaman içinde kültür ve dil birliğini sağlamak. İlkokullarıyla ve ortaöğretimleriyle… Bu ikisi yapıldığı zaman millet oluyor zaten… Bunu bozabilirsiniz de… Mesela andı kaldırırsanız, bilmem kimin adını bilmem nereye verirseniz. Ben bu bir çemberdir, helezondur diyorum. Kültür milleti yapar, millet devleti kurar, devlet dönüp milletin kültürünü destekler ve nesillere aktarır; coğrafya üzerinde de birliğinin sağlar. Millet böyle yükselir.
Sosyobiyoloji- Evrim Psikolojisi
Bir yeni değişiklik: Sosyobiyoloji diye bir dal çıktı. Önce çok reaksiyona sebep oldu. Sosyobiyoloji yerine evrim psikolojisi dediler ve bu konuda yayın üstüne yayın, eser üzerine eser çıkıyor. Edward Wilson 1975’te sosyobiyoloji ismini vermişti. Steven Pinker, bu konudaki kitabına şu ismi koymuş: ters iddiayı göstermek için The Blank Slate (Boş Tahta). Alt başlık şöyle: İnsan Tabiatının Çağdaş İnkârı.
Robert Wright diye bir adam var. Onun kitabının adı da şöyle: The Moral Animal: Why We Are The Way We Are (Ahlaklı Hayvan: Biz Neden Böyleyiz?) Nedir bu? Tersinden anlatayım: Sosyal inşacılık diye bir ekol var. Sosyal inşacılığıa göre toplum içinde ne varsa toplum tarafından inşa edilmiştir. Hiçbir şey genetik değildir. İnsanoğlu dünyaya boş bir tahta olarak gelir. Annesi babası ve toplum onun içine ne koyarsa o olur. Sosyobiyoloji buna hayır diyor. İnsanın bir tabiatı vardır. Mesela ahlak. Robert Wright’ın ahlaklı hayvan dediği işte bu. Farklı toplumlar arasında ahlak kavramında çok büyük farklar yok. Yalan söylememek, iş birliği yapmak, haksızlık etmemek. Yüz ifadesi okuma: Yalan mı söylüyor, doğru mu söylüyor? Beni seviyor mu, sevmiyor mu? Bu soruların cevaplarını insanlar kolayca buluyor. Empatiyi, yani karşıdaki insanı anlamaya yarayan nöron demetleri keşfedildi. Bizim kültürümüzde insanın bu özelliklerine fıtrat deniyor. İnsan fıtratı diye bir şey var. İnsan dünyaya boş bir tahta gibi gelmiyor.
Fukuyama sevdiğim bir yazardır, millet birliği için kin-culture ifadesini kullanıyor. Akraba-kültür demek. İbn Haldun en genç sosyolog! 14. Asır. Tek tek akrabalığa göre yakınlıkları sayıyor. Anne ve baba kardeşler yeğenler vs… Kin-culture, akraba-kültür bağları. Bu bağlılık hissi, Haldun’a göre devletin temeli; bu da genetik.
Sentez
Şöyle bir senteze gidebiliriz: İnsan doğasında toplum halinde yaşamak ve bunun gerektirdiği ahlak ögeleri vardır. İnsan toplum dışında hayatta kalamaz. Toplumda bir iç grup-dış grup hissi vardır: Biz ve bizden olmayanlar… Bu da genetiğimizde var. Bu şartlar altında toplum birimleri arasında mümkün olan en büyük, en kalabalık birim millettir. Yukarısı emperyalizm aşağısı feodalizm…
Milliyetçilik, insanın tabiattaki bu gerçeği kavrayarak iç içe mensup olduğu birçok toplum birimi arasında milleti birinci sıraya yerleştirmesidir. Bunu tercihi yapanlara milliyetçi diyoruz. Benim Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nde de o zaman çok moda olan bir soruya cevap verilir: Milliyetçilik sizin tekelinizde mi? Evet öyledir. Milliyetçilik milliyetçilerin tekelindedir. İmrendiysen gel sen de milliyetçi ol.
Devlet varsa millet vardır yoksa yoktur. Bugüne kadar devlet kuramamış etnik gruplar millet de olamamışlar. Çünkü dil birliği yoktur kültür birliği yoktur edebiyat birliği yoktur. Max Weinreich diye bir dil bilimci diyor ki “Lisan ordusu ve donanması olan bir lehçedir.” Demek ki lehçeden dil haline gelebilmeniz için devlet kurmanız lazım.
Şimdi size bir şiir okuyayım. Gellner bu etnosembolistlere “karanlık tanrılar teorisi” diyor. Öyle ya derin geçmişten gelen hisler var. Arif Hoca’dan, Arif Nihat Asya’dan Devler şiirini dinleyin:
Sarsarak köprüleri
Devler geçti bu yollardan:
Dudaklarında Hun türküleri.
Tulgalı başbuğlar
Ve rüzgârda
Bayraklar, uğultular, tuğlar…
Bir dünya doldu boşaldı…
Yazık ki adları, destanlardan
Masallara kaldı!
Sağa, sola, ileri…
Devler geçti bu yollardan,
Kaldı ayak izleri…
Hâlâ nabızlar atıyor:
Şu çamlı, meşeli dağların
Altında devler yatıyor.
Yıllar yığın yığın o günden beri…
Ne bir destan parçası.
Ne bir zafer kemeri!
Fırtınalara armağan olsun
Göğüsler dolusu
Hun türküleri!
Gökalp’in Doğruları ve Yanlışları
A-Irkçılıkta Gökalp Haklı
1923’te dünya ırkçılık diye oturup kalkıyor. Çok enteresandır. O çağda Gökalp ırkçılığı reddediyor. İnsanlar, ırkçılık 1930’larda 1940’larda Hitlerle başladı zanneder. Bu yanlış. Hitler’den sonra Batı’da ırkçılık ayıp kabul edilmeye başlandı. O belki son açık ırkçı. Ondan evvel bütün Batı ırkçı. “Biz üstünüz çünkü bizim ırkımız üstün.” diyorlar. Amerikalılar Amerikan yerlilerini bu anlayışla yok ediyor.
1923’te Gökalp’in ırkçılığı reddetmesi çok önemli. Türk Devrimi ve Atatürk kitabında Konuralp da aynı gözlemi yapıyor. Türk tarifinde ırkçılık yok. Halbuki ırkçılığı çok kolay yapabilirlerdi ama yapmamışlar. Irk filan diye laflar ediyorlar. Millet yerine “ırk” kelimesini kullanıyorlar bazen. Atsız ne diyor, “Biz ırkçıyız ama laboratuvar ırkçısı değiliz.” Sonra da “Irkımızın Kahramanları” makalesinde şecere itibarıyla Türk olmayıp Türklüğe hizmet edenleri sayıyor. Öyle ırkçılık olmaz. İnanmazsan Hitler’e sor. Bakın Gökalp’ten okuyorum:
İnsan için, maneviyat, maddiyattan mukaddemdir. Bu itibarla millîyette şecere aranmaz…Filhakika, atlarda şecere aramak lazımdır, çünkü bütün meziyetleri sevk-ı tabiiye müstenid ve ırsi olan hayvanlarda da ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın içtimaî hasletlere hiçbir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu hâl, caiz olmadığından (Türk’üm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur.
“Ne mutlu Türk’üm diyene” diyor yani burada. Türk olup da Türk’üm diyemiyorsa o zaman Türk değildir. Zorla değil ya. Elçibey diyor ya “bu şerefi reddediyorsa bırakın şerefsiz kalsın.”
Gökalp’ten devam ediyorum:
“Irkın, bu suretle, içtimaî hasletlerle hiçbir münasebeti kalmayınca, içtimaî seciyelerin mecmuu olan millîyetle de hiçbir münasebeti kalmaması lazım gelir. O hâlde milleti başka bir sahada aramak iktiza eder. Kable’t-tarih zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihi devirlerdeki kavmi hercümerçlerden sonra, artık saf bir kavmiyet aramak abes olmaz mı?”
İstanbul’da bir toplantıda bir dinleyici, “Milliyetçilik iyidir de Türkçülük ırkçılıktır.” dedi. Şimdi bakınız bu kanaat, bilmemekten, yani cehaletten gelmiyor mu?
B-Sosyal İnşacılıkta Hatalar Var
Gökalp yine, “sosyoloji ilmi der ki…” diyor. Yani – benim yapma dediğimi yapıyor – bakınız: “Bundan başka sosyoloji ilmine göre, fertler dünyaya gelirken (lâ-içtimaî) olarak gelirler. Yani içtimaî vicdanlardan hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Mesela lisani, dinî, ahlaki, bedii, siyasi, hukuki, iktisadi vicdanlardan hiçbirini beraber getirmezler.” Bu doğru değil. Biraz evvel hangilerini berabere getirdiklerini anlattım. “Bunların hepsini sonradan terbiye tarikiyle cemaatten alır.” diye bitiriyor.
Bu sosyal inşacılıktır. Millî unsurlar genetik değil, Gökalp bunda haklı. Ama hak ve vicdan; toplum içinde yaşamak isteği, “iç toplum”, “dış toplum” duyguları… Bu hisler genetik. “Biz” ve “Onlar” genetik. Ama ‘biz’in kim olacağı toplumun verdiği bir his. Onun için bambaşka bir ülkeden gelen adam mesela Amerikan milliyetçisi oluyor. Bizim ülke bu, diyor.
Akrabalık hissi milliyet hissinin önemli bir bileşenidir. Neden ümmet ve sınıf milletin birleştirici gücünü taşımadı? Çünkü akrabalık hissi yok. Kin-culture, akrabalık-kültür bağına döndük yine.
Afrikalı bir yazarın bir kitabı var. Başlığı hoşuma gitti: Ties That Bind değil. Böyle olsa, “bağlayan bağlar” olurdu. Ama koyduğu isim Lies That Bind ; yani, “bağlayan yalanlar”. Yalan bile olsa… alrabalık duygusu başlıyor. “Bakın ben, Kürşad’ın torunuyum.” “Atma İskender.” “Ama torunuyum ben Kürşad’ın. Oğuzhan’ın da torunuyum. Belki uzak yakın hiçbir alakam yoktur. Belki çingenelerden aldı beni annem babam; ama ben Oğuzların, Kürşadların torunuyum; bunu böyle hissediyorum. İster doğru olsun ister olmasın.”
C-Siyasi Ümmetçilikte Gökalp Haklı
Siyasi ümmetçilik komünizm kadar millete ve milliyetçiliğe zıttır. Gökalp’ten devam ediyorum:
“Bir zamanlar, İttihad-i İslam mefkûresi Müslüman kavimlerin istiklale nail olmasını evvelkilerinin müstemleke hâlinde kurtulmasını temin eder zannolunuyordu. Hâlbuki ameli tecrübeler gösterdi ki İslam ittihadı bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi irticai cereyanları doğurduğundan, diğer cihetten de İslam âleminde millîyet mefkûrelerinin ve millî vicdanların uyanmasına aleyhtar bulunduğundan Müslüman kavimlerin terakkisine mâni olduğu gibi istiklaline de haildir. Çünkü, İslam âleminde millî vicdanın inkişafına hail olmak, Müslüman milletlerin istiklaline mâni olmak demektir. Teokrasi klerikalizm cereyanları ise, cemiyetlerin geride kalmasına, hatta gittikçe gerilemesine en büyük bir sebeptir. O hâlde, ne yapmalı? Her şeyden evvel gerek memleketimizde gerek sair İslam ülkelerinde daima millî vicdanı uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmalı. Çünkü bütün terakkilerin menbaı millî vicdan olduğu gibi, millî istiklalin masdar ve istinatgahı da yalnız odur.”
D-Hars-Medeniyet Ayrımına Dikkat!
Hars medeniyet ayrımı hata… Gökalp’e göre, klasik Türk musikisi Bizans’tan alınmadır. Bu yüzden terk edilmelidir. Bu yanlış. Müzik teorisyenleri, müzik tarihçileri bunun böyle olmadığını gösterdiler. Hüseyin Sadettin Arel’in Türk Müziği Kimindir? kitabı bu konuda önemli bir kaynak. Hüseyin Sadettin Arel’i yeniden okuyacağım. 50 sene evvel okuduğunuz kitabı yeniden okumak çok iyi oluyor. Arel’in kitabı o kadar eski değil ama Türkçülüğün Esasları’nı okuyuşum yarım asırdan eski.
Camiler de Bizans’tan mı? Tuhaftır ki Osmanlıda iki zirve var. Birisi mimari öbürü de musiki. Çünkü daha evvel hiçbir millet bu alanlarda Osmanlının ulaştığı seviyeye gelememiş. Ayasofya’ya Sultanahmet’in şantiyesi derdim ben. Almanlar da bir dönemde medeniyet-kültür ayrımını yaparlarmış… “Medeniyet kültürümüzü bozmasın” filan gibi laflar ediyorlar. Norbert Elias diye meşhur bir sosyolog var. 1981’de Uygarlık Süreci diye bir kitap yazmış. O tarihte uygarlıktan mesela şu anlaşılıyor: Almanlara ithal bir kraliçe geliyor. Skandal! Kadın sofrada çatal kullanıyor. Ama sonra diyorlar ki medeniyet işte bu… Çatal kullanmak!
İngilizcede kültür medeniyet ayrımı yok. Hepsine culture diyorlar.
Erol Güngör Gökalp’in kültür-medeniyet ayrımına Töre’deki bir makalesinde karşı çıkmış, gençler de gelip Töre’yi basmıştı. Ama müsaadenizle Mümtaz Turhan da Erol Güngör de Gökalp’ten daha sosyologdurlar. Yılmaz Öztuna, “Gökalp folklorla kültürü karıştırmış.” demişti. Biraz sert bir ifade. Ama hakikatten çok da uzak değil. Osmanlı dönemi Türk kültür tarihinin zirvesidir. Var mı itirazı olan? Biz onu aşmalıyız. Aşarken yıkıp geçmek değil üstüne tırmanıp daha yükseğini yapmalıyız. Hepsinin üstüne tırmanacağız. Yalnız Osmanlının değil. Göktürk’ün birikiminin de üstüne çıkacağız Kaşgarlı’nın da üstüne çıkacağız.
Şiiri sevdiniz. Arif Hoca’nın Destan şiiriyle bitireyim:
Nerde kaldı o çağlar ki
Analar kurt doğururdu,
Hilkat insan çamurunu
Destanlarla yoğururdu?
Nerde o yiğitler ki gür
Sesleri ülkeyi bürür,
«Yürü» dese dağlar yürür,
«Dur» dese kalbler dururdu?
Yurda, baş dedikleri bir
Ağır adakla geldiler
Ve şu bayraksız dünyaya,
Bayrakla geldiler.
Kopardılar ayı gökten,
Bir ipek dala astılar…
Yurt dediler, gölgesine
Ayaklarını bastılar.
Yeryüzünün göbeğinde
Kuruldu Kurultayları…
Günleri sönmek bilmedi.
Yere düşmedi ayları.
Onlardan kaldı bu toprak…
Biz gezip tozmayalım mı?
Yabanlar kıskanır diye
Destan da yazmayalım mı?
Benim, dedemle yan yana
Yazılı kalacak adım…
Yıldızların söneceği
Güne yıldızlar sakladım.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.