Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları kitabında hafızama kazınmış bir cümle var. Sunuşumu bu cümle üzerine kurmak istiyorum. Mefkûre istikbalin hâlikidir. Yani ülkü geleceğin yaratıcısıdır. Şimdi bu bakış açısı, tarihi fikirlerin tarihi olarak görür. Yani fikir eylemden öncedir, davranışlardan öncedir. Belirli bir doğrultuda faaliyet göstermek, hareket etmek için önce sergileyeceğiniz davranışınıza, bunun hedefine, yöntemine dair bir fikrinizin olması gerekir. Bu hedefe, yani gelecekle ilgili ülkülere ulaşmak için atılan adımlar geleceği inşa eder. Siz ülkünüze ulaşamasanız bile davranışlarınızla, yürüttüğünüz faaliyetle geleceğin inşasına şu yahut bu yönde ama muhakkak katkıda bulunmuş olursunuz. Bu çerçevede, Gökalp’in kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları da bir mefkûre metniydi. Cumhuriyetle girdiğimiz güzergahtaki geleceğimizi kurmayı hedefliyor, Atatürk ve arkadaşlarının temsil ettiği iktidar muhitine bir teklif sunuyordu.
Gökalp’in mefkûresini iyi anlayabilmek için bu teklifi uyandıran gelişmeleri hatırlamak gerekir. Cumhuriyetimizin 100. yılı vesilesiyle bu konuda Türk Yurdu dergisinde bir makale yayınladım. Az vurgulanmış bir “kurucu kararımız” var. Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları, bu kurucu kararın ruhuna uygun mahiyette bir kuruluşun açabileceği gelecek ufkunu hedef almış gibidir.
Büyük Zaferden sonraki yaklaşık 12-13 ay, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci bakımından çok önemlidir. Bu zaman zarfında yapılan tartışmalar, çıkarılan kanunlar ve yapılan uluslararası antlaşmalar Cumhuriyetimizin kurucu omurgasını oluşturuyor. Araştırmama göre, bu omurga, tarihli Türklük ve tarihli Müslümanlık diye tarif edeceğim iki ana sütuna dayanıyor. Kurucu kararın hikâyesi şöyle: 29 Ekim 1923 tarihli Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarına baktığımızda ilginç bir manzarayla karşılaşıyoruz. Hem Gazi Paşa yaptığı konuşmada hem de tasarıyı hazırlayan Yunus Nadi Bey yaptıkları konuşmalarda diyorlar ki:
Aslında cumhuriyetle ilgili temel yasal düzenlemeler daha önce yapıldı. Biz burada sadece var olan düzenimize bir isim koyuyoruz. Yani düzen değiştirici bir hukuki faaliyetimiz söz konusu değil, düzen değiştirici yasama faaliyetini Birinci Meclis yaptı.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan eden yasa çıkarken yapılan konuşmalar bunlar. Biz var olan düzenimize bir ad veriyoruz. Peki, hangi kararlardır bunlar? Yani cumhuriyetimizi kuran, oluşturan değişiklik ne zaman gerçekleşti? Bu çok önemli. Neden önemli? Çünkü altı asırlık bir rejim değişiyor, onun yerine bir yenisi ikame ediliyor. Bu bir hukuki düzenleme. Bu hukuki düzenlemeyi de tartışıldığı zeminde anlamak gerekir. Yani karar teklifi nasıl sunuldu? Nasıl tartışıldı? Bununla neyin kastedildiğini, neyi hedeflediklerini söylediler? İki tane önemli hukuki düzenleme çıkıyor karşımıza. Bunlardan bir tanesi Teşkilat-ı Esasiye kanunu. Burada millî egemenlik ilkesi merkezi nitelikli hukukî statü kazanıyor. İkincisi de 1 Kasım 1922’de Saltanatı kaldıran kanun. Biz, rejim değiştirici büyük tartışmayı 30 Ekim-1 Kasım 1922’deki oturumlarda görüyoruz. Bu tartışma önemli. Çünkü yeni rejimin kendisini dayandırdığı meşruiyet zeminini bize anlatıyor. Atatürk’ün burada yaptığı uzun bir konuşma var. Bu karar hâlâ yürürlükte ve bu karar yürürlükte olduğu için bugün saltanat yok. 308 sayılı kararın ardında şöyle de bir mesele var; Vahdettin ve Osmanlı saltanatını savunanlar diyorlar ki:
Biz kadimden gelen bir hukuku temsil ediyoruz. Yani devlet biziz, devleti dedelerimiz kurdu, devlet hanedana aittir. Dolayısıyla karşımızda bulunan heyet isyan halindedir. Bunların talepleri de gayri kanunidir. Başarılı olsalar da bu yaptıkları bir darbeden ibaret olur. Zorla rejimi değiştirmek olur.
Bu yaklaşıma karşı 1 Kasım 1922 tarihli yasanın unuttuğumuz kısmında Türk milleti tarifi üzerinden hukuki bir formül oluşturulmuş. Karar metninde: “Osmanlı imparatorluğunun müessisi ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti” deniliyor. Dışarıdan gelen istilaya karşı, saraydaki işbirlikçilerine karşı Türkiye Büyük Millet Meclisini, ordularını kurdu; mücadele etti ve bu zafer gününe geldi. Hanedana deniliyor ki Osmanlı Devleti’nin sahibi sen değilsin, senden daha kadim olan Türk milleti var. Devleti Türk milleti kurdu, devletin de sahibi Türk milletidir. Biz de yeni bir devlet kurmuyoruz, rejim değiştiriyoruz. Aynı Türk milleti, yani Osmanlı Devleti’ni kuran Türk milleti şimdi yeni bir idareye geçiyor. Bunu Rıza Nur konuşmasında açıklıyor. Diyor ki, “900 yıldır Anadolu’da bir Türkiye Devleti var. Önce Selçuklu hanedanı münkariz oldu, sonra Osmanlı hanedanı yıkıldı şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti kuruluyor. 900 yıldır bu topraklarda Türk milleti var, hükümdardır ve bir Türkiye devleti var. Türkiye devleti şimdi yeni bir safhaya geçiyor” deniliyor.
Aynı oturumda Atatürk’ün de bir konuşması var. Diyor ki:
Efendiler, bu dünya-yı beşeriyette asgarî yüz milyonu mütecâviz nüfustan mürekkeb bir Türk millet-i azîmesi vardır. Ve bu milletin saha-i arzdaki vüs’ati nisbetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır.
Bir başka söyleyişle, cumhuriyetimiz kurulurken, saltanattan yeni devlet şekline geçilirken Türk dünyasıyla bağlarımız vurgulanmış. Kurucu liderimizin ağzından tarih yorumu yapılmış. Sınırlarımızın dışındakileri de kapsayan yüz milyonluk büyük bir Türk milleti var ve bu Türk milletinin de yeryüzünde kuşattığı çok geniş bir coğrafya var, tarihte derinliği var, denilmiş.
Sonra Mustafa Kemal Paşa Türk tarihini anlatmaya başlamış: Türkler, on beş asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyâtına tecelligâh olmuş bir unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bu Türk Devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi. Bundan 1500 sene evvel, yani hicret-i nebeviyeden iki buçuk asır evvel Orta Asya’da muazzam bir Türkiye Devleti mevcuttu. Dördüncü asr-ı hicride idi ki Selçuk hükümeti namı altında muazzam bir Türk Devleti teşekkül etti. Bu devletin namı altında icra-yı faaliyet eden Türkler, bir taraftan Kafkasya’ya, diğer taraftan cenuba, İran ve Irak’a ve Suriye’ye, garbe, Anadolu’ya nüfûz eyledi. Bağdat’ta oturan Hulefâ-yı Abbasiye bu Türk Devlet-i muazzamasının daire-i nüfûzuna girmişti. Selçukî Devleti’nin idâresinde teşettüt-i umumî hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicrisinde Selçuk Devleti yerine Osmanlı Devleti’ni ihyâen tesis eylediler Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti tesis eden ve bunların hepsini hâdisât ile tecrübe eyleyen Türk milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nâm ve sıfatında bir devlet tesis etmektedir. Sonra, Türk ve İslam Türkiye devleti dünyanın en bahtiyar devleti olacaktır. diyor ve alkışlarla oturumu kapatıyorlar.
Kanunun kabul edildiği gün Mevlid Kandili ve Mevlid Kandili millî bayram ilan ediliyor. Daha önce 24 Ekim 1923’te, yani 29 Ekim’den beş gün önce bir yasa çıkarılıyor ve çıkarılan yasayla da 12 Rebiyülevvel tarihi hicri takvime göre kutlanmak üzere Mevlid Kandili ve Millî Hakimiyet Bayramı olarak ilan ediliyor. 1935’e kadar da Hicri takvim esasında kutlanıyor. Ben, 1 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı kararı İngiltere’de arşivde çalışırken fark ettim. Fransızca bir metin çıktı karşıma. Üzerinde milli egemenliğin kuruluşu, tarihî oturum yazıyor. Anadolu Ajansı, bu kararın tam metnini ve müzakere metinlerini Fransızcaya çevirerek dünyaya duyurmuş. Yani bir rejim değişikliği ilanı olarak 1 Kasım 1922’yi görmüşler. Burada ifade edilen tarih görüşü Türk tarihinin devamlılığını vurgulayan bir görüştür. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu bir kopuş hikayesi saymıyor, tarihte devamlılığı olan bir Türkiye Devleti ve tarihi devamlılığa sahip bir Türk milleti olduğunu vurguluyor. Değişimi, yeni bir safhaya geçiş olarak anlatıyor. Bu, Türk milliyetçiliğinin tarih tezidir ve bu tez, kurucu karar metnine geçirilmiştir.
Zamanla Anayasalar değişmiş, yürürlükten kalkmış, yenileri yapılmış. Ama bu karar metni, rejim değiştirici yönü itibariyle hâlâ yürürlükte. Yani bizim bir kurucu kararımız var. Bu kurucu karar tarihli Türklüğe dayanıyor. Bazı tarih görüşleri var cumhuriyetimizle ilgili. Onlar diyorlar ki, 1923 bir sıfırlamadır, yani öncesi yoktur. Türk ulusu modern devletle beraber tarih sahnesine çıkmıştır. Daha öncesi etnik bir öz, bir çekirdektir, ayrı bir tarihtir. Lakin bu karar bize aksini söylüyor; kurucu irade böyle düşünmemiş, kendi iradesini beyan etmiştir. TBMM’deki kararına yazmış, yeni rejim öncesinde de tarihe sahip ve bu yönüyle yeni rejime geçişe meşruiyet sağlar nitelikte bir Türklüğün temsilcisiyim, benim itirazım Osmanlı Devleti’nin hükmi şahsiyetine değil saltanatadır, demiştir. Saltanat hukukunun yerine yeni kurucu ilke olarak milli egemenliği getiriyorum demiştir. Bu kurucu ilkenin yeni öznesini ilan ediyorum, o da Türk milletidir ve bu Türk milleti de vatandaşlardan ibaret değildir. Tarihi kökleri olan bir millettir. Tarihi kökleri de Türkistan’dadır, demiştir. Bu çok açık bir beyandır. Ve bizim 100. yılda bunu öncelikle hatırlamamız gerekirdi. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu dediğimizde, kurucu felsefe esasen burada kendisini göstermektedir.
Cumhuriyetimiz daha sonra pek çok uğrakta değişik tartışmalar ve değişimler yaşadı. Ama kuruluşu anlamak, kuruluş ânında ne yapıldığıyla ilgilidir. Yani ne konuştunuz, hangi yasayı çıkardığınız, neyi yazdınız, neyi nasıl ifade ettiniz gibi. Bu yüzden 308 sayılı kararı özellikle önemsiyorum. Buradaki Türklük tasavvuru bundan birkaç ay sonra Lozan’da tarihli Müslümanlık tanımı ile tamamlanıyor. Bundan neyi kastediyoruz? 308 sayılı karar alınıyor, hemen ardından Lozan Konferansı müzakereleri geliyor. Bu karar taslağını hazırlayan Rıza Nur, aynı zamanda Lozan Konferansı’ndaki azınlıklar komitesinde. Orada diyorlar ki, yeni kuracağınız modern millette, devlette bazı Müslüman topluluklara da ayrı bir statü tanımalısınız. Bunun üzerine Türkiye yazılı bir beyanda bulunuyor. Millet görüşümüz nedir sorusuna cevap niteliğinde bir beyandır. Deniyor ki, tarih itibariyle bizim devletimizde ve topraklarımızda Müslüman unsur hukuken ayrımcılığa uğramaz. O yüzden biz Müslüman azınlık kabul etmiyoruz. Yani Türkiye ahalisinin Müslümanları, çoğunluktur. Gayrimüslim olanlar da azınlıktır. Bizim millet tanımıyla ilgili iki tane statümüz olacak. Bir tanesi Müslüman çoğunluk diğeri de azınlık. Bu Müslüman çoğunluğu Türk milleti olarak tarif ediyoruz. Şimdi bunun anlamı şu; Tarihli bir Türklük tanımımız var. Bu tarihli Türklüğün hali hazırı, yani mevcuttaki hâli, Albayrak altında yaşamış son devrin mücadelelerine katılmış ve istikbalini Ayyıldız’ın altında gören Müslüman nüfusun tamamıdır. Bunu Türk milleti olarak kabul ediyoruz. Gayrimüslim nüfusu da azınlık olarak tanımlıyoruz. Daha sonra 1924’te vatandaş tanımı yaparken de bu esası göz önünde bulunduruyoruz. O dönemde tartışmalar var. Yine TBMM zabıtlarında bunlar görülebilir. Hamdullah Suphi Bey’in konuşması var. Ermenileri ne yapacağız? Yani bunlar şimdi vatandaş oldular. Bunlara Türk mü diyeceğiz, diye soruyorlar. Bunun üzerine bir teklifte bulunuyor ve deniliyor ki, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur”. Osmanlıca bir tabir. Sirayet etmek anlamına geliyor. Yani Türk’tür demiyorlar. Bunlar vatandaş oldukları için Türklük bunlara sirayet etmiştir. 1937’de bu, ana hatları itibariyle korunuyor: “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.” Bu çerçevede tarihli Müslümanlık, Osmanlı Devleti dönemindeki millet-i hâkimeye benzer biçimde Türk milleti tanımıyla varlığını ortaya koyuyor.
Ben Türkçülüğün Esasları’nı 308 sayılı karardaki kurucu ilke, niyet ve enerjinin akacağı kanalı açma teklifi olarak görüyorum. Ziya Gökalp kitapta diyor ki; “Türkçülük siyasi bir fırka değildir, olmayacaktır.” Bu biraz Mustafa Kemal Paşa’nın endişelerini yatıştırmak için söylenmiş olabilir. Çünkü ittihatçılık meselesi var. Siyasetin kılıcı halkçıların elinde olacak, Türk milliyetçileri ayrıca siyasete girmeyecek diyor. Türkçülük esasında bir devlet ilan ettiniz. Bunun başarıya ulaşabilmesi, bu mefkûrenin taşınabilmesi için Türk milliyetçilerinin zihni emeğine ihtiyaç var, diyor. **Türkçülüğün Esasları**’nda da buna yönelik bir teklif sunuyor aslında. Buradaki teklif kısmı mühim. Çünkü bu bir ülkü. Cumhuriyetin böyle olmasını arzu ediyor, böyle olursa başarılı olabileceğini düşünüyor. Ama şimdi 100 yıllık hikayemize baktığımızda acaba Gökalp’ten sonraki yol böyle mi yüründü? Böyle yürünseydi milliyetçiler bir siyasi hareket olarak yeniden teşkilatlanma lüzumu hissederler miydi soruları ile yüz yüzeyiz. İşte bu yüzyıllık hikâye yolun önemli kısmının böyle yürünmediğini gösteriyor. **Türkçülüğün Esasları**’nda Ziya Gökalp’in vurgusu, hepimizin bildiği gibi, Türk ve Müslüman kalarak Garp medeniyetine dahil olmak. Ama bunu yapmazdan evvel de Türk harsını tespit etmiş, yani Türk milli kültürünü işlemiş olmalıyız diyor. Böyle bir formül koyuyor. Türk ve Müslüman kalacağız. Garp medeniyetine dahil olacağız ama ne zaman dahil olacağız? Önce bir Türk harsını tespit edeceğiz. Bunu eğitimimizin temeli yapacağız. Ondan sonra da Batı medeniyetine dahil olacağız.
Medeniyet ve kültür tanımlarıyla ilgili tartışmalar, Türk milliyetçiliği fikir tarihinin çok geniş bir kısmını tutuyor. Ben genç kuşakların anlaması için yazılımlar üzerinden örnek vermek istiyorum. Hepimizin elinde telefon var. Burada büyük yazılımımız var. IOS, Android vb. Bir de küçük uygulamalarımız var. Kurucu kadromuz dünya savaşının yıkıntıları arasında büyük yazılımımızın işlemediğine ikna oldu. Yani biz tarihte bir dünya kurduk Türkler olarak. Bunun temel ilkeleri, Türk tarihinin devlet tecrübesinden ve İslam’ın yüce ilkelerinden geliyordu. Bu büyük yazılımla da önemli işler yaptık. Ancak artık bu sistemin işlemediğine ikna olmuş vaziyetteydiler. Yani yenilgimizin sebepleri arasında bunu da görüyorlardı. O yüzden de bunu ikame edecek yeni bir yazılım arayışındaydılar. Gökalp, bu yeni büyük yazılımın bulunacağı adres olarak da Batı medeniyetine bakıldığına işaret ediyor. Fakat burada şunu unutmamak lazım, Gökalp’in Batı’ya bakışı Batı içinde asimile olma arzusunu asla içermiyordu. Ziya Gökalp’i iyi anlayabilmek için kitabın son sayfasına bakmak lazım. Kitabın son sayfasından size kısa bir paragraf okuyacağım. Gökalp, Garp medeniyetine niye gireceğiz sorusuna cevap olarak diyor ki:
Türkler, maddî silahların manevî güçleri hükümsüz bıraktığı son yüzyıla gelinceye kadar Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da bütün milletleri yenmişler, egemenlikleri altına almışlardı. Demek ki Türk felsefesi, bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugün de öyledir. Yalnız şu var ki bugün maddî medeniyet bakımından ve maddî silahlar dolayısıyla Avrupalı milletlerden gerideyiz. Medeniyetçe onlara eşit olduğumuz gün, hiç şüphesiz cihan hegemonyası yine bize geçecektir. Mondros’ta esir bulunduğumuz zaman, orada kamp kumandanı olan bir İngiliz şu sözleri söylemişti: “Türkler, gelecekte, yine cihangir olacaklardır.”
Türkçülüğün düşünürünün istikbale bakarken gördüğü mefkûre bu. Bir gün yeniden cihangir olmamız lazım. Biz kendimizden nefret ettiğimiz için kendimizle ilgili, kimliğimizle ilgili, telakkimizle ilgili bir kaçış için Batı’yı düşünmüyoruz veya Batı’yı konuşmuyoruz. Biz bir yenilgi yaşadık. Yeniden büyük olma arzusu içerisindeyiz. Yani istikbale baktığımız zaman hedef bu. Bu yüz yılı değerlendirirken bize bir nokta veriyor Ziya Gökalp Bey. Son cümlesinde, ey gençler tüm bu işleri siz yapacaksınız diyor 1923’te. Yani mefkûrenin sorumluluğunu genç omuzlara yüklüyor.
Yüz yılın ardından geldiğimiz noktaya baktığımızda henüz bu hedeflere ulaşamadığımızı görüyoruz. Bu hedeflere ulaşamayışımızın sebepleri de geçtiğimiz yüzyıl boyunca Türk milliyetçiliğinin tartışma başlıklarıdır. Siyasi hayata akseden tartışmalarıdır. Mesela önemli noktalardan bir tanesi milli eğitim, terbiyedir. Yani Batılı büyük yazılımı alacaksın ama bunun içinde asimile olmayacaksın. Peki o nasıl olacak? Halkta bize ait bir öz var. Türklüğe ait bir öz var ama bu henüz 1923’te tespit edilmemiş. Halka doğru gideceğiz, harsı alacağız, tespit edeceğiz. O hars üzerine bir terbiye sistemi kuracağız. Bir eğitim sistemi kuracağız. Bununla ilgili olacağız, bunu kıskanacağız bunu hiçbir şeye feda etmeyeceğiz. Bununla Batı medeniyetine gireceğiz. O zaman biz kimliğimizi yitirmiş olmayacağız. O zaman kuvvetleneceğiz ve sonunda cihan hâkimi olacağız. Bu kurgunun Gökalp’in niyetine uygun işleyebilmesi için halka gittiğinizde milli kimliği koruyacak nitelikte bir hars bulmanız lazım. Harsı bulabilirseniz işlemek de lazım. Güzidelerimiz, öncü bilim adamlarımız, fikir adamlarımız Batı medeniyetinden biraz lezzet alabilirler ama asla onun içinde asimile olmayacaklar diyor. Dolayısıyla mesafenizi ayarlayacaksınız diyor.
Cumhuriyetin kurucu ruhu, türlü zorluklarla yüzleşiyor. Devleti kurdunuz ve size dost olmayan bir dünya ile yüz yüzesiniz. Kurucu hikayemizin eksik okunma sebeplerinden biri de uluslararası güç ilişkilerinin ve sistemin taleplerinin baskısını kurucu tarihî hikayemizin yanına koymayışımızdır. Mesela Paris Barış Konferansı tutanaklarına baktığımızda toprak taleplerinin medenilik/gayrı medenilik iddialarıyla alakalandırıldığı görülüyor. Dolayısıyla yeni bir tarih tezi geliştirilirken bu husus dikkate alınıyor. Dönemin hukukuna karşı vatan topraklarının müdafaası çabası söz konusu. Birçok uluslararası denge ile yüz yüzesiniz. Bu dengeleri hem yönetmeye hem de kuvvetlendirmeye çalışıyorsunuz. Türk milletini hareketlendireceksiniz, içerden bir enerji üreterek bağımsızlığınızı korumaya çalışacaksınız. Gökalp’in çerçevesinin uzağındaki teklifler ağırlık kazanmaya başlıyor. Hümanizm meselesi önemli. Eski Yunan klasiklerinin çok yoğun tercüme edildiği bir dönem var. Dönemin Milli Eğitim Bakanı’nın meşhur bir sözü var; “Anadolu’da Homeros yüzlü Veyseller yetiştireceğiz” diyor. Burada artık biz yolların ayrılmaya başladığını görüyoruz. Kurucu esas Türkçülük ve Türkçülüğün vaaz ettiği prensipler devletin çarkı döndükçe kenarda kalmaya başlıyor. Türk harsı layıkıyla toplanamıyor. Bununla ilgili gayretler, kurumlar var. Tarih Kurumundan tutun da folklorla alakalı taramalara kadar bir dizi çalışma var ama hamurun Batılı kısmı daha fazla yer kaplıyor.
Bir başka mesele; Ziya Gökalp’in büyük kızgınlığı halktan kopuk Osmanlı zümresinedir. Ona göre, bunlar halkla irtibatlarını yitirmiş bir kesimdi. Bir de bürokrasi-halk zıtlaşması olarak ifade edebileceğimiz bir durumdan şikayetçidir. O yüzden de halka gidiş cumhuriyete yüklediği anlamın içerisinde var. Fakat zamanla tek parti yönetimi yenileşme misyonunu omuzladığını düşünen kadrolarla beraber Türkçülerin eleştirdikleri işi tekrarlar hale geldi. Yeni bir bürokrasi var ve bürokrasiyle halk arasındaki makas gittikçe açılmaya başlıyor. Yeni çatışmaları görüyoruz ve denge kurulamıyor, tepeden Batılılaşma süreci gittikçe sertleşiyor. Dolayısıyla ilk elli yılı geride bıraktığımızda Türk milliyetçilerinin üç hilal sembolüyle teşkilatlandıklarını görüyoruz. Ben bunu anlamlı buluyorum. Çünkü millî devlete geçilirken Türk milletinin devamlılığı fikri vurgulanmıştı. Ama siyasî pratiğe baktığınız zaman kopuş tezinin öne çıktığını görüyorsunuz. Ve kopuş tezi kendini inkara doğru giden yolu açıyor. Üstelik böyle arzu edilen Cumhuriyet inkılapçısı bir nesil de yetişmiyor. Batılı büyük yazılımın yeni versiyonları neyse birebir Türkiye’ye ithal edilir hale geliyor. Altmışların, yetmişlerin yeni versiyonu Marksizm’i içeriyorsa, gençliğiniz hızlı bir şekilde Marksizmin kollarına doğru koşuyor. Yani öngörülenler ya da niyetlenilenler hakikat olmuyor. Hızlı bir kutuplaşma görülüyor. Gerilim yükseliyor ve bu sefer devletin kuruluş ruhunu ve felsefesini temsil eden milliyetçiler kendilerini ayrıca siyasileşmek zorunda hissediyorlar
Aslında 1922’de rejim değiştirilirken TBMM çatısı altında vurgulanan tarih görüşü bu sefer kendisini bir aydın hareketi olarak ardından da bir siyasî hareket olarak tekrar tarih sahnesine çıkmak durumunda hissetmiştir. Ve o noktadan geriye doğru bakışla Ziya Gökalp etrafındaki tartışmalar var. Erol Güngör’ün Ziya Gökalp’e yönelik haklı eleştirileri var. Gökalp’in Osmanlı müesseselerine yönelik keskin reddiyeci tavrını biliyoruz. Kültür temellerine yönelik toptancı bir itiraz görüyoruz. Zorlama bir kültür/medeniyet ayrımı üzerinden tezini temellendirmeye çalışıyor. Fakat tabii aradan zaman geçtikçe, tarihteki yüksek kültürünüzü bütünüyle inkâr ettiğiniz zaman bir millî kimlik oturmakta da ne kadar zorlandığınızı görüyorsunuz. Kendi aydın zümreniz için estetiğiyle, tarihsel derinliğiyle size ait bir kimlik çerçevesi oluşturmanız lazım. Bunu ne kadarını harsta bulabildiniz? Osmanlıyı topyekûn yok saydığınızda Türk tarihinin çok geniş bir kısmını dışarıda bırakmış oluyorsunuz. O da bir kimlik kaybını beraberinde getiriyor. Bunlar o dönemde, yetmişlerde ve seksenlerde kültür tartışmaları olarak kendisini gösteriyor.
Sonra 12 Eylül’e geliyoruz. Bu aynı zamanda, Anadolu’nun çocuklarının sistemin merkezine doğru yürüyüşüdür. Türk milliyetçiliği de bu yürüyüşün bayraktarlığını yapmıştır. Ve bu yürüyüş 12 Eylül’de cezalandırılıyor. MHP iddianamesi suç örgütünün ideolojisi olarak Türk Ocaklarının kuruluşundan itibaren Türk milliyetçiliğinin tarihini referans alıyor. MHP davası o döneme kadar dünyada tek bir iddianamede en çok idam cezası istenen davadır. Ve bu davanın iddianamesi idamlık örgütün ideolojisini Türk Ocakları ve Türk Yurdu’nun kuruluşu ile başlatarak anlatıyor.
Kuruluş oturumundaki konuşmalardan pasajlar okuduğum Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin savcıları 1980’e gelindiğinde kurucu ideoloji idamlık suç örgütünün motivasyonudur diyebilir haldeler. BBC Youtube’a bir video yükledi. Videoda Kenan Evren’in 1988’de Britanya’yı ziyareti var. Orada Kraliçe Evren’in onuruna bir yemek vermiş. Yemekte Evren’in bir konuşması var. Konuşmada Batı’yla ilişkimizi “kader ortaklığı” şeklinde niteliyor.
Yani izindeyiz diyerek izden çıkış söz konusu. Daha sonra Avrupa Birliği tartışmalarını, Batı dünyası içinde erime arzusunu görüyoruz. En azından sonucu böyle olabilecek bir yol adımlamaya başlanıyor. Sonra tekrar dönüp Türklük tartışmalarına geliyoruz. Yani kurucu ilke, kurucu kadro, kurucu ruh problem olarak addedilmeye başlanıyor. Neden? Çünkü büyük yazılım sürekli güncelleniyor ve her güncellemede sizden yeni bir şey talep ediliyor. Son güncelleme liberalizme dayalıdır. 10-20 sene sonra yeni bir yazılımın yüklenmesi lazım. Bağımlılığınız artarak devam ediyor. Ama bu yola eksik-zayıf yönlerinizi kuvvetlendirmek ve yeniden bir dünyanın merkezine yerleşmek arzusuyla girmişsiniz. Aksi yöndeki sonuçlarını görüyorsunuz.
Türk milliyetçiliğinin başardıkları var, başaramadıkları var. Bir taraftan; Türkçe etrafında hâkim bir kültür iklimi oluşmuştur. Ama mesela sömürge olmamış ülkeler arasında en çok İngilizce eğitim programına sahip ülke de biziz. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite düzeylerinde. Sonra özellikle genç kuşak alimlerimizin tamamını İngilizce düşünmeye zorluyoruz. **Türkçülüğün Esasları**’na baktığımızda dil ve terminoloji ile ilgili bir sürü mesele var. Bunlar tamamen gündemden kalkmış durumda. Genç kuşaklarımızı Türkçe düşünmekten uzaklaştırıyoruz. Aynı zamanda da Türk dünyasını birleştireceğiz, tarihi medeniyetimizi canlandıracağız falan diyoruz. Ama bu hedefler için gerekli vasıtaların tamamını imha etmekten çekinmiyoruz. Millî bir yazılımımız olacaksa Türkçe düşünme meselesini Ziya Gökalp’in vurgusundaki gibi önemsememiz gerekir.
Bir başka meselemiz de şu; dünya yeniden bir yere doğru gidiyor. Ben bu gidişi küresizleşme kavramı ile anlamaya çalışıyorum. Küreselleşme kavramını 90’lardan bu tarafa hep gündemimizde tuttuk. Dünya Soğuk Savaş’ta Batı dünyası ve Doğu dünyası diye bölünmüştü. Bu mücadelenin galibi olan Batı dünyası kendi sistemini yer küre ölçeğinde genişletmeyi arzu etti. Bu projenin muhtelif ayaklarını gördük. Bunun maddî sütunları arasında; finansal akışlardaki hızlanma vardı, internet vb. iletişim teknolojileri vardı. Şimdi küresizleşmenin dünyasına geçiyoruz. Neden? Sebeplerden biri küreselleşmenin mimarlarının küresizleşmeyi isteyişleri. Neden şimdi küresizleşmeyi istiyorlar? Çünkü gücün, küreselleşme sürecinde merkezden çevreye doğru dağılımı, rakipler üretti. Yani sermaye yeryüzüne dağıldı ve kâr etti. Ama sistemin rakiplerini de kuvvetlendirdi. Artık sistemin mantığını değiştiriyorlar. Nasıl değiştiriyorlar? Küreselleşmede ana katar ekonomiydi ve para kazanmak esastı. Güvenlik, ekonomik faydayı sağlayacak bir tasarım için kullanılıyordu. Şimdi tam tersine güvenlik merkezde, ekonomi arkadan geliyor. Güvenlik için gerekliyse para kaybetmeyi göze alıyorsunuz.
Bu süreçte Türk Devletleri arasındaki münasebetlerin de yakınlaştığını görüyoruz. Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında bir araya geldiler ve hepimiz birer Türk devletiyiz dediler. Karabağ Zaferi’nden sonra süreç daha da hızlandı. Sürekli toplantılar yapılıyor ve bu parçalanan dünyalar içerisinde bizim de bir dünyamız olabilir mi sorusu soruluyor. Yani milliyetçiliğin günümüzdeki mefkûrelerinden biri dünya meselesidir. Biz bir dünya tasarımı yapabilir miyiz? Teklif ettiğim “dünyacı milliyetçilik” kavramı bu açıdan önemli. Bu tasarım, diğer güçlerle ilişkilerimizi koparmak anlamına gelmiyor. Mevcut ilişkilerimizi yürütürken bize mahsus bir projeyi tasarlayıp örgütleyebilir miyiz? Yeni bir geleceği milletimizin ve insanlığın ufkuna koyabilir miyiz? Böyle bir mefkûremiz olacaksa önce özgür düşünebilmemiz lazım. Yani âlimlerimizin, fikir adamlarımızın aktarımcılıkla yetinmemeleri lazım. Temellendirilmiş tahayyül yeteneği önemli. Ayakları yere basan, işleyebilecek tasarımlar lazım. Bunları anlayan ve destekleyen bir bürokrasiye, organizasyona ihtiyacımız var. Bunu başarabilecek miyiz? Yoksa bunları bir miktar konuşup tüketecek ve tekrar parçalanacak mıyız? Türk Dünyasının önünde hem acil bir fırsat var hem de çok acil bir sorumluluk var. Çok hızlı biçimde kaynakların seferber edilmesi icap ediyor. Ama bu kaynaklar şu anda tahsisli. Nereye tahsisli? Başka dünyalara entegrasyon projelerine tahsisli. Yani Türkiye’nin, Avrupa ile ilişkileri ve ticareti önemli. Elbette bunları önemseyeceksiniz. Ama entelektüel sermayenizin %90’ını, tüm basın-yayın gücünüzü, yetişmiş insan malzemenizi, Türkiye’yi yabancı bir dünyaya entegre etme esasında örgütlerseniz, bürokrasinizi böyle yetiştirirseniz başka bir projeye yeterli enerjiniz kalmaz. Bu tahsisi değiştirmeden yeni bir dünya projesi oluşturamazsınız. Çünkü bu her yönüyle önce istek/arzu sonrasında da nitelikli insan gücü ve sermaye ile adanmışlık isteyen bir mesele. Bulunduğumuz kavşakta dünya bir halden bir başka hale doğru geçiyor. Türk nüfuslu coğrafya bunun kalbinde, merkezinde. Yani jeopolitik bize bir şey söylüyor, Türkçülüğün Esasları’nın bir boyutu da bu. Bir Turan birliğimiz olur mu? Yine Türkçülüğün Esasları’ndan hareket edersek, hadiseler çok hızlı geliştiği için şöyle bir şeyle de yüzleştik. Son yüzyılı ayrı dünyalar altında yaşayarak geçirmiş olmamız sebebiyle harsta bazı farklılıklarımız bulunurken, hızlı bir siyasi yakınlaşma ve entegrasyon sürecine doğru ilerliyoruz. Yani Gökalp’in, orijinal tezi önce harsta birliği öngörür. Yani önce kültürün oturması gerekir. Ama hızlı gelişmeler bizi bu formülasyonun dışında bir yere doğru götürüyor. Jeopolitik değişimler, Türk dünyasında yakınlaşma için imkân sunar hale geldi. Bugün, Ziya Gökalp’in 1923’te söylediği gibi geleceği inşâ etmek istiyorsak yine Türk milletinin önüne bir mefkûre koymak mecburiyetindeyiz. Önce düşüncede bunu koymak mecburiyetindeyiz ve bunun için kaynaklarımızı hızla seferber etmeliyiz.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.