Ziya Gökalp, Osmanlı imparatorluğunun dağılışına, çözülüşüne ve nihayet yeniden Türkiye Cumhuriyeti adıyla milli bir devlet olarak kuruluşuna şahitlik etmiş bir düşünürdür. Düşüncelerinin büyük bir kısmını bozgunla sonuçlanan felaketler sırasında, her türden mahrumiyet altında ortaya koyduğu bilinmektedir. Onun çalışmaları her türden olumsuz şart altında dahi, diri bir zihnin soğukkanlı ve yaratıcı gücünün kanıtıdır. Bunalımlı bir geçiş döneminin köprüsü ve yaşanan millî Araf’ın en önemli düşünürüdür. Onu, Osmanlı İmparatorluğuyla Türkiye Cumhuriyeti arasındaki güçlü bir bağlantı olarak görmek mümkündür. Hayata gözlerini yumduğu 25 Ekim 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti henüz kuruluşunun birinci yıl dönümünü kutlamamıştı.
Ziya Gökalp’ı anlamak gerçekte bugünkü Türkiye’yi anlamaktır. Türkiye’de yaşanan akıl ve mantık krizinin temelinde Gökalp’ın anlaşılmaması vardır. Gökalp, 20. Yüzyılın başındaki gerçekleri, akımları ve yükselen değerleri esas alarak geliştirdiği düşüncelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin adeta milli ve fikri mimarı olmuştur. Türkiye, onun fikirleri üzerine bina edilmiştir.
Üç Tarz-ı Siyaset ve Gökalp
Ziya Gökalp’ın tarih ve toplum anlayışına hâkim olan sentezci ve bütünsel yaklaşımına değinmeden önce o dönemin tartışılanlarını bir anlamda özetleyen Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı çalışmasına değinmek açıklayıcı olacaktır. Akçura’nın üç siyasi meslek de dediği Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi üç fikir akımına yönelik değerlendirmesi şöyleydi:
Osmanlıcılıktan maksat; Osmanlı memleketindeki Müslim ve gayrimüslim ahaliye aynı siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam eşitlik meydana getirmek, fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu eşitlik ve serbestîden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek ABD Hükümetlerindeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet Osmanlı milleti meydana çıkarmaktır.
İslamcılık: İslam unsurlarını soy farkına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmeye, her Müslüman’ın en küçük yaşında ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesine uyarak bütün Müslümanları, millet kelimesine verdiği mânâ ile bir tek millet haline koymaya çalışmaktır.
Türkçülük: “Irk üzerine dayanan bir Türk siyasi milliyeti meydana getirmek” amacına yöneliktir. Türklük siyaseti de tıpkı İslam siyaseti gibi geneldi; Osmanlı sınırları ile sınırlı değildir.
Akçura’nın irdelediği bu üç yaklaşımla birlikte tartışılan ve etkin olan bir de Batı’cılık akımı vardı. Aşırı Batıcılar “Gülü ve dikeniyle” her şeyin Batıdan alınması gerektiğini savunuyorlardı. Düşüncelerini büyük ölçüde yaratıcılığa değil taklitçiliğe, üretime değil ithalatçılığa dayandırmışlardı. Batının dayandığı eserlerin tıpkıbasımını ve Batının uygulamalarının körü körüne izlenmesini kurtuluş için ideal görüyorlardı.
Aşırı Batıcıların en tutarlılarından olan Abdullah Cevdet’e göre, “batılılaşma basit bir taklitçilik değil, kültürel bir değişmedir. Bu gerçekleştirilemezse devletin yok olması kaçınılmazdır” Tek bir uygarlık vardır, o da Batı uygarlığıdır. Gülüyle dikeniyle almaktan başka yol yoktur. Ancak bu şekilde Türkiye Avrupa’nın bir parçası haline gelebilir. Ahmet Muhtar 1912’de, “Ya Garplılaşırız ya da mahvoluruz” diye yazmıştı.
Dört Tarzı Bir Arada Düşünmek!
O dönem aydınları da bugün olduğu gibi zihinsel olarak kategorize olmuştu. Osmanlıcılığı savunanlar, Türkçülerin yanlış yolda olduğunu düşünüyorlardı. İslamcılar ise hem Osmanlıcılığı hem de Türkçülüğü tehlikeli sayıyordu. Batıcılar eksen olarak “Batı”yı aldıklarından kendi yollarının dışındaki her yolun çözüm ve kurtuluşa katkı sağlayamayacağını savunuyorlardı. İşin ilginç yanı da Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık anlayışını savunanların hepsinin amaçlarının aynı olmasıydı. Bu fikir akımlarının hepsinin ortak amacı Osmanlı İmparatorluğunu yıkılmaktan ve dağılmaktan kurtarmaktı.
O dönemde bu ve benzeri düşüncelere sahip herkes kendi ayırıcı anlayışını Osmanlı İmparatorluğunu yıkılmaktan kurtaracak yegâne yol olarak görüyordu. Her üç yaklaşımı da o dönemlerde savunan çok ciddi dergiler ve aydınlar vardı. İslamlaşmayı Sıratı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad çevresinde toplananlar, Türkçülüğü Türk Yurdu dergisinde yoğunlaşan aydınlar, Muasırlaşmayı (çağdaşlaşmayı) ise hemen hemen herkes istiyordu. Ziya Gökalp bu üç anlayışı birbirinin karşıtı olarak görmenin ve çatışma içinde ele almanın doğru olmadığı görüşündeydi. Ona göre bu üç akım birbirinin zorunlu sonucu olduğu için bunlara arasındaki çatışma gereksizidir.
Gökalp, üç hatta dört tarzı da bir arada düşünen sentezci bir yaklaşımla görüşlerini ortaya koymuştur. Bu anlayışın doğal uzantısı olarak Ziya Gökalp, birbirinden farklı, bazen de birbirine karşıt gibi algılanan bu üç yaklaşımı sentezci ve bütünsel bir biçimde ele almış ve uzlaştırmıştır. İnancın milliyete ya da milliyetin inanca karşı kullanılmasının felaket getireceğini Gökalp o zaman fark etmişti. Bugün yaşanan birçok sorun dikkatli bir biçimde irdelenirse Gökalp’ın o zaman farkına vardığı bu gerçeğin bugün ihmal edilmesinden kaynaklandığı görülür. Gökalp bütüncül ve sentezci bir yaklaşımla Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmakla ilgili olarak şunları yazar: “Her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz; daha doğrusu bunların bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak ‘muasır bir İslam ve Türklüğü’ ibda etmeliyiz”.
Gökalp, “Türklük cereyanı Osmanlılığın muarızı olmak şöyle dursun, hakikatte en kuvvetli müeyyididir…/…Türklük, kozmopolitliğe karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakiki istinatgâhı” olduğunu da söylemiştir. Slogan haline gelen Türk Milletindenim, İslam Ümmetinden ve Garp Medeniyetindenim üçlemesi de onun açılımıydı.
Gökalp’ı Anlayamamak!
Osmanlının dağılış döneminin ve bu döneme ilişkin yapılan çözümlemelerin basmakalıp, genelleyici ve önyargılı bir biçimde ele alınması Gökalp’ın yeterince anlaşılmasını engellemiştir. Bugün hâlâ karşılaşılan sorunlara verilen cevaplar bakımından, birçok aydın Gökalp’ın gerisinde kalmıştır. Onun, o gün ortaya attığı birçok düşüncenin bugün de değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu konuda birkaç küçük alıntı yapmak daha açıklayıcı olacaktır:
Dünyanın Şark’ı da Garb’ı da bize celi bir surette gösteriyor ki bu asır, “milliyet” asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet, milliyet mefkuresidir…/…Milliyet hissinin hâkim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilirler.
Gökalp sonrası dünyadaki gelişmeler, onun bu düşüncelerini teyit etmiştir. Dünyanın her yerinde ideolojik ve siyasi imparatorluklar dağılınca onların yerini sınırlarını büyük ölçüde milliyetin belirlediği devletler ya da devletçikler almıştır.
Gökalp’ın günümüzde evrenselcilik anlamına gelen “beynelmileliyet” düşüncesiyle ilgili olarak da şunları yazmıştır: İlk vakitlerde beynelmileliyet hissini bütün insanlara şamil zannetmek doğru değildir…/…Avrupa’daki beynelmilel şefkat ve müzaheretin Hıristiyan milletlere müncer olduğunu; beynelmilel hukukun da Hıristiyan devletlerin imtiyazları hükmünde bulunduğunu görürüz. Balkan Muharebesi, Avrupa vicdanının bugün bile Hıristiyan vicdanından başka bir şey olmadığını gösterdi.
İki bine birkaç yıl kala Bosna-Hersek’te üç yüz bin Müslüman katledilirken Avrupa ülkelerinin takındığı tavır, insan haklarının değil ama Gökalp’ın düşüncelerine beynelmileliyet kazandırmıştır. Diğer yandan Türkiye’nin AB’ye üye olmasının “Hıristiyan Kulübünde Müslüman Ülkeye yer yok” anlamına gelen karşı çıkışlar da bir nevi Gökalp’ın düşüncesini doğrulayan kanıttır.
Ziya Gökalp’ın karşılaşılan sorunlar karşısında geliştirdiği bazı ilginç çözümlemelerine de değinmek gerekir. Sözgelimi Gökalp, aydın ve halk ilişkisinin nasıl olması gerektiğini şöyle ortaya koymuştur: Ona göre: Aydın medeniyetin taşıyıcısıdır. Bu yüzden de kozmopolittir. Halk ise kültüre, milli değerlere sahiptir. Bu noksanlığını giderilmesi için aydının halka gitmesi gerekir. Gökalp’a göre böyle bir eğilim, her şeyden önce, iki hususu gerçekleştirmek için zorunludur:
1.Halktan kültürel bir eğitim almak için halka doğru gitmek;
2.Halka medeniyet götürmek için halka doğru gitmek.
Aydın, halka doğru yönelmediği sürece millî değerlerden uzaklaşarak suni bir ortam içinde bozulmaya uğrayacaktı .
Onun bir tespiti de ülkede o zaman yaşanan buhranlarla ilgilidir. Gökalp şöyle yazmıştır: Memleketimizde bir gençlik buhranı, bir kadınlık buhranı, hâsılı bir terbiye meselesi, bir muaşeret meselesi var mı, yok mu? Memleketimizde birbirinin zıddı mahkemeler, birbirini zıddı öğretim yerleri, birbirinin zıddı ahlaklar ve hukuklar, yazma ve konuşmada birbirini benzemeyen lisanlar, seçkinler ile halkta birbirine benzemeyen vezinler ve zevkler var mı, yok mu? Düşündükleri gibi duymak ve duydukları gibi düşünmek isteyen kimseler için, fikir hayatındaki bu ikiliklerin giderilmesine çalışmak, şüphesiz, en kaçınılmaz ihtiyaçlar arasındadır.
Gökalp, bu saptamayı 1918’lerde yapmıştır. Aynı saptama bugün için de geçerli değil midir? Sözgelimi bugün toplumda bir gençlik bunalımından, kadınlık krizinden, çelişkili değerler veren eğitim sorunlarından ya da görgü kurallarından daha az mı yakınıyoruz. Gökalp’ın yaşadığı dönemden bugüne birbirine karşıt mahkeme kararları, birbirine zıt değerler veren eğitim kurumları ya da ahlak anlayışında olumlu anlamda bir değişmeden ne kadar söz edilebilir? Günümüzde “mutlu azınlık” ya da “Beyaz Türkler”den giderek daha fazla söz edilmesi rastlantı değildir. Fikir hayatındaki ikiliklerin giderilmesi için çalışmak bugün de en önemli ihtiyaçlar arasındadır.
Ziya Gökalp’ın Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce toplumla ilgili olarak yaptığı tespitler bugün için de geçerli ise bu durum onun yeterince anlaşılmadığını gösterir.
Eski Cevaplar İçin Yeni Sorular Sormak Anlamsızdır
2023 yılının Türkiye’sinde bugün yapılan tartışmaların birçoğu Gökalp’ın 1918 yılında cevabını verdiği anakronik sorunlardır. Günümüzde baskın olan bir kısım çevreler Gökalp’ın verdiği eski cevaplara yeni soru sormakla meşguller. Bugün hala “Türk”, “Kürt”, “Türkiyelik”, “İslamlık”, “Türkçülük”, “Osmanlıcılık”, “Batıcılık” kavramları üzerinde bitmeyen ve dinmeyen tartışmalar yaşanmaktadır. Hâlbuki bu kavramların çözümlemesini, odağında Gökalp’ın olduğu düşünürler daha 1918 yılında yapmışlardır. Bu tür tartışmaları bugün sürdürenler, eğer kötü niyetli değillerse Gökalp’ı ve yaşanılan dönemi ya okumamış ya da anlamamışlardır. Unutmamak gerekir ki Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset’i 1904 yılında, Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak isimli eseri 1918 yılında yazmıştır.
Gökalp’ın Türkiyelilik Kavramına Verdiği Cevap
Eski başbakanlardan birisi 31 Aralık 1994 günü Karabüklülere hitap ederken: ‘‘Ne mutlu Türkiye’nin vatandaşıyım diyene’’ demişti. Bir başka başbakan da “Türkiye’de Türkiyelilik bilincini en azından yakalamalıyız. Bunun bir de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bilinciyle zenginleştirmeliyiz” diye konuşmuştu. Hâlbuki Türkiye’nin derinlerdeki ruhu olan Ziya Gökalp, 1918 yılında ‘Türkiyecilik’ ve ‘Türkçülük’ kavramı üzerine şunları yazmıştır: Gerçekten, biz aradığımız millî hayatı, milletin vicdanında şuursuz bir surette var kabul ediyoruz. Bu şuursuz vicdanı, şuurlu bir hale getirmeğe Türkçülük adı veriyoruz. Bugünlerde Türkiye’ye birileri tarafından dayatılan “Türkiyecilik” kavramıyla ilgili olarak da Ziya Gökalp tam 105 yıl önce şu görüşü ileri sürmüştür: Türk kelimesi ile Türkiye kelimesi arasında büyük fark vardır; her Türkiyeli, Türk değildir; aynı zamanda her Türk de Türkiyeli değildir.
Türkiye kelimesi devletimizin ismidir; Türk kelimesi milletimizin adıdır. Ben tabiiyetim itibariyle Türkiyeliyim, kültürüm itibariyle de Türk’üm. Benim bu iki ada birlikte sahip oluşum, bu kelimelerin eş-manalı olmasını gerektirmez. …/… İşte Türk ve Türkiyeli kelimelerinin mukayesesi gösteriyor ki Türkçülük başka bir şey, Türkiyecilik ise başka şeydir../.. Jöntürkler, yalnız Türkiyeciydiler. Türkçüler, Türkiye ile beraber Türklüğü de düşünenlerdi. Türkçülüğün birinci işi, devlet, ümmet, millet kelimelerinin farklarını meydana koymak oldu. Devlet tabiiyette, ümmet dinde, millet kültürde müşterek olan fertlerin toplamıdır. Bu suretle, bizim, Türkiye devletine, İslam ümmetine, Türk milletine mensup olduğumuz anlaşıldı.
Şu satırlar da Gökalp’a aittir: Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkâr ederek beyne’l edyan bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaşmak ihtiyacını duymuyorlardı; hâlbuki Türkleşmek mefkûresi doğar doğmaz İslamlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı.
Zamana yenik düşmeyecek tek varlık mutlak olandır. Fikirler de eskir. Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hala 20. yüzyılın başındaki tartışmaları sürdürmek düşünsel bir krizin kanıtıdır. İşi daha da ilginç kılan ise aradan yüzyıl geçmesine rağmen bugün yaşanan tartışmaların o gün yapılan tartışmalardan daha niteliksiz ve yüzeysel oluşudur. Bugün çözümün yolu, Gökalp ve arkadaşlarının o zaman temelini attığı düşüncelerin üzerine yenilerinin ikame edilmesinden geçmektedir. Aksi reddi miras anlamına gelir. Çünkü güçlü düşünceler ancak güçlü temeller üzerinden yükselir. Eğer bir yerde sorunu yerli ve yerel şartlar üretiyorsa, çözümü de orada aramak gerekir.
Günümüz Türklüğünün Yeni Hikayelere İhtiyacı Vardır
Fikirler değişen, gelişen hatta başkalaşan sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel ortamların ihtiyaçlarına cevap verdikleri oranda etkinliklerini sürdürebilirler. Değişerek devam etmeyen ya da devam ederek değişmeyen bir dünya görüşü, etnografik malzeme olma kaderinden kendisini kurtaramaz. Bu bakımdan bütün düşünce ve davranışlar günümüzün değişen şartları dikkate alınarak dayandığı temellerin ve önceliklerin yeniden gözden geçirmesi gereklidir. Geçmişle ispatı vücudu esas alan bir anlayıştan, güncel eylem ve fikirleri ile kendini kabul ettirmiş bir anlayışa yönelmek gerekir. Türklüğün geldiği bu aşamada sosyolojik, felsefi ve antropolojik önceliklerin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Dahası an be an değişen ve dönüşen bir dünyada yaşandığının herkes özellikle de gençler daha çok farkına varmalıdır. Değişimdeki bu hız genel geçerli olan her şeyi tartışma konusu yapmıştır. Türk milletini merkeze koyan düşünceler değişme ve gelişmenin yönüne, yoğunluğuna, boyutuna uygun fikri açılımlarla gerçekleştirilmelidir. Bunun yolu da icatların, buluşların, gelişmelerin, yazılımların ardından değil önünden gitmekle mümkün olacaktır. Bunun yolu da Yunus’un dediği gibi “her dem yeniden doğmakla” mümkün olabilecektir. Bu durum günümüz şartlarında yaşamsal bir sorun halini almıştır. İlim, teknik, değer ve kavramlarda meydana gelen değişme ve gelişmelere uyabilmek her an uyanık olmayı gerektirmektedir. Bu bağlamda her alanda ve her an meydana gelen değişimi anlamak gençliğin, halin ve geleceğin en büyük sorunudur. Ayakta kalmak ne güçlü olanın gücüyle ne de en zeki olanın aklıyla mümkündür. Dünyadaki değişime ve gelişmeye en hızlı ve en uygun biçimde adapte olabilen ancak ayakta kalabilir.
Her alanda kendini sürekli yenileme ihtiyacını yüz yıllar ötesinden ikaz edenlerin başında Mevlana gelmektedir. Kendi kendini tekrardan kurtararak, dünü hiç unutmadan dünden bırakmanın ne denli önemli olduğunu şöyle vurgular:
Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
İlginçtir Mevlana’dan yüzlerce yıl sonra Bahtiyar Vahapzade de dün yazılanlar ya da söylenenlerle yetinilmemesi gerektiği ikazını şöyle dile getir;
Masa arkasında gece ve gündüz
Bir Ömür erittim taze söz için
Gelsin taze fikir, taze söz
Dün yazdıklarım eskidi bugün!
Ancak dün yazdığının bugün eskidiğinin farkında olanlar Türklüğe yeni ufuklarını açabilirler. Gökalp’ın açtığı ufuk çağın yeni araçları ve ihtiyaçlarıyla geliştirilip hedefine varması sağlanmalıdır. Bundan yüz yıl önce onun ifade ettiği gibi Türk milleti, Turan ve Türk Dünyası tarihi bir gerçekliktir. Bu gerçeklik tarihin amansız kanunudur. Onun “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” öngörüsü tarihin oraya doğru önlenemez bir biçimde aktığını gösterir niteliktedir.
Yeniden Türkleşmek!
Gökalp Türk aydınına “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” hedefini göstermişti. Onun bıraktığı entelektüel miras üzerinden Yeniden Türkleşmek gerek… Zira günümüzde Türk’ün ve Türklüğün medeniyetinin yeniden yükselişine bütün insanlığın ihtiyacı vardır. Çünkü Türkler dünyada evrensel olabilmiş ve değişik coğrafya, kültür, din ve ulusları başarıyla yüzlerce yıl yönetmiş dünya üzerindeki çok az milletlerden birisidir. Siyasi, sosyal, ilmi ve kültürel dokunun zenginliği bakımından Türklerin gerek tarihleri ve gerekse temasta bulundukları kültürler konusunda çok derin bir tecrübeleri vardır. Tarihte birçok Hıristiyan ve Musevi topluluğunu yüzlerce yıl başarılı bir biçimde yönetenin Türkler olduğu da düşünülecek olursa konu daha iyi anlaşılır.
İşte içine doğduğumuz Türk dünyasını, siyasi bütünlük bakımından en ileri seviyeye ulaştırmak, gözümüzü içine açtığımız coğrafyayı örnek bir vatan haline sokmak; konuştuğumuz dili en ileri bir iletişim vasıtası derecesine yükseltmek, bizi saran ekonomik sistemi kendi topluluğumuz ve insanlık için en yararlı, en hayırlı bir işleyişe kavuşturmak, eğitim yolumuzu bizi şu dünyada yük ve parazit değil yaratıcı ve verici olgunluğuna eriştirmek; ailemizi en uygun millet, medeniyet şartlarıyla donatmak; tarihimizi hem örnek surette yazmak, hem onun gidişinden millet hayatımız, siyasetimiz için en elverişli dersleri ve sonuçları çıkarmak Türklüğümüzün milletlerarası dünyayı daha fazla etkilemesini sağlayacak değerler manzumelerini doğuracaktır.
Yeniden kendisinin farkına vararak kendine dönen Türk münevveri de millet olma şartı olarak, millî ülkü ve kültürün yükselmesini millî irade ve arzularının gerçekleşmesi için birinci derecede bir amil saydığı demokrasinin de kendi varlığı ve gayesine hizmet ettiğini farkına varacaktır. Dünya Türklüğünü Ankara merkezli olarak yeniden dizayn etmek şarttır. Bunun için de yeniden Türkleşmeye ihtiyaç vardır.
Yeniden Türkleşmek; bireysel ve toplumsal ölçüde fikri ve fiziki bilumum dogma ve katılıklardan ayıklanmayı içerdiğinden ütopik değil akılcıdır. Devasa bir coğrafyada milyonlarca bilinçli soydaşların ortak talebi olduğundan Türk Dünyası hem gerçek hem de gerçekçidir. Güdümlü aydınların sandığı gibi de milli ülkü ile insanlık ideali arasında bir tezat değil aksine ahenk bulunmaktadır. Doğrusu milli olunmayınca evrensel hiç olunamayacağı da gerçeğin kendisidir. Dahası birinci olmayınca, ikincisinin mümkün olamayacağına ve milletlerin birbirlerinin hak ve ideallerine karşılıklı saygı göstermek suretiyle tekamüllerinin insanlığın mutluluğu için zaruri kıldığı bir gerçektir.
Yeniden Türkleşmek, Gökalp’ın gösterdiği hedeflere doğru yeni bir heyecanla, çağdaş kavram ve kuramlarla yeniden harekete geçmek anlamına gelir.
Yeniden Türkleşmek var olan ancak şu veya bu sebeple üstü küllenen, itilen-kakılan, aşağılanan, görmezlikten gelinen, küçümsenen, terk edilen, takas edilen, reddedilen; ancak kurtuluş savaşı ve sonrasında Türkü Türk yapan ve Türklük şuuruyla hareket edildiği için de arkada parlak bir mazi bıraktıran ülküleri ve heyecanları yeniden harekete geçirmek demektir.
Yeniden Türkleşmek tarihiyle, coğrafyasıyla, kimliği ve ülküsüyle Türkün titreyip kendine gelmesidir.
KAYNAKÇA
Remzi Oğuz Arık, İdeal ve İdeoloji, 1000 Temel Eser Serisi, Ankara, 1972.
Osman Turan, Türkiye’de Manevi Buhran, İstanbul 1978.
Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, YKY Yayınları, İstanbul, 2007.
Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, İstanbul 2007.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Yayına Hazırlayan Mehmet Kaplan, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları, İstanbul, 1972.
Orhan Türkdoğan, Ulus-Devlet Düşünürü Ziya Gökalp, IQ Yayını, İstanbul, 2005.
Esma Torun, Türkiye’de Kültürel Değişimeleri, Antalya, 2006.
Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Lotus Yayını, Ankara, 2005.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.