Bir fikri ve siyasi hareketin yüzyılı üzerine bir değerlendirme yapmak oldukça zordur. Çünkü böyle bir değerlendirme hem süreci anlaşılır bir dille ortaya koymaya hem de fikri ve siyasî harekete öncülük eden şahsiyetlerin görüşlerini ayrıntılı olarak izah etmeye ihtiyaç duyar. Hele bu fikri ve siyasî hareket Türk milliyetçiliği olunca durum daha da değişir. Osmanlı Devleti’nin içe kapanış ve çöküş sürecinden başlayan, farklı süreçlerden ve aşamalardan geçen; fikrî kırılmalara, baskılara, sürgünlere, iç bünyede yaşanan ayrışmalara, ithamlara, tutuklanmalara, hapislere maruz kalan; tüm bunlara karşın varolma iradesini ve cesaretini gösteren bir fikri ve siyasi hareketi tüm veçheleriyle ortaya koymak “akademik ve entelektüel sınırlarımı” aşar. Bu nedenle ben, Türkçülüğün Esasları adlı eserin müellifi Ziya Gökalp (1876-1924) başta olmak üzere öne çıkan şahsiyetlerin bazı temel meseleler ile ilgili görüşleri üzerine bir değerlendirme yapmakla yetineceğim.
Fikrî tartışma, bir şeyin ya zihni ya da harici varlığı üzerinde yürütülür. Bir inanç sisteminin ve siyasi anlayışın zihin haricindeki varlığı dil ve tarihtir.· Bunlar tartışılırken ilk müracaat edilecek unsur; dildir. Elbette ki dil her şey değildir. Fakat dilin bir başlangıç olduğu kesindir. Ayrıca herhangi bir kültür sistemi ve millet üzerine yapılacak fikri tartışma o milletin dilini ve kültürünü yansıtan tarihi tecrübeye dayanır. Beşerî varoluşun her safhasında inançlar, mekânlar, sınırlar, adlandırmalar, aidiyetler, hâkimiyet modelleri, iktisadi ve siyasi çıkarlar gibi unsurlar farklı tarihî tecrübelerin ve milletlerin varlığını onaylar.
Dünya görüşleri, siyasî ve içtimaî oluşumlar, imkân ve inşa sahasına aittirler. Millî kültür üzerine kurulan sistem ve siyasî duruş da aynı hükme tabidir. ‘Millet hayal edilmiş bir siyasi topluluktur’ tanımı milletin üyelerinin birbirini tanımadığı ve çoğu hakkında bir şey işitmediği halde her birinin zihninde toplamlarının hayalinin yaşadığına işaret eder. Bu tanım çarpıtılıp, E. Gellner’ın (1925-1995) ‘milliyetçilik, milletlerin varolmadığı yerde onları icat eder’, tanımına eklenerek ülkemizde milliyetçiliği bir uydurma ürünü olarak sunma eğilimi söz konusudur.
Meseleye varlığın bilgisi ve varlık kategorisi açısından bakılırsa kültürel dünyanın tümü için hayalî kavramı kullanılabilir. Meseleyi kültürel inşa bağlamından çıkarıp varlık kategorisi açısından değerlendirmek kavramsal kargaşaya yol açar. Çünkü varlık kategorisi olarak hayalî varlık; herhangi bir nesnenin hissedilen varlığının tahayyül gücünde mevcut olan suretidir. Hissedilen şeyler ortadan kaldırıldığında insan zihninde o hissedilen şeylerin suretleri canlanır ki, bu suretlere hayalî varlık adı verilir. Oysa millet, tarihin ve çağın bir gerçeğidir. Milliyetçilik ise tarihin, kültürün, mitlerin ve sembollerin yorumudur. Fikrî ve siyasî inşadır fakat zihinde hissedilen şeylerin bir sureti değildir. Kültürel aklın somutlaşmış biçimleri hem hissedilen hem de anlaşılan ve anlatılan şeylerdir. Elbette ki dilin, tarihin ve kültürün varlığı bizatihi değildir. Beşerî etkinliğin ürünüdürler. Fakat bunlar ne uydurma ne düzmece ne de hayalidir. ‘Modern dünyada tıpkı kadının ya da erkeğin bir cinsiyete sahip olması gibi herkes bir milliyete sahiptir, sahip olmaya devam edecektir.’
Dil, tarih ve kültürel akıl üzerine inşa edilen milliyetçilik ne tarihi kategoridir ne de muhayyeldir. ‘Milliyetçilik modern bir olgudur, muhayyeldir ve kendine özgüdür’ şeklinde söze başlayan her aydın daha işin başında beşerî durumu kuran ve tanımlayan unsurları yok saymakta ve hayalî görmektedir. Eğer muhayyel kavramı, milleti bir suret ve gölge saymaya yetiyorsa beşerî toplumun tabiatını ve birlikte yaşama arzusunu tartışmanın bir anlamı yoktur. Milliyetçiliği modern olgu olarak gören aydına göre milliyetçilik tarihî bir kategori olduğu için devrini tamamlamıştır. Milliyetçilik kendine özgü görmek ise her fikrî ve siyasî aidiyet açısından boştur. Çünkü her ideoloji ve davranış biçimi kendini benimser ve doğru görür. Bunun aksi olan her durum, inanç ve değer algısını oyuna dönüştürür. Böylesi görüşlerin milliyetçi olduğu bilinen kişilerin ağzından çıkması ise müntehir cehalettir.
Kavramların içeriğiyle tarihî ufkun etkinlik alanı ve zamanın ruhu arasındaki diyalektik ilişki milliyetçilik kavramının felsefî ve siyasî içeriğini değiştirir, yeniden tanımlar. Bu yönüyle milliyetçilik tekil bir kalıba sığdırılması mümkün olmayan fikrî ve siyasî tanımları kapsar. ‘On bin yıl önce Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk tarım toplumlarında görülen devlet olgusu aidiyet biçiminin modern zamanlara özgü olmadığını gösterir. Örgütlenme, vergi toplama ve askeri yapı oluşturma geleneğinin tarihi kökleri oldukça eskidir.’ İyi yetiştirilmiş bürokrasiye sahip devlet; Çin’de uzun süre varlığını devam ettirmiştir. Hun, Göktürk ve benzeri Türk Devletleri örgütlenme, vergi toplama, askeri güç oluşturma gibi unsurlar üzerine oturan kültürel ve siyasi aklın en muhkem misalleridir. Bununla birlikte geniş topraklar üzerinde egemenlik yetkisi uygulayan merkezi bürokrasiyle modern devletin ortaya çıkışı yenidir. Sistem mantığını geliştiren, güvenliği, hukuk sistemini ve mülkiyet haklarını sağlayan modern devlet anlayışı farklı bir aidiyet/mensubiyet biçimini üretmiştir. Bu nedenle milliyetçilik, tarihi bir kategori değildir. Beşerî varoluşun, kültürel dünya inşa etmenin ayrılmaz bir unsurudur.
Bir milletin gerçekliği en somut biçimiyle dil, tarih ve akıl yoluyla açığa çıkar. Beşerin yeryüzüne yayılışı ve farklılaşması din dilinde ‘İnsanlar bir tek milletten başka bir şey değildi, ama ayrılığa düştüler.” (Yunus 10: 19) ‘Ve bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi’ (Tekvin 11 / 2) şeklinde yer almaktadır. Tarihi varoluş biçimini tanımlayan bu ifadeler, beşerî kollektif bilincin modern döneme ait olmadığını gösterir. Beşerî tecrübe dil, tarih ve akıl / kültür içinde varlık kazandığı için bir varoluş biçimi olarak millet olma modern zamanlara özgü değildir. Eğer modern bir olgu ise Mete Han’ın (MÖ 234-174) Çin İmparatoruna yazdığı mektup da: “Bozkırda eli yay tutan bütün kavimleri Hun yaptım,” sözünü nasıl anlayacağız? Bütün kavimleri Hun yapmak millet inşa etmenin diğer bir adıdır. Bu veriler gösteriyor ki milletleşmek veya millete ait olmanın biçimi ve bağlamı, insanlık tarihini şekillendiren inançlar ve felsefî sistemler bağlamında yeniden inşa edilmektedir. Sosyal ve kültürel anlamda bir dile, tarihe ve onun taşıyıcısı olan millete ait olmak tarihî ortam içinde insanî durumla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü bu durum, beşerî, tarihî ve lisanî bir olgudur. Beşerî varoluş biçiminin ana unsurunu oluşturan bu aidiyetin sona erdiğini söylemek beşerî düzlemde toplumsal varoluşun mantığını ve işleyişini yok saymakla aynıdır.
Kültür; sadece sosyal hayata anlam yükleyen amelî kalıplar değil, aynı zamanda bir toplumun dünya kurma etkinliğini ifade eden bilgi, akıl ve dildir. Bir dünya kurma aracı olarak kültür, bilgiye ve nazari içtihatlara ihtiyaç duyar. Bunların davranış biçimlerine ve hayat tarzına dönüşü kültürel aklı oluşturur. Kültür, insanın kendini ifade etme biçimi/aklî bir inşa olduğu için aynı zamanda bir dildir. Nitekim bir toplumun tarihî tecrübesini ve kimliğini anlamak için müracaat ettiğimiz dil, tarihi tecrübeyi bize taşır. Çünkü tarihi tecrübe dilin içinde ikamet eder. O halde kültürel dünya; birey ve toplumun zaman-mekân içinde farklı zihni ve hayati taleplere, etkilere ve varoluş biçimine göre inşa ettiği bir dünyadır. Bu anlamda milliyetçilik: Kültürel Akıldır. Bu akıl, bir milletin tarihini ve durumunu şekillendiren akıldır. Kültürel akıl, hem belli bir sisteme taşınmış ve belli esaslar çerçevesinde inşa edilmiş fikirler bütünü hem de beşerî tarihin ayrıntılı bir çözümü, insan ufkunun geleceğe dönük dili ve açılımıdır. Bir başka deyişle “zihni inşanın amelî hayata çevrilmiş planıdır.”
Türk milliyetçiliği denildiğinde Türk aklının ve zihniyetinin hâsılası olan fikirler yumağının belli bir sisteme dökülmesi ve Türk Tarihi’nin ayrıntılı dökümü ve geleceğe dönük yorumu anlaşılır. Bu, bir yönüyle Türk Tarihi’nin felsefesini yapmaktır, bir yönüyle bu felsefeyi sistemli hale getirerek bunun ışığında geleceği planlamaktır. Çünkü “tarih; gelenek ve stratejidir.” Yenilenme ise gelenek üzerine inşa edilen oluşturucu aklın ürünüdür. Zira gelenek asıl, yenilenme amaçtır. Fakat yenilenme Türk tarihinin felsefesini yapmayı gerektirir. Türk tarihi alanında yapılan çalışmalar tarihin felsefesini yapmaya zemin oluşturmuştur. Fakat felsefesi henüz yapılamamıştır. Bu durum, milliyetçi düşüncenin çağın ufkunda yeniden yorumunu olumsuz yönde etkilemektedir.
İnsan tek başına denenme ve sınanma sürecinin yüklediği sorumluluğu kaldıramaz. Birlikte yaşamanın kökeninde iletişim kurma yeteneği, ihtiyaçları giderme arzusu, paylaşma ve dayanışma duygusu ve kurumsallaşma yeteneği yatmaktadır. Bir sosyal ortamdan ve kültürel dünyadan kopan insan terk edilmişliğe uğrar. Yabancılaşır. “İnsan, tabiatı itibariyle medenidir” sözü, belirtilen gerçeğin en özlü anlatımıdır. Kültürel dünya, beşerin içtimaî birlik oluşturduğu, insanların birbirine dayandığı ve sığındığı menzildir. Eve, aileye, bir anlam dünyasına, vatana aidiyetin, bağlılığın anlamı budur. Bunun farkında olmak, terk edilmişliği ve yabancılaşmayı aşmanın yoludur. Bu çerçevede milliyetçilik ortak değerler ve hukukî esaslar çerçevesinde birlikte yaşama iradesidir. Bir millete, kültürel dünyaya bağlılığın ifadesidir.
İnsanlık tarihinde rol oynayan milletlerin tarihi tecrübesi bize şunu gösterir: Kimlik edinmek ve millet olmak tabiî ve insanî bir durumdur. Tabii ve insanidir, çünkü insan türü, kendisine ait olan şeyleri korumak, diğerleriyle yardımlaşmak suretiyle kendisine ait olmayan şeyleri elde etmeye muhtaçtır. Hayatını, diğer insanlarla birlikte devam ettirmesi ve geleceğe hazırlanması için bu gereklidir. Tanımlanan maksatla meydana gelen içtimaî birlik olgusu, kimlik edinmeyi zorunlu kılar. Bir kimliğin varlığını koruması ve sürdürmesi kültürel aklın belirlediği esaslara ve sembollere ihtiyaç duyar. Bu yönüyle içtimaî birlik olgusu çok eskidir. Tarihin her döneminde var olmuştur. Tarihi süreçte yaşanan içtimaî değişimlere göre farklılık arz etmiştir. “Içtimaî tekâmülün il merhalesinde yaşayan milletler için kavmiyet mefkûresini takip etmek normal bir hareket olduğu halde, bugün içinde bulunduğumuz merhaleye nispetler marazidir. Çünkü o merhalede bulunan cemiyetlerde içtimaî tesânüd yalnız dindaşlık rabıtasından ibarettir… Bugünkü içtimaî merhalemizde içtimaî tesânüd, harstaki iştirake istinad ediyor. Harsın intikal vasıtası terbiye olduğu için kandaşlıkla hiçbir alakası yoktur.”
İnsanlığın ortaya çıkışı ve yayılışı sürecinde aynı soya ait boyların varlığı bir gerçektir. Bu verili durum, inkârı mümkün olmayan tarihi ve sosyal bir olgudur. Fakat bu tarihi olgu, milleti etnik saflık üzerine kurmayı gerektirmez. Milliyetçilik, ırka dayalı bir tanımlama olarak algılandığında, bu, milli veya millete ait olanı soyla sınırlamak anlamına gelir ki, bunun felsefî dildeki karşılığı delilini ve gerekçesini soyda, verili bir durumda aramaktır. Bu terk edilmişliği aşmanın değil, derinleştirmenin yolu olduğu için felsefî ve siyasî geçerliliği zayıf bir vaziyet alma biçimidir. Öyleyse millet ve millet olma Gökalp’ın deyişiyle “ne ırkî ne kavmî ne coğrafî ne siyasî ne de iradî bir zümredir. Millet; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.”
Milliyetçilik; ortak tarihi tecrübenin, ortak geleneklerin, ortak inanç ve düşüncelerin, siyasî ideallerin ve ortak sembollerin, yani kültürel aklın üzerine inşa edilen bir düşünce ve hayat tarzıdır. Bunun dışına düşen yaklaşımlar nihai anlamda ırkçılıkla buluşur. “Genetiği kutsayan ve yücelten” anlayışlar fikri ve siyasi makûliyetin dışına düşer. Nitekim Türk milliyetçisi Erol Güngör şu tespiti yapar: Türk milliyetçiliği bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayalı bir hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeder. Bir kültür hareketi ve tarihin yorumu olarak tanımlanan Türk milliyetçiliği hiçbir şekilde ırkçı ve otoriter sistemlerin kurucu ve etkileyici bir unsuru olarak gösterilemez. Burada söz konusu olan Türklüğü belirleyen kültürel akıldır.
Tarihin farklı dönemlerinde geçerli olan toplumsal düzen veya en geniş anlamıyla dünya-sistemi farklı aidiyet biçimlerine tanıklık eder. Her aidiyet biçimini/mensubiyet şuurunu anlamlı kılan o tarihi dönemin fikri ufku ve dilidir. Bir millet tarafından inşa edilmiş, geliştirilmiş ve uygulanmış fikri esaslar, maddi ve manevi hayat biçimleri milli kültürün varlığını onaylar. Herhangi bir kültürel mirasın modern halini anlamak için belirtilen tarihi tecrübenin/geleneğin içine dalmak gerekmektedir. Değişen dünyanın ve dilin kültürel alanda değişimlere ve yenilenmelere neden olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak kültürel değişme ve yenilenme bir kültürel aklı ortadan kaldırıp yok etmez. Varlığını sürdüren bir milletin tarihi boyunca ürettiği ve uygulama alanına taşıdığı, geliştirdiği ve yenilediği nazarî ve amelî unsurlar yeniden yorumlanır.
Milliyetçiliğin çeşitli halleri ve yansıma biçimleri olduğu için övgü ve eleştirinin hangi gerekçelere tekabül ettiğini kestirmek zordur. En azından saldırgan, otoriter ve benzeri nitelemelere dayalı olarak yapılan tanımlamalar felsefi ayrımların konusu olmalıdır. Böyle bir ayrım yapmadan akla gelen her menfi kelimeyle milliyetçiliği niteleme girişimi başka amaçlara matuftur. Bir millete aidiyeti modern döneme özgü gören ve ardından tarihi sürecini doldurduğunu söyleyen aydınların içine düştüğü fikri kriz / zihni arıza milliyetçilik üzerine yapıştırılan etiketler hakkında bilgi vermektedir. Bunlardan bazıları Türk kültürünü göçebe geleneğinin ürünü sayarak Türklerin kurduğu ve geliştirdiği şehir ve devlet sistemini tırnak içine alırlar. Bazıları ise Türk kültürünü ve bu kültürü benimseyen fikrî ve siyasî oluşumları saldırgan kapsamına alarak aşağılarlar. Fakat Türklerin birlikte yaşama kültürüne yaptıkları katkıları, adalet ve merhamet esasları üzerine kurdukları sistemi ve uygulamaları unuturlar. Bazıları ise Türk kültürünü felsefeden, sanattan ve estetikten uzak görür. Türk düşünürlerini yeterince tanımaz. İnsanlık tarihinin her döneminde varlık gösteren, çağ açıp çağ kapatan bir milletin kültürünü kaba, niteliksiz ve hamaset kelimeleriyle tanımlamak sadece tarihsizliğin bir eseri değildir. Aynı zamanda başkalarını taklit etmeyi özenti haline getirmiş müdahaneci aliman tavrıdır.
Değişen dünya sistemine göre bir anlam evrenine aidiyetin adı, biçimi, araçları ve işlevi değişmektedir. Kültürel aidiyet biçiminin tarihi eylem alanına yansıma şekli ve farklı görüntüleri, dini inanç ve diğer ideolojilerle olan ilişkisi her zaman tartışmaya muhtaçtır. Zira farklı aidiyet biçimleri, milliyetçi kuramlar ve türleri söz konusudur. Kaldı ki Türk kültürüne aidiyeti ifade eden milliyetçiliğin ortaya çıkışı, gerekçeleri, dayandığı esaslar ve hedefleri farklıdır. Batı merkezli milliyetçiliğin fikri temelini oluşturan varlık, bilgi ve değer anlayışıyla Türk milliyetçiliğinin dayandığı varlık, bilgi ve değer anlayışı arasında önemli bir fark vardır. Bu farkın felsefi niteliğini ortaya koymadan, en azından dikkate almadan yapılan her aynileştirme hareketi temelsiz ve savruktur. Bilinmelidir ki insanlık tarihine ve değer dünyasına önemli bir katkı sağlayan ve diğer kültürlere kapısını açık bırakarak kendini sürekli olarak yenileyen bir milletin tarihi bir öyküler yığını ve malumat arşivi değildir.
Evrensel mesajı olan dinler ortak inanç ve değerler tarafından inşa edilen medeniyetin kültür yoluyla genişlemesini amaçlarlar. Ancak zihne, tarihe, dile ve yoruma dökülen evrensel dinler zamanın mekâna dâhil olan boyutunda sınırlı kalmış, dolayısıyla evrensellik iddiasını gerçekleştirememişlerdir. Dinlerin tarihe mezhepler, siyasî ve itikadî modeller şeklinde girişi bu gerçeğin teyididir. Günümüz Türkiye’sinde milliyetçi geleneğin içinde entelektüel sıkışmanın dışa yansıyan biçimi olarak küreselci söylemi üstlenerek böylesi bir milliyetçiliği kutsayan ve buna sığınanlar vardır ki, bu hem tarihi tecrübeden kopuk hem de felsefi temelden yoksundur. Söz konusu görüşü savunanların gerek Hıristiyan gerekse İslam coğrafyasında aynı dinin farklı yorumlarını benimseyen farklı devletlerin varlığını ve bu devletlerarasındaki mücadelenin tarihi mantığını açıklamaları gerekir. Her ne şekilde savunulursa savunulsun söz konusu anlayışın sonucu şu iki husustan ayrı olarak düşünülemez. Ya dinlerin bilgiye açık evrensel mesajları nesnel temelden yoksundur, ya da insanlık tarihi, tahrif edilmiş ve bütünüyle sapkındır. Bu iki önerme, felsefi gerekçelere dayalı olarak savunulamaz. Eğer savunulursa ya bütün insanlığı hurafenin öznesi olarak göstermek ya da değerler dünyasını anlamsızlıkla suçlamak gerekir.
Yazılı tarih ve iletişim ağlarının üretilmesi ve geliştirilmesi, farklı diller ve bu diller üzerine kurulan yapıların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Evrensel devlet fikrinin peşinde olan krallar gelişen güçler karşısında milli devletleri kurmaya yönelmişlerdir. Batı tarihinde yaşanan bu kırılma her dilin ve ırkın kendine özgü kimlik geliştirmesine neden olmuştur. Mezhep savaşlarının arka planında yatan temel neden dini-etnik farklılıkların birbiriyle mücadelesidir. Batı toplumunda sınıflar arası mücadelenin devşirdiği ideolojik milliyetçilik türü böyle bir inşanın sonucudur. Soyu, dili ve değerleri sabit varlık sferine yerleştiren bu anlayış hem iç çatışmaların hem de emperyalizmin zeminini oluşturmuştur. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni küresel aktörler karşısında kimlik, kültür ve milli yapının korunması tutumu ve tepkisi ırkçı milliyetçi akımların gelişmesine ve gelişen yapının kendi iç dinamiklerini oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları içinde kendine güçlü bir zemin bulan ırkçı milliyetçi akım Avrupa için yeni bir çöküşü beraberinde getirmiş ve bu durum, İkinci Dünya Savaşı’nın şartlarının oluşmasını hazırlayan önemli bir faktör olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’nı oluşturan süreç içinde dağılan Osmanlı Devleti topraklarında da farklı milliyetçi söylem ve sembollerle yeni milli devletlerin ortaya çıktığı / çıkarıldığı görülmektedir. Yeni milli devletlerin ortaya çıkmasını teşvik eden küresel aktörler milliyetçi söylemleri yaygın bir şekilde destekleyerek Anadolu topraklarını kendi emelleri çerçevesinde parçalama gayretleri içindeyken Avrupa’dan etkilenen Türk milliyetçiliği Osmanlı’nın küllerinde yeniden kendisini var etme gayreti içine girmiştir. Osmanlı Devleti dayandığı siyasi mantığın gereği olarak diğer unsurların hayat alanlarını meşrulaştırmayı Türk devlet geleneğinin bir gereği görmüş ve uygulamıştır. Alınan kararların ve uygulamaların siyasi-stratejik hedeflere araç yapıldığını görünce Avrupa’daki milliyetçi akımın yarattığı yıkımı değerlendirerek Türk milliyetçiliği kendi milli devletini yeni bir zeminde ve yepyeni bir ülküde oluşturarak milli devletini kurma arzusunu gerçekleştirme çabasına girmiştir. Irkî temel üzerine bir devlet kurmanın sakıncaları çok iyi görüldüğü için tarihi ve kültürel ortak değerler ve ortak kaderi ön plana çıkaran yeni bir anlayışla Türk milliyetçiliği kendini yeniden tanımlamıştır. Yeniden tanımlanan milliyetçi anlayışın ana çizgilerini şu şekilde sırlayabiliriz;
Birincisi: Kurucu akıl millet kavramını yeniden tanımlamıştır. Cumhuriyetin siyasi mantığına göre bir milleti bir arada yaşatan unsur tek başına ne ırktır ne de dindir. Bir milleti birlikte yaşatan bütün halka mal olmuş tarihi tecrübe, tarihi ve kültürel olarak belirlenmiş ölçüler, ortak akıl, ortak kader ve mücadele, bütünleşmiş kültürel unsurlar ve herkesin katıldığı eğitim ve iradeye dayalı siyasî katılımdır. Milli sınır olarak çizilen alan içinde herkesin kardeş ve aynı millet olduğu vurgusu bunun göstergesidir. Söz konusu vurgu, milli sınırlar içerisinde milli ittifaka dayanan ortak vatandaşlığı, kültürel birlikteliği ve bağımsızlık mücadelesi içinde yer alan herkesi kapsar.
İkincisi: Türk milliyetçiliği, milli mücadele hareketini halk hareketine dönüştüren ve bütün dünyaya ortak bir bilinci tembihleyen fikri ve siyasi anlayışı temsil eder. Bu yönüyle Türk milliyetçiliği sivil bir harekettir. Belirtilen fikri ve siyasi hareketin esası şu olmuştur: Varlığımızı korumak ve milli hedefimizi gerçekleştirmek için gerçek dayanağı dışarıda değil, içerde kendi vicdanımızda aramak asıldır. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği, bir milletin kültürel ve tarihi vicdanına yeniden dönme hareketidir. Bu nedenle Türk milliyetçiliği köklü bir içtihadın ve tecdidin ürünüdür.
Üçüncüsü: Türk milliyetçiliği siyasî meşruluğu milli irade temelinde tanımlar. Milli irade temelinde tanımlamak; siyasî eylemi yaymaya ve herkesin katılımını gerçekleştirmeye yöneliktir. Ayrıca siyasi eylemleri ve uygulamaları eleştirme imkânına zemin oluşturmayı amaçlamaktır. Dolayısıyla otoriterliğin her tipine ve çeşidine karşı fikri bir ortam oluşturarak demokratik sisteme geçişi sağlamayı hedeflemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dayandığı fikri esasları ifade eden kavramların tümü Anadolu topraklarını bir hanedanın mülkü olmaktan çıkarıp vatan yapmayı, şahsi vesayeti ve hükümranlığı sona erdirerek milli iradeyi hâkim kılmayı önermektedir. Bu bağlamda Türk milliyetçiliği her türlü siyasî ve iktisadî vesayete karşı çıkan bir fikrî ve siyasî harekettir.
Dördüncüsü: Milliyetçi bakış açısına göre bir milletin varlığını sürdürmesinin, mesut bir şekilde birlikte yaşamasının şartı; milli siyasettir. Milletin güçlü, mutlu ve istikrar içinde yaşayabilmesi için devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, milli kurumlara tamamen uygun olması ve milli iradeye dayanması gerekir. Dolayısıyla Batı ile ittifak yapmak ile batıcı olmak, Rusya ile ittifak yapmakla Bolşevik olmak arasını ayırmıştır. Çünkü millet olmanın gereği olan bağımsızlık kendine özgü tarihi tecrübeye, değerlere ve adetlere bağlı olmayı zorunlu kılar. İzlenen siyasetin milli olmasının anlamı budur. Bu bağlamda milli siyaset; milli sınırlarımız dâhilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı korumak, millet ve memleketin hakiki saadet ve ümranına çalışmaktır.
Beşincisi: Türk milleti, bir içtimaî örgütlenme biçimi olarak biyolojik değil, kültüreldir. Etnik köken, geniş toprak parçalarında dağınık olarak yaşayan ortak bir yönetim yapısından yoksun olan toplumsal birlikleri ifade eder. Güçlü bir asabiyete dayalı siyasî irade bunları birleştirdikçe etnik durum etkinliğini yitirir. Kültürel bir yapıya dönüşür. Türk milleti; kültürel yönden birleşmiş, bir diğerine karşı karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve kaderi, geleceği ve menfaatleri ortak olan bir toplumdur. Dolayısıyla Türk milleti tanımı bir kültürel zihniyeti ve dünya tasavvurunu ifade eden bir yapıdır. Türk milletinin varlığını ortadan kaldırmak ve dış tehditlere karşı direnme gücünü kırmak isteyenler cumhuriyetin kuruluş felsefesini farklı gösterseler de kültürel aidiyete ilişkin aslî unsurların korunduğu ve bunların yeniden yorumlandığı bir gerçektir. Diğer bir gerçekse batı tarzı ırkçı milliyetçi kalıba dayalı bir dil kullanan ya da milliyetçiliğe karşıtlığı dini kalıplara döken anlayışların dini-etnik ayrışmaya katkı sağlamalarıdır.
Modern zamanlara özgü ırka dayalı bir aidiyet üzerine dünya inşa etmenin geçerliliğini yitirdiği söylenmektedir. Tek-tip ve Batı merkezli kültürel evrenin ürettiği bir milliyetçi modele atıf yapılarak Türk milliyetçiliği eleştirilmektedir. Fakat bir ideolojik akım olarak milliyetçiliğin, ana temalarını modern dünya görüşünden aldığı ileri sürülerek yapılan çıkarım ve eleştiri de tek başına yeterli değildir. Zira modern bilginin dini yorumlamada kullanılması bahse konu olan iddia ve eleştiriyi boşa çıkarır. Sözü edilen gerekçeye yaslanarak milliyetçiliği ilkellik olarak takdim edenlerin özgürlük ve demokrasi altında kutsallığa ve kana dayalı bir söylem geliştirmeleri tarihin en ilginç cilvesidir. Ortak tarihin ve kültürün dilini yok sayarak etnik durum üzerinden sürdürülen fikrî ve siyasî söylem ırkçıdır. Çünkü bu söylem, hiyerarşik ve sınıra dayalı kabileci mantığa göndermede bulunur. Milliyetçilik karşıtı kesimlerin böyle bir söylemi benimsemeleri tarihi yanılgının ötesinde, bir bilinç kaybıdır. Oysa eleştirdikleri milliyetçilik tarihi mukadderatın terimleriyle düşündüğü için ırka değil, millete ve onun ortak değerlerine dayanır.
Milliyetçilik üzerinde konuşurken onun hangi dünya dil sistemi içinde ve hangi kültürel geleneğin rahminde teşekkül ettiğine bakarak cinsiyeti hakkında karar verebiliriz. Post-modern dünya-dil sistemi içine yerleştirilen dini-etnik ayrımcılığı demokrasi ve özgürlük gibi değerler altında meşrulaştırma girişimi milliyetçiliğin ırkçı sürümüdür. Böyle bir bakış açısını İslâm ya da liberal öğreti altında dile getirmek onu ırkçı olmaktan kurtaramaz. Dolayısıyla hangi milliyetçilikten ya da hangi felsefi sistemin bağlamında yer alan bir aidiyetten bahsettiğimiz son derece önemli ve teknik felsefi ayrımlara muhtaç bir konudur. Dil, tarih ve akıl / kültür etrafında şekillenen varoluşun taşıyıcısı olan bir millete aidiyeti ırkçılık düzleminde okuyarak milliyetçiliğin bittiğini ilan etmek tarihi ve felsefi temellerden yoksundur. Reddetmenin gerekçesi ırkçılık ise –öyle olmalıdır- bu durumda hiyerarşik ve sınıra dayalı kabileci eğilimleri barındıran milliyetçilik reddedilmelidir. Oysa bu eğilimler milliyetçiliğe karşı olan Liberal-İslamcı-Marksist üçlüsünün benimsediği ve telkin ettiği anlayışla buluşmaktadır. Ortak tarihe, ortak kültüre ve geleceğe vurgu yapan milliyetçilik, tarihin farklı dönemlerinde kendine özgü bir bağlamda var olmuştur. Günümüzde yeni bir üslup ve bakış açısıyla varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Sosyal ve kültürel bağlamda bir milliyetçilik tarihin sonuna kadar da varlığını sürdürecektir. Çünkü dillerin farklılaştığı tarih, farklı kollektif bilinçlerin ortaya çıkışının tarihidir. Bu, beşerî varoluşun ve dünya kurmanın yolu ve yöntemidir.
Millet kavramının somut tezahürü kaçınılmazdır, çünkü belli bir dilin, tarihin ve kültürün taşıyıcısı olan millet; başlangıçta güçlü bir etnik yapıya dayalı olarak ortaya çıkar. Fakat tarihi ve kültürel bir rol üstlenen millet süreç içinde bir ırk olmaktan çıkar, bir varoluş biçimine dönüşür. Tarihi ve kültürel rol üstlenemeyen bir etnik yapı ya tasfiye olmuştur ya da bu rolü üstlenen bir milletin ürettiği sistem içinde yer almıştır. Türk Milleti, tarihin içinden geleceğe uzanan bir varoluş biçimidir. Bunun tarihi ve felsefi temelini görmek için Türk Milleti’nin tarihi rolüne, tarih içindeki etkinliğine ve geliştirdiği siyasi ve medeni kurumlara, Türkçe’nin yayılış alanına, insanlığın yayılış süreçlerine, coğrafi haritalara ve kurulan medeniyetlere bakmak yeterlidir. Bir varoluş biçimi olarak bir millete ait olmak beşerî tarih kadar kadimdir.
Milliyetçilik değişen dünya-dil sistemleri çerçevesinde içeriğini yenileyen bir varoluş biçimidir. Bu bağlamda milliyetçilik bir millete ait olmanın gereği olarak varlık ve hayatı okuma ve anlama tarzıdır. Bir kültürün ürettiği dünya tasavvurudur, yani zihniyet ve eylemdir. Kültürel aklın ve eylemin bir tarzı olarak tarihin her safhasında varolmuştur, varolmaya devam edecektir. Çünkü millet ve milliyetçilik tabiî ve insanî durumdur. Eğer bir millet, varlığı ve hayatı okuma, yaşama biçimini/milliyetçiliğini, diğer bir deyişle varoluş köklerini ve yenilenme mantığını kaybettiği zaman tarihin tasfiyesine uğrar. Türk Milleti tarihte tasfiye olmamıştır. Çünkü her kırılma ve kriz döneminde tarihi bilince yaslanarak yeni bir fikri ve siyasi ufuk üretmiştir. Bunun en somut misali Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra bütün egemen güçlerin saldırılarına direnen Türk Milleti’nin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Ortak anlamlar dünyası inşa eden insanlığın tarihi kaderinde bir yaşantı biçimine, anlam dünyasına ve kültürel dünyaya aidiyet biçimi değişmiştir. Bir milletin varoluş biçimini ifade eden milliyetçiliğin modern hali bile farklı gerekçelere ve tanımlara bağlı olarak farklılık arzetmektedir. Bazıları bu durumu, insanlığın ortak dünya sistemi geliştirmesine aykırı görmektedirler. Bazıları ise modern dünya sisteminin herkesi kuşattığını ileri sürerek milli kültürden bahsetmenin anlamsız olduğunu dile getirmektedir. Her iki görüşün çıkış noktası farklı olsa da sonuç itibariyle aynı noktada buluşmaktadırlar. Oysa hem tarihi tecrübe hem de içinde bulunduğumuz tarihi ufuk, her iki görüşün temelsiz olduğunu gösteren veriler sunmaktadır. 1990’dan itibaren öteki yüzünü kaybeden liberal-kapitalist sistemin iç tükeniş katmanına girdiğini gösteren krizler, buna paralel olarak sermayenin yer değiştirmeye başlamasıyla birlikte yükselişe geçen güçlerin kendi kültürlerine atıf yapmaları dikkat çekicidir.
Post-modern durumun ürettiği ve insafsızca tükettiği kabileci ve etnik tutumları yüceltme eğilimleri de bir milliyetçilik türüdür. Fakat kabilecilikle buluşan bu milliyetçiliğin adı: Irkçılıktır. Her şeyin biçimsizleştiği ve anlamını yitirdiği bir dünyada milliyetçiliği reddedenlerin demokrasi/özgürlük kavramları üzerinden kabileci eğilimleri savunmaları tarihin en kaba çelişkisidir. Çünkü ‘XXI. Yüzyılı tanımlayan en somut sosyo-politik olgu, güçlü devlet inşa etme eğilimidir. Uluslararası emniyeti, güveni ve istikrarı sağlamak için güçlü devletlere ihtiyaç olduğu görüşünün temel alındığı çağımızda’, etnik-dini kabilecilik üzerinden milli devlete yönelik saldırıların ülkemizde yaygınlaşması ve belirtilen anlayışı temellendirme biçimi kelimenin tam anlamıyla ırkçılıktır. Dekoratif demokrasi altında dinî-etnik kabileciliği yüceltenler ırkçı oldukları için Türk milliyetçiliğine saldırmaktadırlar. Millet olma iradesini kültürel akıl üzerine inşa eden Türk milliyetçiliği her türlü kabileci/imtiyazcı/tanımlayıcı ve aşağılayıcı kalıpları reddeder.
Kavramların anlamlarında görülen genişleme ve daralma toplumun değiştiğini gösterir. Kavramların içeriğinin boşaltıldığı ve her şeyin birbirine karıştığı bir toplumun varlık, bilgi ve değer tasavvuru ise bulanıktır. Böyle bir toplumun dünya tasavvurundan bahsedilemez. Sosyolojik anlamda böyle bir toplumun adı: Kör Toplumdur. Yaşantı alanına yansıyan değer kırılmaları, insanlık dışı hadiseler bahsedilen zihni bunalımın toplumsal yansımalarıdır. Toplumun ortak değerlerini parçalayan ve aşağılayan nihilistlerin, çoğulculuk adına ürettikleri kargaşa bizzat demokratik sistemin beşiği olan ülkelerin duvarlarına çarparak geri dönmektedir. Nitekim post-modern çoğulculuk giderek anlamını yitirmekte ve artık ortak tarihi tecrübelere dönmekten bahsedilmektedir. Bir başka deyişle nihilizmin büyüsüne tutulmuş insanlığın yeniden uyanmaya başladığı ve anlam krizine bir çözüm arama isteğinin yükseldiği yeni bir duruma tanık oluyoruz.
Kültürel yüzleşme ve kültürün kendi bağlamına geri dönme hadisesi saf-arî bir kültürel kimlik iddiasını geçersiz kılar. Çünkü bir kültürel sistem içine aldığı unsurları kendi dünyasına dönüştürür. Eğer böyle olmasaydı XV. ve XVI. Yüzyıllar Batı’nın sonu, XIX. Ve XX. Yüzyıllar Doğu’nun sonu olurdu. Fakat öyle olmadı. İslâm dünyasıyla yüzleşen Batı, kendi dünyasını kurdu ve geliştirdi. Aynı şekilde 1990 sonrası dünya sadece Marksist öğretinin değil, aynı zamanda liberalizmin sonudur. Nitekim XXI. Yüzyıl, muhafazakârlığın dinle izdivaç ettiği yeni bir birey, toplum ve iktidar tipine eşlik etmektedir. İdeolojilerin saygınlığını yitirdiği bir dünyada kültürel eğilimlerin öne çıkması insanlığın yeni bir tarihi ufka geçtiğini gösteren unsurlardan sadece birisidir.
1990 sonrası dünya sadece ideolojik krizlerin başladığı tarih değildir. Aynı zamanda iktisadi üretimin ve sermayenin merkezi olan Batı’da ekonomik krizlerin başgösterdiği tarihtir. Ekonomik sermaye kısmî düzeyde olsa bile yer değiştirmeye başlamıştır. Batı dünyasının yeni jeo-politik düzenleme faaliyetine girişmiş olmasının arka-planında yatan gerçek budur. İdeolojik yönlendirmelerin etkisini yitirdiği tarihi ufukta küresel siyasi otoritenin yükselen dini ve kültürel değerleri kullanması bir rastlantı değildir. Üzerinde düşünülerek tasarlanmış bir siyasi-stratejik modelin içinde yer alan aktörler sürekli olarak ticari ilişkilerin tabiatından kaynaklanan liberal tüccarlığı, insanlığın küreselleştiğine gerekçe yaparak milliyetçiliğin tarihini doldurduğunu savunmaktadırlar. Belirtilen modelin ortakları, yani iç sömürgeciliğin gönüllü ustaları ise belirlenmiş ve tanımlanmış amaçlar eşliğinde sürdürülen yeni tanzim politikaları karşısında sessizliğe bürünmüş durumdalar. Ortadoğu petrollerini kontrol etme ve yeni güçlerin yayılma alanını sınırlandırma amacına yönelik olarak üretilen politik oyunu, demokratikleştirme etiketi altında meşrulaştıran kesimin milliyetçiliğe saldırması aynı bakışın uzantısıdır.
Günümüzde de varlığını koruyan ve hatta giderek derinleştiren bu tarihi ve sosyal olgunun üzeri evrensel kültür, küresel sistem gibi tanımlarla örtülemez. Evrensellik iddiasıyla yola çıkan her ideoloji ve inanç, dilin, yorumun ve tarihin içinde tikelleşir. Dini ve ideolojik farklılaşma bunun en somut göstergesidir. Tarihi tecrübe ve günümüz dünyası bu gerçeği işaretlediği halde evrensel kültürden, daha doğrusu tek bir kültürden bahsetmek fikri ve siyasi temellerden yoksundur. Bazı gerçeklerin üzerini örtmek ve ötekilerini yönlendirmek için üretilen küresel kültür deyimi siyasi-stratejik gerekçelerin ürünüdür. Kaldı ki evrensel kültür tanımı doğru değildir, çünkü her değer önce toplumun diline, sonra zihnine, daha sonra yoruma, ardından da tarihe taşınarak tanımlanır. Bu nedenle anlam, zaman-mekân uzamında akan nehir gibidir. Dünya inşa etme süreçleri akışkan anlamları bir yerde kesmeyi, kavramları tanımlamayı zorunlu kılar.
Post-modern alacakaranlığın her şeyi biçimsizleştirdiği bir zeminde milliyetçilik üzerine yapılan tartışmaların giderek yoğunluk kazanması doğaldır. Milliyetçiliğin geçerliliğini yitirdiği ve tarihin dışına düştüğü iddiası boşuna değildir. İki yönlü siyasî manevraya eşlik eden bu görüşün bir yüzünü milliyetçilik konusunda herhangi bir felsefi ayrım yapmadan ve tarihi kökleri üzerine yeterince düşünmeden tanımlamak oluşturmaktadır. Meseleyi gereği gibi anlamak ve geçerli bir sonuca ulaşmak için milletlerin tarihi varlıklarını nasıl kazandıklarını ve kurumsallaştıklarını, ayrıca varlıklarını korumak için tarihi süreçte nasıl değişim geçirdiklerini dil, tarih ve akıl ekseninde nasıl fikri ve hissî bağ oluşturduklarını ayrıntılı bir şekilde çözümlemek gerekir. İkinci yüzünü ise post-modern çoğulculuğun/aslında kabileciliğin Batı dünyasında açtığı toplumsal krizi ve yükselen ırkçılığı aşmak için yine aynı kültürel evrende ortak tarihi tecrübeler söyleminin ileri sürülmesi ve giderek kabul görmesidir. Böyle bir söylemin kültür milliyetçiliğini yükselteceği bir gerçektir. Geleceği planlama ve yönlendirmede mahir olan Batı siyaseti yeni bir dille siyasî uyanışı engellemeye çalışmaktadır. Ülkemizde sabah-akşam kendi milletini, tarihini ve kültürünü aşağılayan sömürgeci aydınların basın-yayında sahne alması bir rastlantının eseri değildir.
1989 / 91’de Seküler ideokrasinin çöküşüyle birlikte yaşanan sancılar, milliyetçiliğin bitişini değil, liberal-kapitalist dünya-dil sisteminin fikri ve siyasi bunalıma girdiğini gösterir. Bu çerçevede Türk milliyetçiliği, yeni düşünceler eşliğinde bir söylem geliştirmektedir. Bütün insanlığı kuşatan bir dilden, dinden ve tarihten bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla Türk milliyetçileri küreselleşmeye olumlu bir anlam yüklemezler. Fakat (a) kendi tarihi ve kültürel unsurlarına dayalı, (b) dünyaya açık, (c) demokratik sistemden yana bir egemenlik, (d) bağımsız bir devlet, (e) herkes için ve herkese uygulanması gereken hukuk, (f) paylaşımı ve güveni esas alan siyasi katılım, (g) ifade özgürlüğünden iletişim araçları yoluyla fertlerin mahrem dünyalarına müdahaleyi engelleyen insan hakları Türk milliyetçiliğinin ana çizgilerini oluşturmaktadır. Bu tarihi durum, Türk Milleti’nin kendi ifade biçimiyle kendini tanımladığı insanî, fikrî, ahlakî, medenî, edebî ve iletişimsel eylemi esas alan tarihî ve asrî donanıma eşlik etmektedir. Bunun varlığa ve bilgiye ilişkin kökleri Dil, Tarih ve Akıldır. Bu noktada önemli olan bu köklere dayalı olarak XXI. Yüzyılda milliyetçiliğin yeniden ifade biçimi ve içeriğidir.
Millet inşa etmek; tarihî, kültürel ve insanî değerler üzerinden yapılır. Çünkü millet; dil, kültür ve mefkûre birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve içtimaî heyettir. Türk Milleti’nin var oluşunu sağlayan dil, kültür ve mefkûre, tarihi tecrübeden geçmiş muhkem direklerdir. Çünkü bu millet, değer üreten, değer veren ve değerlendiren bir kültürel akla sahiptir. İmandan hayata, fikirden siyasete, ahlaktan sanata yayılan bu kültürel aklı kavramak ve geliştirmek, millet olmanın farkına varmaktır, milliyetçi olmaktır. Öyleyse milliyetçilik, oluşturulmuş akla dayanan inşa edici zihniyettir; Türk Milleti’nin tarihî ve kültürel birikimini benimsemek ve tarihî ufkun etkinliği bağlamında yeniden inşa etmektir. Milliyetçilik, kültürel akla sahip olma bilincidir. Tarihin ve kültürün yeniden yorumu ve varoluş biçimidir. Fikrî, siyasî ufuk ve hayat tarzıdır. Milliyetçiliğin var olma iradesini hukuk oluşturur. Zaten aidiyet bilinci ve mensubiyet şuuru, sadakat milletin hukukunu gözetme ve hukuka bağlılığı tazammun eder.
Büyük bir imparatorluk kuran ve iç dinamiklerini kaybetme sonucunda derin bir kırılmaya uğrayan Türk Milleti, dogmatik uykusundan uyanmış, tarihin etkinlik ufkuyla kendi geleneğini yeniden yorumlayarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur. Verdiği mücadele ve geliştirdiği model, İslam coğrafyasında bir içtihat ve tecdit örneğidir. Kurucu aklın geliştirdiği fikrî ve siyasî kodlar, Türk milliyetçiliğinin imân hazinesidir. Müşterek değer, sembol ve geleneklerden mürekkep bir ilişkiler ağı oluşturmak bir milletin kültürüne müracaat etmekle mümkündür. Çünkü kültürel ortak miras, fertler arasında yakınlığı sağlar ve aidiyet duygularını, mensubiyet şuurunu pekiştirir; engelleri aşmanın, zorlukları göğüslemenin siyasî-stratejik dayanaklarını sunar. Egemen güçlere karşı direnmenin eşiklerini sağlayan kültürel miras, Türk Milleti’nin diriliş mücadelesine rehberlik eder.
Türk milliyetçiliği, üzeri örtülmesi ve inkârı mümkün olmayan fikri hâsılanın ve siyasi geleneğin bir ürünüdür. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği, milletin ortak değerlerini ortak bilgiye, bilince ve ortak siyasi harekete taşıyan vaziyet alma biçimlerine eşlik eder; tarihi ve kültürel bütünlüğü temsil eder. Bir başka deyişle, milletin siyasi geleneğiyle manevi-kültürel geleneğini birbirinin seçeneği olarak görmez. Milli varlığını bütünleyen gerçekliğin iki yüzüdür. Milliyeti bir sentez olarak değil, bir bütün olarak görür. Türk milliyetçiliği bir terkip değil, tevhittir. Çünkü toplumsal tasavvurumuz birdir. Varlık, bilgi ve değer anlayışımız aynıdır. Tarihi tecrübemiz, manevi yapımız özü itibariyle aynı temellere dayanır. Bir başka deyişle kültürel aklımız, İslâm ve onun temeli olan Kur’ân ve Hz. Muhammed (571-632) siyasî geleneğimiz, gelecek tasavvurumuz, var olma ahdimiz ve ideallerimiz milli bütünlüğümüzün esaslarıdır. Bu milliyetçilik anlayışı, devlet aklı ile toplumun aklı arasında bir kopukluk görmez. Bunları birbirinden ayıran her anlayışı kültürel aklı parçalayan bir unsur olarak kabul eder ve vaziyet alır. Bir başka deyişle kopukluk olduğunu iddia eden fikrî ve siyasî hareketler her ne kadar bunları çatıştırmak isteseler de, Türk Milleti’nin gerçeği bu değildir.
XX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlayan ve günümüzde post-modern düşüncenin ürettiği izafiliğin titrek diline sığınarak özgürlük adına kabileci, cemaatçi özel diller, özel inançlar, özel semboller ve özel üstünlük alanları oluşturma girişimi, ortak aklı parçalamakta ve bozmaktadır. Devlet içinde devlet, millet içinde millet anlayışı özgürlüğün bir kıstası olarak sunulmakta ve her şey özelleştirilmektedir. Oysa ne din, ne hukuk, ne laiklik, ne de sosyal adalet özel ve parçacı tutumlara elverişlidir. Böyle bir yöntemle yola çıkanlar, ortak anlamdan, tasavvur biçiminden koparak bulanık ve terk edilmiş bir durumu var olmanın, alan genişletmenin aracı yapmaktadırlar. Ortak anlam dünyasının ve tasavvur biçimlerinin adı olan milliyetçilik; kopuşun ve parçacı eğilimlerin fikrî, siyasî ve stratejik tehdidi altındadır. Ayrıca küresel ideolojinin dönüştürücü ve biçimlendirici mutlak dili karşısında mega-batılılaşma serüvenine katılarak akıl tutulması denilen bir süreci yaşamaktadır.
Böyle bir fikrî ve siyasî ortamda milliyetçi bakış; (a) Kültürel akla, tarihi ve manevi değerlere bağlı olmalıdır. (b) Kurucu akla, yani cumhuriyetin kuruluş felsefesine bağlı kalmalıdır. (c) Tarihi ufkun etkinlik alanıyla kurucu akıl arasında felsefi bağ kurarak adalet ve hukukun siyasî ve içtimaî alanda yerleşmesini esas almalıdır. (d) Demokratik kültürün ve hakların ortak akıl üzerinden geliştirilebileceğini ve yerleştirebileceğini felsefî dille anlatmalıdır. (e) Özgürlüğün insan olmanın gereği olan temel, vazgeçilmez değer olduğunu sözden çıkarıp eyleme dönüştürmelidir. (f) Bütün bunların, ortak akıl ve bağımsız devletle mümkün olabileceği hatırda tutulmalı ve bağımlılığın her türlüsü reddedilmelidir. Çünkü akıl ve irade bağımlığına uğramış hiçbir millet, tarih sahnesinde varolamaz. Değer algısını ve değer dünyasını koruyamaz.
Belirtilen sabiteler bağlamında milletin manevi ve kültürel değerlerinden, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinden kopmuş, adalet duygusunu ve hukuk devleti idealini yitirmiş, demokratik kültürün ve hakların temelinin ortak akıl olduğunu unutmuş, baskıcı, darbeci, bağımlı ve küreselci bir fert, milliyetçi olamaz. Bu tutumlar, milliyetçiliğin temel sabitelerine aykırıdır. Millete bağlı ve güçlü bir değer algısına sahip bir insan için en temel vazife, insanın hak ve hukukunu korumaktır. Türk kültürü bağlamında hak ve hukuk algısını yitirmiş, merhametten soyutlanmış bir fert, milli benlikten ve milli ruhtan söz edemez. Çıkar çizgisini takip ederek baskıcı ve bağımlı eğilimlerin parçası olmak isteyen bir anlayış ve tutum, kültürel aklın dışına çıktığı için milliyetçi olamaz. Millet merhalesine yükselmiş ve tarih içinde önemli bir rol oynamış, iz bırakmış Türk Milleti’nin mensupları kabileci olamaz; böylesi eğilimler demokrasi ve özgürlük etiketleri altında meşrulaştırılarak milli hâkimiyetin ve siyasetin parçası olarak sunulamaz.
2024-01-01
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.