Muhasebe kelime manası olarak hesaplaşma, karşılıklı hesap görme anlamlarına geliyor. Günümüzde küçük bir bakkal dükkanının bile muhasebe yapmaksızın ayakta durabilmesinin mümkün olmadığı göz önüne alındığında kavramın ehemmiyeti daha iyi anlaşılacaktır. Peki muhasebe yapmaktan ne anlamalıyız? İşletmeler başta olmak üzere en küçük fertten, en büyük organizasyonlara kadar kişi ve kurumlar belli dönemeçlerde geçmişlerine bakarak başarılı ve başarısız oldukları noktaları tespit etmeye çalışırlar. Hedeflerine ne kadar yaklaşıp yaklaşmadıklarının analizini yaparlar. Bu hesaplaşma onlara eğer bir hata varsa bir an önce o hatadan dönme fırsatı verir. Başarılı oldukları noktalarda özgüven sağlar ve bir istikrar vesilesi olur. Muhasebe yapılmaksızın devam edilen bir yolculuk pusulasız gemiyle okyanusta yolculuk yapmak gibi riskli bir durumdur. Zira ne zaman karşınıza bir buz dağının çıkacağı belli olmaz ve geminin o yolculuğa elverişli olup olmadığı, yolculuğa devam edebilmesi için nelere ihtiyacı olduğu hiçbir zaman bilinemez.
Şüphesiz bir fikir sisteminin ve bir fikir hareketinin muhasebesini yapmak fertlerin ya da işletmelerin muhasebe yapmasından daha meşakkatli bir iştir. Bir kere her şeyden önce fikirler soyuttur. Muhasebe karşılıklı hesap görme demek olduğuna göre soyut olan şeylerin hesaplanabilmesi de rakamları hesaplamak kadar kolay olmayacaktır. Bir fikir sisteminin ve fikir hareketinin muhasebesini yapabilmek için öncelikle o fikir sisteminin gayesini, bununla birlikte somut hedeflerini, önemli dönemeçleri arasındaki safahatını ortaya koymak gerekir. Bu safahatın içindeki belirli dönemler arasında ortaya konulan tavır ve eylemler ve bunların arasındaki farklılıklar da önemli bir muhasebe malzemesidir. Biz burada Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları kitabını esas alarak, Türk milliyetçiliğinin geçtiğimiz 100 yılını muhasebe etmeye çalışacağız. Şüphesiz bu muhasebenin hakkıyla yapılması bu sayfalara sığmayacaktır ve biz bu muhasebeyi mükemmelen yapmak konusunda kendimizi ehil saymıyoruz. Adı üstünde bu bir muhasebe denemesidir ve o şekilde değerlendirilmelidir. Peki niye Türkçülüğün Esasları’nı bir dönemeç olarak kabul ediyoruz? Öncelikle bu soruyu cevaplandırarak başlayalım.
Türkçülüğün Esasları’nın Ehemmiyeti
Türk milliyetçiliğinin modern bir fikir olarak inşa edilmesinin başlangıcı 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanır. Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa’nın özellikle ilmi faaliyetler içerisinde ortaya koydukları Türkçü tavır bu konuda başlangıç kabul edilebilir. Takip eden yıllarda bu tavırdan etkilenen pek çok edip ve aydın tarafından milliyetçilik fikri işlenmiş, yaygınlığını artırmıştır. Osmanlı toprakları dışında yaşayan Türkler tarafından da kabul ve destek gören Türk milliyetçiliği, hassaten Mirza Feth Ali Ahundzade’nin ortaya koyduğu fikirler ve İsmail Gaspıralı Bey’in gayretleriyle Türk Dünyası’nda hızlı bir yayılma göstermiş ve Türk coğrafyalarında pek çok Türkçü aydın yetişmiştir. Türkçülük, uzun yıllar muhtelif konularda bazen fikrî tavırlar ortaya koymuş, genel olarak da milletin problemlerine çözümler üretmeye gayret etmiştir. Fikir hareketlerinin canlanmaya başladığı bu yıllarda Türkçüler kendi iddialarını ortaya koyduğu kadar, dış kaynaklı fikir akımlarına karşı da itirazlar ileri sürmekten geri durmamıştır.
1910’lu yıllardan itibaren Türkçülük hareketi içerisinde Ziya Gökalp kendisini hissettirmeye başlamış, parlak zekâsı ve üretkenliği sayesinde kısa sürede bu fikir hareketinin en önde gelen ismi olmayı başarmıştır. Türk milletini tanıma noktasında ortaya koyduğu yüksek gayreti, sosyoloji ve tarihe olan vukûfiyeti, sistematik düşünebilme kabiliyeti onu Türk milliyetçiliği hakkında teorik çalışmalara sevk etmiştir. 1923 yılında yazmış olduğu Türkçülüğün Esasları adlı eseriyle birlikte, Türk milliyetçiliğini dağınık fikirler toplamı olmaktan kurtarmış ve onu bir fikir sistemi haline getirmiştir. Bu eser Türk milliyetçiliğinin sistemli bir fikir olması noktasında bir milat teşkil etmiş ve Ziya Gökalp’i “Türkçülüğün babası” olma makamına taşımıştır.
Türkçülüğün Esasları; kendisinden sonra Türk milliyetçiliği hakkında yapılacak bütün fikri çalışmalara başlangıç teşkil etmiş, Türk milliyetçiliğinin dünyadaki fikir akımlarına ve başka milletlerin millliyetçiliklerine nazaran orijinal karakteriyle inşa edilmesini sağlamıştır. Geçtiğimiz yüz yıl içerisinde Türk milliyetçiliği hakkında pek çok eser yazılmış ve Türk milliyetçiliği fikrî tekâmül noktasında epeyce mesafe almıştır. Fakat hiçbir eser Türkçülüğün Esasları’na atıf yapmaktan kendisini alamamış ve mutlaka bu temel eserden etkilenmiştir. Bütün noksanlarıyla birlikte bu durum Türkçülüğün Esasları’nı Türk milliyetçiliği tarihinin tartışmasız en kıymetli eseri haline getirmiştir.
Bundan dolayı böyle bir muhasebeye başlangıç teşkil etmesi bakımından en anlamlı hadise Türkçülüğün Esasları’nın yayımlanması olmalıdır.
Milliyetçilik Ne İşe Yarar?
Konunun başında da söylediğimiz gibi bir fikrin muhasebesini yapabilmek için öncelikle o fikrin gayesini ve somut hedeflerini ortaya koymak gerekir. Fakat bizim buradaki gayemiz milliyetçiliğin ne olduğunu anlatmak değil. Zira bu makalenin hedefi bu olmadığı gibi muhatapları da milliyetçiliğin ne olduğunu öğrenmek isteyen insanlar değil. Bu başlığı koymaktan maksat, muhasebeye başlamadan önce milliyetçiliğin varlık sebebini açık bir şekilde belirterek ne işe yaraması gerektiği hususunda bir farkındalık oluşturmaktır.
Türk milliyetçiliğinin gayesi; Türk milletinin ebedi bekasını, onu millet yapan değerler ile birlikte, insanlık var olduğu müddetçe sağlamaktır. Milliyetçilik, bu beka ile ilgili bir tehdit algıladığı anda hiçbir kişisel menfaati ve bahaneyi tanımaz. Bütün sahip olduklarıyla birlikte bu tehdidi ortadan kaldırmaya yönelik eyleme geçer ve tehdit ortadan kalkana kadar durmaksızın mücadele eder. Fakat milletler her zaman beka tehdidi gibi büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmaz. İşte öyle zamanlarda milliyetçiliğin ve milliyetçilerin görevi; milli bütünleşmeyi sağlamaya yönelik adımlar atmak, gelebilecek tehlikelere karşı tedbirler almak ve milletlerini, hürriyet, demokrasi, refah, eğitim ve kalkınma bakımından dünyanın en ileri milleti yapmak konusunda gayret göstermektir. Kısacası milliyetçilik sadece milletin beka tehdidi altında olduğu kriz zamanlarında değil, normal zamanlarda da milletin bir işine yaramak zorundadır. Zira milletin söz konusu beka tehdidini hiçbir zaman yaşamaması da milliyetçiliğin ve milliyetçilerin görevleri arasındadır. Bunun sağlanabilmesi de milliyetçilerin normal zamanlarda yapacağı faaliyetlere bağlıdır. Aksi takdirde milliyetçilik milletin bir işine yaramaz hale gelir ve böylece varlık sebebi ortadan kalkar. Merhum Nevzat Kösoğlu’nun dediği gibi “Milliyetçilik bizim kafamızın konforu için değildir.” Milliyetçilerin görevi tepeden nutuklar atarak millete had bildirmek, milletin cehaletinden yakınmak, fikir jimnastiği yapmak değil, fikir ve eylem olarak milletin bir işine yaramaktır.
Peki milletin bir işine yaramak ne demektir? Bunu kısaca formüle edecek olursak “Türk milletinin başına gelen ya da gelme ihtimali olan belaları defetmek. Başına gelmemiş ve gelme ihtimali görünmeyen hayırlara vesile olmaktır.” Bu formüle cevap veremeyen bir milliyetçiliğin yokluğu varlığından evladır. En azından milletimizi bir umuda sevk etmeyerek el yordamıyla da olsa kendi kendini kurtarması yolunu açmış olacaktır. Geçmişte ve günümüzde bu formüle muhatap olacak pek çok konu milletimizin başındadır ve milliyetçilerin gayretlerini beklemektedir. Gerek fert gerekse nesil olarak muhasebeye buradan başlamak gerekmektedir.
Öncelikle her milliyetçi nesil bu formül üzerinden kendini muhasebeye çekmelidir. Konuyu biraz açmak gerekirse her milliyetçi nesil şu basit soruyu kendine sormalıdır. “Biz milliyetçi olduk da ne oldu?” Bu soru inanan milliyetçiler için oldukça sarsıcı bir sorudur. Soruyu biraz açacak olursak “Bizim nesildeki milliyetçiler var olduğu için Türk milletinin başına gelen ya da gelme ihtimali bulunan hangi bela defedildi? Biz milliyetçi olduğumuz için milletimizin başına gelmemiş ve gelme ihtimali bulunmayan hangi hayır milletimizle buluştu?” Acı bir şekilde söylemek gerekir ki -kendimizi kandırmamak şartıyla- bu soruya dolu dolu cevap veremeyen her nesil milliyetçiliğimiz adına kayıptır. Aynı şekilde fert bazında da bu soruları sormamız gerekir. Milliyetçiliğinde yirmi yılı devirmiş her fert “Ben milliyetçi oldum da ne oldu? Türk milleti bu durumdan ne kazandı?” sorularına -yine kendini kandırmamak şartıyla- milleti tatmin edecek bir cevap veremiyorsa, o milliyetçilik haddizatında hiç yapılmamış demektir. Tekrar edelim milliyetçilik bizim ferdiyetimiz, teşkilatımız, camiamız, dernek, vakıf ya da partimiz için değil milletimiz için vardır. Onun bir işine yaramıyorsa yoktur.
Fikrin ve hareketin muhasebesini yapmadan önce hepimiz mutlaka kendimizi ve kuşağımızı bu muhasebeye çekmek zorundayız. Çünkü kendisini hakkıyla muhasebe edemeyenlerin bir fikir ve o fikre bağlı büyük bir hareketi muhasebe etmeye hakları yoktur.
Türk Milliyetçiliğinin Safahatı
Türk milliyetçiliğinin gayesini ve varlık sebebini ortaya koyduğumuza göre sıra milliyetçiliğimizin safahatına bir göz atmaya geldi. Her fikrin ve o fikre bağlı hareketin tarihinde geçirdiği dönüm noktaları vardır. Türk milliyetçiliği hareketinin de tarihi boyunca geçirdiği gerek fikri gerek fiili dönüm noktalarını tespit etmek gerekir. Bizim hareketimizde bu dönüm noktaları bazen tekamüle dönük sıçramalar bazen de travmatik hadiseler neticesinde ortaya çıkmıştır. Ana hatlarıyla Türk milliyetçiliği tarihini dört döneme ayırmak mümkündür.
1-19. yüzyılın ikinci yarısından Türkçülüğün Esasları’nın yazıldığı 1923’e kadar olan dönem.
2-Bir fikir sistemi haline geldiği 1923’den siyasi mücadelenin başladığı 1965’e kadar geçen dönem.
3-Siyasi ve ideolojik mücadelenin bütün alanlarda en şiddetli verildiği 1965-1980 arası aksiyoner ve doktriner Türk milliyetçiliği dönemi.
4-1980’den günümüze kadar geçen dönem.
Bunların dışında 1931 yılında Türk Ocakları’nın kapatılması, 1944 yargılamaları, 1991 yılında Türk Dünyası’nda yaşanan bağımsızlık gelişmeleri gibi olaylar da Türk milliyetçiliği tarihinde ciddi kırılmalar olarak sayılabilir. Konumuzun Türk milliyetçiliğinin son 100 yılı olması sebebiyle biz incelemeye ikinci dönemden itibaren başlayalım.
1923-1965 Arası Türk Milliyetçiliği
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki bu dönemin başlangıcından tam bir yıl sonra, bu dönemi başlatan Ziya Gökalp 48 yaş gibi erken denebilecek bir yaşta hayata gözlerini yummuş ve Türk milliyetçiliği en önemli fikir insanını kaybetmiştir. Onun vefatından sonra bu dönemin en büyük problemi Gökalp’in yerinin doldurulamaması olmuştur. Ziya Gökalp’in vefatı Türk milliyetçiliği fikrinin olgunlaşması noktasında ciddi bir gecikmeye sebebiyet vermiştir. Buna rağmen Türk Yurdu dergisi etrafında fikir üretimi devam etmiş, Türk Ocağı çatısı altında yurt çapında teşkilatlanmış olan milliyetçiler milletin cari problemlerine karşı çözüm üretmeyi sürdürmüştür. Türk milliyetçileri Hamdullah Suphi, Mustafa Necati gibi isimler üzerinden, kurulan hükûmetlerde yer almış, yeni kurulan cumhuriyet rejiminin tesisinde ilk günden itibaren gayret sarf etmiştir. Hakimiyetin kayıtsız şartsız millete verilmesi demek olan cumhuriyetle milliyetçilerin hiçbir problemi olmadığı gibi saltanatçılığı savunan tek bir Türk milliyetçisi de görülmemiştir. Bütün bunlara rağmen hâlâ milliyetçi çevrelerde ayıplı bir konu gibi konuşulması sakıncalı görülen Türk Ocakları’nın kapatılması hadisesi meydana gelmiş, Türk milliyetçileri böylece ilk şoku yaşamıştır.
1931’den 1940’lı yıllara kadar Türk milliyetçileri ilmî ve kültürel faaliyetlerle iştigal etmiş, fazla görünür bir hâl almamışlardır. Gazi’nin vefatından sonraki dönemde ise gerek devlet içinde gerek basın hayatında örtülü komünizm propagandaları baş göstermiş, bunun neticesinde milliyetçi refleks devreye girmiş ve milliyetçiler dergiler etrafında görünür olmaya başlamışlardır. Basında başlayan tartışmalar epeyce şiddetlenmiş, 3 Mayıs 1944 günü büyük bir nümayişle milliyetçiler kendilerini ortaya koymuşlardır. Bu nümayiş dönemin tek parti CHP’sini ve Cumhurbaşkanı İnönü’yü epeyce tedirgin etmiş ve Türk tarihinin gördüğü en komik dava olan “Irkçılık-Turancılık” davası başlamıştır. Bu davada 23 Türk milliyetçisi yargılanmış ve Türkçülük yaptıkları için Türk devleti tarafından gördükleri muamele Türk milliyetçilerini hayretler içinde bırakmıştır. Türk milliyetçilerinin zihin dünyasında travmatik etkiler bırakan bu dava aslında gelecekte yaşanacak olayların da habercisi niteliğindedir. Bütün bu davalara rağmen milliyetçiler geri durmamış, komünizm tehdidine karşı milleti uyarmaya da İnönü dönemi uygulamalarına muhalefet etmeye de devam etmişlerdir.
1950’lere gelindiğinde tek parti dönemi sona ermiş, iktidar olan Demokrat Parti saflarında az da olsa milliyetçiler kendisini göstermiştir. Bu dönemde dergiciliğin yanı sıra dernek faaliyetleri başlamış, Türk milliyetçileri teşkilatlanma gayreti içerisinde olmuştur. 1951 yılında Türk Milliyetçiler Derneği kurulmuş ve kısa zaman içerisinde 76 şubeye ulaşmıştır. Türk milliyetçilerinin kısa süredeki bu teşkilatlanma başarısı yine siyasi çevreleri tedirgin etmiş ve 1953 yılında Türk Milliyetçiler Derneği de kapatılmıştır. Derneğin kapatılmasında DP’li Celal Bayar ve Adnan Menderes’in tavrı ve rolü Türk sağının da Türk milliyetçilerine karşı bakışının Türk solundan pek farklı olmadığını gösterecektir.
Milliyetçiler 27 Mayıs’tan 5 ay sonra yine tehdit olarak algılanmış ve Milli Birlik Komitesi içerisinde bulunan milliyetçiler tasfiye edilmiştir. 1963 seçimlerinden sonra yine bir kısım milliyetçiyi bu sefer Adalet Partisi saflarında görüyoruz. Fakat sağ partiler içinde temsil edilen milliyetçilerin ilk itirazda tasfiye edildiklerine ve her zaman potansiyel tehdit olarak algılandıklarına Türk siyasi tarihi boyunca şahit olacağız. 27 Mayıs’tan sonraki dönemde yeni anayasanın yarattığı imkanlar kapsamında komünizm propagandasının arttığına, hatta TİP’in kurulmasıyla birlikte komünist bir siyasetin de başladığına şahit oluyoruz. Bunun karşısında ise Türk milliyetçileri dergiler etrafında yaptıkları yayınlarla Türk milletini uyarma gayreti içerisinde olmuşlardır.
Özellikle 1931’den 1965’e kadar geçen süre Türk milliyetçiliği açısından dağınık, teşkilatsız, imkânsızlıklar içerisinde kıvranılan, devlet tarafından her fırsatta hırpalanılan bir görünüm arz etmektedir. Fikir bakımından ise Prof. Dr. Mümtaz Turhan ve Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal Türk milliyetçiliğine önemli dokunuşlar yapmışlardır.
1965-1980 Arası Türk Milliyetçiliği
Türk milliyetçiliği tarihinden bahsedilirken herhalde üzerinde en çok durulması gereken dönem 1965-1980 yılları arasıdır. Bu durumun çeşitli sebepleri olmakla birlikte en önemli sebebi bu dönemin kendisinden önceki dönemin tabii bir sonucu, kendisinden sonraki dönemin ise temel belirleyicisi olmasıdır. Her şeyden önce 1965 yılıyla birlikte Türk milliyetçiliği siyasi mücadeleye başlamış ve Türk milliyetçiliği davası sahibi hakikisi bulunan milletle buluşturulmuştur. Bu bakımdan 1965 yılı Türk milliyetçiliği tarihinin ikinci bir miladını teşkil eder. Şüphesiz 1965 yılından kastımız 30 Temmuz – 1 Ağustos 1965 tarihleri arasında yapılan ve Başbuğ Alparslan Türkeş’in genel başkan olmasıyla sonuçlanan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi kongresidir. Biz bu dönemin önemini ortaya koyabilmek açısından çeşitli konularda kendisinden önceki ve sonraki dönemle birlikte mukayese etmeye çalışacağız. Her şeyden önce bu dönemin karakterini anlayabilmek için ‘aksiyoner ve doktriner’ kavramlarının iyi anlaşılması gerekir.
Aksiyoner ve Doktriner Türk Milliyetçiliği
Aksiyon kelime anlamı olarak hareket demektir. Bu kelime muhteva bakımından edilgen değil etken bir anlamı ihtiva eder. Genişletecek olursak aksiyoner olmak demek, edilgen değil etken, statik değil dinamik, buna paralel olarak da tepkisel değil kendisinden kaynaklanan özgün bir çıkışı ifade eder. Aksiyoner olan bir fikir de reformist, inkılapçı, ileriye dönük, idealist bir karakter taşımak zorundadır. Esasında Ziya Gökalp’in 1923 yılında yayımladığı, Türkçülüğün Esasları ile, Türk milliyetçiliğinin, tüm fikir ve tekliflerini bir sistem bütünlüğü içinde ortaya koyduğunu görmekteyiz. Bu eser, muhtevasında fikrin teorik alt yapısıyla birlikte bir takım uygulama planları da teklif ettiğinden dolayı, aksiyoner bir karakter taşımaktadır. Türk Devleti’nin rejiminin değişmesiyle birlikte ortaya koyacağı düzenin ne olması gerektiği hakkında birçok fikir beyan eden bu eser, cumhuriyeti kuran kadrolar tarafından da büyük ölçüde benimsenmiş ve kısmen de olsa uygulamaya dökülmüştür. Takip eden yıllarda Türk milliyetçiliği ortaya koyduğu çözüm tekliflerini uygulamaya koyacak bir mecra bulamamış ve zamanla statik, refleksif, farklı fikirlerden kaynaklanan siyasi organizasyonların içerisinde kendisine yer bulmaya çalışan, hükûmetlere tavsiye niteliğinde bir fikir konumuna gelmiştir. Halkla arası gitgide kopmuş, akademik çevrelerde konuşulup tartışılan etkisiz bir durum arz etmiştir.
1965 yılında Türk milliyetçisi bir kadronun Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi çatısı altında Türk milliyetçiliğini siyaset sahnesine taşıması ve Türk milliyetçisi aydınları teşkilatlandırıp gençler ile buluşturmak suretiyle statik olan enerjiyi dinamik hale getirerek başlattıkları eylem, tam anlamıyla aksiyoner Türk milliyetçiliğinin başladığı dönem olarak göze çarpmaktadır. İlk olarak Alparslan Türkeş tarafından kullanılan ‘aksiyoner Türk milliyetçiliği’ kavramı, şimdilerde çok bilinmiyor ve kullanılmıyor olsa da bir dönemin önemli bir kavramı olarak kullanılmıştır. Esasında Türk milliyetçiliği; Türk milletinin bekasını sağlamayı gaye edinmesi ve bu gayeyi sağlamak için gerekli bütün tedbirleri almak, milletin problemlerine çözüm üretmek, milletimize ait kıymet hükümlerini koruyarak geliştirmek, dünya Türklüğü ile Anadolu Türklüğünü siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel iş birliğine götürmek istemesi bakımından aksiyoner bir fikir ve düşünce akımıdır. Türk milliyetçileri fikrin bu karakterine uygun olarak 1965 yılı itibariyle bir mücadele döneminin kapısını açmışlar, milliyetçi bir siyasi organizasyon meydana getirmenin de ötesinde toplumun her kesiminde teşkilatlanarak milliyetçiliği halkla buluşturmuşlardır.
Bu çıkış doktriner olmayı da beraberinde getirmiş, milletin bütün problemlerine karşı yine o milletin tarih, kültür ve inancından kaynaklanan çözümler üreten ve bu çözümleri hükûmetlere tavsiye eden değil bizzat siyaset yaparak gerçekleştirme iddiasında bulunan bir yapıya dönüştürmüştür. Aslında bu dönemle birlikte Türk milliyetçiliği tekrar asıl karakterine kavuşmuş ve bir mücadele cephesi açmıştır. Burada doktrin kavramı sadece ilkeler bütünü olarak değil uygulama planları olarak anlaşılmış, çeşitli meseleler hakkında dünyada geliştirilen cari çözüm önerileri arasında tercih yapan değil bizzat çözümlerini milli şartlarını hesaba katarak üreten bir anlayış olarak ortaya çıkmıştır.
Ülkücülük
Ülkücülük kelimesi milliyetçiler arasında ilk defa 1950’li yıllarda Hüseyin Nihal Atsız tarafından kullanılmış olsa da kavramsal karşılığını bu dönemde bulmuştur. Aksiyoner bir dönemi başlatan milliyetçi kadrolar, bu dönemin ruh ve karakterine uygun bir insan tipini de ortaya koymak istemişlerdir. Bu insan tipi sadece milliyetçi tercihlerde bulunan değil aynı zamanda bu fikrin propagandasını da yapan, verilen mücadelede statik bir destek ortaya koyan değil bunun ötesinde canıyla, malıyla, bütün varlığıyla mücadele ederek her türlü fedakârlığı göze alan bir insan tipidir. Bu insan tipinin zaman içerisinde tarihle olan bağları da inşa edilmiş, ülkücüler 12. yüzyıldan itibaren tarih sahnesinde görülen alperenlere ve fütüvvet teşkilatı mensuplarına benzetilmiştir. Bu benzetme haksız bir benzetme değildir. Alperenlerin ve fütüvvet ehlinin millî karakteri, fedakârlık ve mücadele felsefesi ortaya konulduğunda ülkücülüğün hamurunun bunlarla yoğurulduğu görülecektir. Şüphesiz her türlü mücadeleyi içine alan böyle bir dönem ancak bu özellikleri haiz bir topluluk tarafından taşınabilirdi. İşte bu özelliklere sahip olarak yetiştirilmiş genç kadrolara ülkücü adı verilmiştir. Bu mücadele usulüne de ülkücülük denilmiştir.
Ülkücülük hiçbir zaman Türk milliyetçiliği dışında bir fikir olarak vaaz edilmemiş, bir mücadele usulü olarak ortaya konulmuştur. Dönemin ruhuna uygun olarak da aksiyoner ve doktriner Türk milliyetçiliğinin özel adı ‘Ülkücü Hareket’ olmuştur. Hiç şüphesiz zamandan, mekândan, mesaiden bağımsız sürekli yürütülen böyle bir mücadele pek çok gelişmeyi ve başarıyı beraberinde getirmiştir. Türk milliyetçiliği fikri hiç olmadığı kadar yaygınlık kazanmış, öncesinde bir avuç olan Türk milliyetçilerinin sayıları kısa sürede milyonlara ulaşmıştır.
Teşkilatlanma
Bu dönemin en belirgin özelliklerinden bir tanesi de öncesinde ve sonrasında yakınına bile yaklaşılmayacak kadar büyük olan teşkilatlanma başarısıdır. Tarih bize teşkilatlanamamış hareketlerin ne kadar haklı olurlarsa olsunlar dağınık olmanın getirdiği kuvvetsizlikle beraber mutlaka başarısız olacaklarını söylemektedir. Bağımsız milliyetçi bir siyaset iddiasında bulunan bir hareketin her şeyden önce teşkilatlanması gerekirdi. Öyle de olmuştur. Öncelikle siyasi teşkilatlanma sayesinde Türkiye’nin dört bir yanındaki ilçe ve hatta beldelere kadar ulaşılmış ardından ilk olarak üniversitelerde gençler arasında teşkilatlanılmıştır. Bu dönemde Ülkücü Hareket’in sıklet merkezinin gençlik üzerine kurgulandığını söylemek doğrudur. Üniversite gençliğine yüklenen bu sorumluluk sayesinde gençlik teşkilatı olan Ülkü Ocakları lokomotif kuvvet teşkil etmiş ve bu sayede üniversiteyi bitiren gençler tarafından zaman içerisinde meslek teşkilatlanmaları ortaya çıkmıştır. Toplumu oluşturan hemen her kesimde teşkilatlanma yoğunlaşmış, 1975-76’lara gelindiğinde neredeyse teşkilatlanılmamış toplum kesimi kalmamıştır.
1970’lerin ortalarına gelindiğinde esnaf teşkilatından işçi sendikalarına, köylü teşkilatından kadın teşkilatına, gençlik teşkilatlanmasından öğretmen, memur, sanatçı teşkilatına kadar yirmi tane çatı teşkilat vücuda getirilmiştir. Bunlardan sadece bir tanesi olan Ülkü Ocakları’nın 1978 yılındaki şube sayısının 1250 olduğu göz önüne alınırsa toplum üzerindeki etki ve taraftar yoğunluğunun ne ölçülere ulaştığı tahmin edilebilir. Teşkilatlanmadaki bu başarı ve yoğunluk ne 1965 öncesinde ne de 1980 sonrasında bunun onda biri oranında dahi görülmemiştir. Toplumun neredeyse tamamını kapsayan bu teşkilatlanmalar içerisinde kurulamayan tek teşkilatın iş adamları alanında olduğu unutulmamalıdır. Bu durum bize Türk milliyetçiliğinin sosyolojik yapısını tanıma noktasında önemli bir veriyi sunmaktadır.
Yayıncılık
Bir fikir sisteminin başarısı her şeyden önce taraftar edinebilme kabiliyeti ile orantılıdır. Kendisine taraftar bulamayan fikir sistemleri ne kadar haklı olurlarsa olsunlar iddialarını gerçekleştirme kuvvetini bulamazlar. Aynı zamanda bir fikir sisteminin sürekliliği de taraftarlarının sayısına orantılıdır. Taraftar edinebilme kabiliyeti ise o fikrin tutarlılığı kadar propaganda kabiliyeti ile ilgilidir. Günümüzde çok çeşitlenmiş olmakla birlikte fikir sistemleri o dönemde yayıncılık faaliyetleri üzerinden propaganda yapabilirlerdi. O dönemde TRT’nin tek televizyon ve radyo kanalı olduğunu hesaba katarsak yayıncılık faaliyetleri dediğimizde aklımıza ilk olarak gazete, dergi, kitap vb. faaliyetler gelecektir.
1965-1980 arasında yayıncılık faaliyetleri alanında da oldukça parlak bir tablo gözümüze çarpmaktadır. Her şeyden önce etkinlikleri farklı olmakla birlikte bu on beş yıl içerisinde otuza yakın milliyetçi yayınevinin binlerce kitap yayımladığını görüyoruz. Bu durum bize iki önemli sonuç vermektedir. Kendisinden önce ve sonra hiç görülmemiş bir fikrî ve edebî üretimin bu dönemde ortaya çıktığını görüyoruz. Şöyle bir mukayese yapmak gerekirse 1923’den 1965’e kadar 42 sene geçmiştir. 1980’den 2023 yılına kadar ise 43 sene. Yani son yüzyılda 1965-1980 arasını dışarıda bıraktığımızda toplam 85 yıl milliyetçiler faaliyet göstermişlerdir. Bu 85 yıldaki fikrî ve edebî üretime baktığımızda bu yıllardaki üretiminin söz konusu 15 yıldaki üretimin onda birine bile tekabül etmediği görülecektir. İkinci önemli sonuç ise bu üretilen eserlerin tüketildiği sonucudur. Bu kadar eser büyük bir kitle tarafından o dönemin imkansızlıklarına rağmen okunuyor ve takip ediliyor. Bugün ikinci bin adet baskıyı yapan kitap başarılı kabul edilirken o dönemde bir kitabın on beş-on altı baskı yaptığını görüyoruz. Aynı durum süreli yayınlarda da gözlemlenebilir. 1965 ile 1980 arasında üçü günlük gazete -etkisi ve maliyeti hesaba katıldığında bugün üç televizyon kanalına tekabül eder- olmak üzere aylık, üç aylık ve on beş günlük toplam 29 adet süreli yayının faaliyet gösterdiğini görüyoruz. Bu yayın organlarından bazıları aylık seksen binin üzerinde tiraj yapıyor. Ortalama tiraj sayıları yirmi-yirmi beş bin dolaylarında. Yine geri kalan seksen beş yıllık dönemde hiçbir zaman böyle yoğun bir süreli yayın faaliyetinin olmadığını görüyoruz. Özellikle bugün böyle bir üretim ve sinerjiden ne kadar da uzağız değil mi? Bugün beş bin tirajı olan tek bir milliyetçi dergi bulunmamaktadır. Peki üretmeyen, okutmayan, fikrî ve edebî sahada beslemeyen bir fikir hareketi ne olur, ne hale gelir? Bunun takdirini okuyucuya bırakıyorum.
İdeolojik Mücadele
İdeolojik mücadele birden fazla fikir sisteminin birbirleriyle belirli bir siyasi ve fikri çevrede mücadele halinde olması anlamına gelir. Bu mücadele hangi fikir sisteminin iddialarında haklı olduğu üzerinden yürütülür. Dolayısıyla rakip fikir sisteminin kendi içindeki tutarlılığı, tezlerinin gerçeğe dayanıp dayanmadığı üzerinde yoğunlaşılır. Hedef kitle üzerinde rakip fikir sistemlerinin tutarsızlığı ve tezlerinin haksızlığı vurgulanırken beraberinde kendi fikirlerinizin tutarlılığı ve tezlerinizin haklılığı ispatlanmaya çalışılır.
Türk milliyetçiliği ideolojik mücadeleye ilk şekillenmeye başladığı yıllardan beri aşinadır. Üç Tarz-ı Siyâset yıllarından beri Türk milliyetçileri ülkemiz üzerinde faaliyet gösteren çeşitli ideolojik çevrelerle tartışmalara girmişler ve bu kavgalardan mütemadiyen galip ayrılmışlardır. 1940’lardan itibaren ideolojik mücadele Marksizm-Komünizm üzerine yoğunlaşmış ve bu konuda yoğun bir çaba sarf edilmiştir. 1965-1980 arası bu mücadelenin en yoğun yaşandığı dönem olmuştur. Marksist-Komünist fikirler Türk milliyetçileri tarafından bir cerrah titizliğiyle incelenmiş, bu fikirlerin tutarsızlığı ve haksızlığı Türk milletine ifşa edilmiştir. Bütün propaganda üstünlüğüne rağmen komünizm milletimizin vicdanında mahkûm edilmiş ve ülkemiz üzerine çullanmış olan Rus emperyalizminin kolları koparılmıştır. Bu fikir mücadelesi ve beraberinde okullarda, sokaklarda, fabrikalarda verilen fiziki mücadele sayesinde Türk milleti adeta bir işgalden Türk milliyetçileri sayesinde kurtarılmıştır. Bugünden bakıldığında çok anlaşılamayan bu büyük tehdidin önemi dönemin şartları, SSCB’nin planları ve birkaç defa yaşanan komünist ihtilal girişimleri hesaba katıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Türk milliyetçileri tarafından önlenmiş olan komünist işgal tehdidi hiç şüphesiz FETÖ meselesi dahil cumhuriyet tarihinin en büyük bağımsızlık tehdididir.
1980 Öncesinin Bakiyesi ve “Soğuk Savaş Şartları” Söylemi
Yukarıda yapmaya çalıştığımız mukayeseler ışığında görülüyor ki 1980’den sonraki Türk milliyetçiliği hareketinde her ne varsa 1965-1980 arasında ortaya konulan mücadelenin bakiyesidir. Her şeyden önce Türk milliyetçilerinin bugün sahip olduğu siyasi kuvvetin kaynağı 1980 öncesinde verilen mücadeledir. Türk milliyetçileri bugün sahip oldukları özgüveni siyasi kuvvetlerine borçludurlar. O dönemde verilen mücadele sayesinde milyonlarca taraftar kazanılmış, büyük bir fikrî ve edebî üretim yapılmıştır. O günlerde ve hatta bugün bile milliyetçiler o dönemin kaynaklarından beslenmektedir. O dönemde yapılan eğitim faaliyetleri sayesinde binlerce insan yetiştirilmiştir. Bugün bile milliyetçi faaliyetlerin büyük bir çoğunluğu o insanlar sayesinde yürütülmektedir. Akademide ve bürokraside binlerce milliyetçi kendisine yer bulabilmiş, uzun yıllar boyunca örneğini pek az görebildiğimiz milli faaliyetler bu insanlarımız tarafından ortaya konulmuştur. Geçtiğimiz 43 yıl içerisinde fikrî tekamülümüze katkıda bulunmuş milliyetçi fikir adamlarına bakıldığında tamamının o dönemde yetişmiş kimseler olduğu görülecektir.
Bütün bunlar ortadayken yine de o dönemin eser ve fikirleriyle ilgili olarak bazı milliyetçi çevrelerde ‘soğuk savaş şartlarında üretilmiş düşünceler’ yakıştırması yapıldığını gözlemliyoruz. Şüphesiz bu yakıştırma bir itibarsızlaştırma, aşağılama ifadesi olarak kullanılmaktadır. Varlık sebebi o yıllarda verilen mücadele olan ve o dönemden bağımsız olarak ürettiği eserler bir kitaplığı dolduramayan nesillerin bu yakıştırmaları yapmaları cahil ukalalığından başka bir şey değildir. ‘Soğuk savaş şartlarında üretilmiş’ damgasıyla zımnen çöpe atılmaya ve inkâr edilmeye kalkışılan şeyler çıkarıldığında Türk milliyetçiliği tarihinden geriye ne kalacağı iyi hesaplanmalıdır. ‘Soğuk savaş yılları’ diye aşağılanan Erol Güngör’dür, Galip Erdem’dir, Dündar Taşer’dir. Türk milletinin hayatını kurtarmaktır. Yönetme iddiasıdır, milli siyaset iddiasıdır, üçüncü yol iddiasıdır. Dört bine yakın şehidin can verme sebebi olan fikirlerdir. Milyonlarca insanı milliyetçi yapan düşüncelerdir. Milli Devlet idealidir. Yazılmış yüzlerce eser, basılmış binlerce mevkûtedir. Öncesinde ve sonrasında hiç görülmemiş bir tecrübedir. Hiçbir akıllı canlı bu kadar birikimi böyle ucuz bir söylemle çöpe atmaz. Hayatlara mâl olmuş ve vatan kurtarmış bir mücadelenin takdirini dahi yapamayanlar, gelecekte ihtiyaç hasıl olduğunda bu mücadelenin zerresini dahi ortaya koyamayacaklardır.
Ayrıca Türk milliyetçileri o dönemde ortaya koydukları kitleleşme başarısı ve edebiyat-sanat üretimleriyle birlikte Türk milletinin üzerinde sosyolojik tesirler bırakmışlardır. Bugün yapılan kamuoyu yoklamalarında milliyetçilik neredeyse ortak değer haline gelmişse, Türk Dünyası kavramı ve sınırlarımız dışında yaşayan Türkler Türkiye Türklerinin kalbinde bugünkü yerini almışsa, bazı şiirlerimiz, marşlarımız köylerdeki düğün dernek faaliyetlerine kadar girmişse, Türkiye’de Alperen, Kürşad, Aybike, Almıla isimleri milyonlarca çocuğa koyulmuşsa bütün bunları verdiğimiz mücadeleye ve ödediğimiz bedele borçluyuz.
Büyük Kırılma: 12 Eylül 1980
12 Eylül 1980 darbesi Türk milliyetçiliği tarihinin en önemli kırılma noktalarından birisini oluşturur. 12 Eylül darbesinin Türk milliyetçilerine yaşattıkları ve sonuçları bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Bugün üzerinde şüphe götürmeyecek kadar açıktır ki bu darbe bir Amerikan müdahalesi şeklinde gerçekleşmiştir. Hedefi de iktidar olmaya hazırlanan Ülkücü Hareket’tir.
12 Eylül’e yaklaşan süreçte 15 Nisan 1978 tarihindeki Tandoğan Mitingi’nden itibaren Ülkücü Hareket komünist yapılara karşı verdiği ideolojik mücadeleyi kazanmış ve büyümesi durdurulamayan bir siyasi harekete dönüşmüştür. Propaganda ve insan kazanma kabiliyetini kaybeden komünist örgütler işi tamamen silahlı mücadeleye dökmüş, ülkücülere karşı amansız cinayet eylemlerine girişmişlerdir. Ülkücü Hareket ise 2. Milliyetçi Cephe hükümetinde gösterdiği performans neticesinde halkın güvenini iyice tahkim etmiş, kitleselleşme sürecini durmaksızın devam ettirmiştir. 1981 yılı mart ayında yapılacak seçimlerde MHP’nin iktidar olması rakip partiler tarafından bile dillendirilmeye başlamıştır. İşte tam böyle bir ortamda ABD destekli bir müdahale olarak 12 Eylül darbesi gerçekleşmiş ve Ülkücü Hareket’in hızı kesilmiştir. Yurt çapında yapılan tutuklamalarla birlikte yüz binlerce ülkücü gözaltına alınmış, binlercesi tutuklanmış, onlarcası yapılan işkencelerde hayatını kaybetmiş, dokuz ülkücü ise idam edilmiştir. Darbe süresince Türk milliyetçilerine yapılan muamele 1944’de ve 12 Mart sürecinde yaşananları unutturacak kadar acımasız ve vicdansızca olmuştur. Ülkücü Hareket’in bütün yöneticileri tutuklanmış, bütün kurumları kapatılmış hiçbir faaliyet gösterme imkânı kalmamıştır. Bütün bu işkence ve idamlarla birlikte dışarıda olan ülkücülere ve Türk milliyetçiliği davasını benimseme potansiyeli olan nesillere gözdağı verilmiş, milliyetçilik yapmanın bedelinin zulüm ve işkence olduğu ima edilmiştir. Bütün bunlarla beraber devlet adına en büyük hata ise yargılamalar sırasında yapılmıştır. Mahkemelerde sadece Türk milliyetçileri yargılanmamış, devletin kurucu ideolojisi ve en önemli savunma refleksi olan Türk milliyetçiliği sanık sandalyesine oturtulmuştur. Mahkeme heyetine savunmalar esnasında defalarca kez yapılan hata anlatılmış ama talimatla hareket etme garabetine düşmüş olan heyet hatasından maalesef dönmemiştir. Bir milletin en haklı davası olan milliyetçiliğin bizzat yargılanmasının zihinlerde yarattığı tahribat zararların en büyüğü olmuştur. Şimdi biraz da Türk milliyetçileri açısından 12 Eylül’ün sonuçlarına göz gezdirelim.
Travma
12 Eylül’ün en yıkıcı sonuçlarından bir tanesi şüphesiz Türk milliyetçilerinin zihninde yarattığı travmadır. Bu travma o kadar yıkıcı olmuştur ki hiçbir zaman milliyetçilik adına verilen mücadelenin cezasız kalmayacağı ve milliyetçilere devlet yönetiminin teslim edilmeyeceği hissini milliyetçi kitlelerde uyandırmıştır. Bu psikolojik etki aradan 43 yıl geçmesine rağmen hâlâ kendisini hissettirmektedir. Türk milliyetçilerinin devletle ve en önemlisi de şanlı Türk ordusu ile arası açılmak istenmiş, başta istiklal marşı olmak üzere milli sembollerin işkence malzemesi yapılmasıyla birlikte Türk milliyetçileri radikalize edilmeye çalışılmıştır. Diyarbakır cezaevinde PKK’nın kuruluşuna adeta destek veren muameleler Mamak’ta farklı şekliyle ülkücülere yapılmak suretiyle milliyetçilik terörize edilmiştir. Çok şükür ki ülkücüler bu tuzağa düşmemiş, cezaevinden çıkan hiçbir ülkücü tek bir devlet görevlisine karşı bir şiddet eylemine bulaşmamıştır. Buna rağmen uğruna can verilen devlet tarafından kendilerine yapılan muamele hâlâ yıkıcı etkisini devam ettirmektedir.
İnsan Kaybı
Türk milliyetçileri açısından 12 Eylül’ün yarattığı sonuçlardan bir tanesi de yaşanan insan kaybıdır. Zaten 1968-1980 arasındaki olaylarda çoğu genç, inanmış, yetişmiş ya da yetişmekte olan dört bine yakın insanını kaybetmiş olan Türk milliyetçilerinin binlerce insanının cezaevlerinde hayatları karartılmıştır. Binlercesi psikolojik ya da fiziki açıdan sağlıklarını kaybetmiş, tamamı okullarından atılmış bütün bunlar yetmezmiş gibi çıktıktan sonra da işsizlik ve açlıkla imtihan edilmişlerdir. Bir yetişmiş Türk milliyetçisinin ne demek olduğunu bilenler için bunun ne kadar yıkıcı bir tablo olduğu açıktır. Ülkücü Hareket aradan geçen bunca yıla rağmen hiçbir zaman kaybettiği kadrolarını tekrar tam manasıyla toparlayamamış, onları faaliyete sevk edememiştir. 1983’ten sonra ortaya çıkan siyasi ortamda ise uzun süre faaliyet gösterilememesinden de yararlanılarak, hareketin kadroları diğer siyasi partiler tarafından adeta yağmalanmıştır. Bütün bunlar telafisi mümkün olmayan bir insan kaybını açığa çıkarmıştır.
Bölünmeler
12 Eylül’ün sonuçlarından bir diğeri ise dolaylı olarak ortaya çıkardığı kitlesel bölünme olgusudur. Mücadeleye ara verilmek zorunda kalınan yedi yıl içerisinde kadroların önemli bir kısmı bir takım siyasi partilere savrulmuşlardır. Bu durum ayrıca düşünülmesi gereken bir vaka olmakla birlikte ciddi bir bölünmeyi teşkil etmiştir. Diğer yandan cezaevi yıllarında ustaca geliştirilmiş operasyonlar neticesinde atılan nifak tohumları sonraki yıllarda semeresini vermiş, 1992 yılında büyük bir bölünmeyle neticelenmiştir. Bu bölünme sadece sayısal bir bölünme yaratmayarak toparlanma sürecindeki Türk milliyetçilerinin hızını kesmiştir. Bölünmenin yarattığı ağır travma ise günümüzde hâlâ etkilerini devam ettirmektedir. Açtığı yaralar hâlâ sarılabilmiş değildir. Bölünmelerin yarattığı güç kaybını hiçbir düşman yaratamamıştır.
Kopukluk
12 Eylül’ün yarattığı en kritik neticelerden bir tanesi de nesiller arasında meydana getirdiği kopukluktur. Türk Ocakları’nın kurulduğu 1910’lu yıllardan bu yana hiç durmadan devam eden usta çırak ilişkisi sayesinde Türk milliyetçiliğinin biriktirdiği bütün hafıza ve tecrübe bir sonraki nesle aktarılagelmiştir. Bu durum büyük bir hafızanın genç nesillerde birikmesine sebep olmuş, kesintisiz bir şekilde aktarılan tecrübe tekâmülü de başarıyı getirmiştir. Hafıza ve tecrübe aktarımı bir fikir hareketi için olmazsa olmaz bir nimettir. Türk milliyetçiliği hareketi milli mücadele görmüş, devlet kurmuş, başından büyük badireler geçmiş bir harekettir. Bütün bu yaşanan tecrübelerden çıkarılan dersler ancak bir sonraki nesle doğru ve düzgün bir şekilde aktarılabilirse bir anlam ifade eder. Aksi takdirde her nesil her türlü yöntem ve eylemi, hele ki fikrî tespit ve mülahazaları kendisi tecrübe etmeye ve yaratmaya kalkar ki bir adım dahi yol alamaz. Bu durum bir tür amnezi yaratır ve o topluluğun artık düşmana bile ihtiyacı yoktur. Maalesef 12 Eylül Türk milliyetçiliği hareketi içerisinde bu tür bir amneziye sebep olmuştur. Çünkü silsile kopmuştur. Uzun yıllar 12 Eylül’den önce milliyetçilik yapan nesillerle sonrasında milliyetçi olan nesiller bir araya gelememiştir. Bunun sonucunda gerekli tecrübe ve hafıza aktarımı yapılamamış, yeni nesiller adeta kaderleriyle baş başa kalmışlardır. Bu kopukluğun neden olduğu sıkıntıları yazmaya bu sayfalar maalesef yetmeyecektir. O yüzden şimdilik bu kadarıyla yetinelim.
Fikrî Kuraklık
Bütün bu travmalar, bölünmeler, insan kaybı ve kopukluk fikir sahasında da ciddi bir kuraklığa yol açmıştır. İskender Öksüz ve Nevzat Kösoğlu gibi birkaç istisnayı dışarıda tutarsak -ki bunlar da 12 Eylül öncesinin bakiyesidir- Türk milliyetçiliği fikrinin tekâmül ettirilmesi noktasında dişe dokunur bir ilerleme görülmemiştir. Geçtiğimiz kırk üç yılda fikir sahasında yazılmış ciddi eserler iki elin parmağını geçemeyecek kadar azdır. Kırk üç yılda Türkiye değişmiş, dünya değişmiş, farklı problemler ortaya çıkmış, Türk milleti farklı tehditler ve fırsatlara muhatap olmuştur. Maalesef Türk milliyetçiliği bu fırsat gelişme ve problemlere yeteri kadar cevap verememiş, yaşadığı kuraklığın sonuçlarını Türk milletine de yaşatmıştır. Milliyetçi yayınevlerinin sayısı tek haneli rakamlara düşmüş, ciddi ve sürdürülebilir yayın yapan dergilerin sayısı çift haneli rakamları hiç görememiştir. Üretimdeki bu kuraklık kendi tüketicisini de yaratamamış, üretilmiş çok az eser de hakkıyla okunup tartışılamamıştır. Fikrî anlamda yeterince beslenememiş genç nesiller orta yaşlara yaklaştıkça savrulup yitmiştir.
Muhasebe Yapamama
Bütün bu saydığımız problemlerin en önemli sebeplerinden biri yazımızın da konusunu teşkil eden muhasebe yapamama özrüdür. Geçtiğimiz kırk üç yıla rağmen 12 Eylül’ün ciddi ve etraflı bir muhasebesi yapılabilmiş değildir. Biz ne yaşadık, başımıza gelenlerin sebepleri nedir, bizim eksiklerimiz nelerdir, dış kaynaklı sebepler nelerdir, sonuçları ne olmuştur? Bu soruların cevapları dönemi bizzat yaşayanlar tarafından münferiden verilmeye çalışılsa da bölük pörçük bir vaziyette kalmış, derli toplu bir muhasebe gerçekleştirilememiştir. Bu muhasebe eksikliği akıllardaki soru işaretlerinin giderilmesini engellemiş, sonraki nesiller eksik ya da yanlış tespit ve değerlendirmeler içinde yuvarlanıp durmuştur. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki 12 Eylül tam manasıyla anlaşılamadan ne Türkiye’nin bugünkü durumu ne de Türk milliyetçiliği hareketinin durumu anlaşılabilir. Umarım bu muhasebe dönemi yaşayanların tamamı rahmete kavuşmadan hakkıyla yapılabilir ve bizler de 12 Eylül’ün yarattığı neticelerden bir an önce kurtuluruz. Bu kurtuluş her şeyden önce dört başı mamur bir muhasebe yapılmasına bağlıdır.
Böylece tarihimizdeki en önemli kırılmalardan biri olan 12 Eylül 1980’e az da olsa değinmiş olduk. Artık yavaş yavaş muhtelif konulardaki muhasebe denememize devam edelim.
Milliyetçiliğin Somutlaşması
Daha önce de belirttiğimiz gibi fikir sistemleri soyut davalardır. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği de fikir düzleminde soyuttur. Fakat fikir sistemlerinin iddia ve hedeflerini gerçekleştirebilmesi için somutlaşmaları gerekir. Bu somutlaşma hadisesi iki şekilde cereyan edebilir. Birincisi, uygulama planlarından oluşan bir program meydana getirerek. Bu program öncelikle fikir sisteminin temel gayesine ve iddialarına aykırılık teşkil etmemelidir. Aksi takdirde bu çelişki o fikir sistemini tutarsız hale getirecektir. Bu durum ise dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak anlamına gelir. Diğer yandan bu program maddi gerçeklikle uyumlu yani uygulanabilir olmalıdır. Bazı örneklerinde gördüğümüz gibi ütopik programlar bir süreliğine kitleyi heyecanlandırsa bile uzun vadede o fikir sisteminin ciddiyetini kaybetmesine sebep olacaktır. Son olarak, bu program kaynağı olan fikir sisteminin temel konusuna hizmet etmelidir. Yani sosyalist bir programın mutlaka işçi sınıfının çıkarlarına hizmet etmesi gerekir.
Türk milliyetçiliği sistemli bir fikir haline geldiği ilk anda ortaya bir program koymayı ihmal etmemiştir. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları kitabını nazari ve ameli yani teorik ve uygulamalı olarak ikiye ayırmıştır. Nazari yani teorik kısma ‘Türkçülüğün Mahiyeti’, ameli yani uygulamalı kısma ‘Türkçülüğün Programı’ adını vermiştir. Bu programda dilden musikiye, ahlaktan hukuka, dinden iktisada, siyasetten felsefeye kadar pek çok konuda uygulama planları ortaya koymuştur. Çünkü Gökalp fikirlerin ilgili toplumun hayatına doğrudan dokunan yanları olmadığı takdirde soyut düzlemde hiçbir işe yaramaz hale geleceğini gayet iyi bilmektedir. Sonraki yıllarda Türk milliyetçileri münferit konularda bir takım çözüm önerileri ortaya koymuşsa da derli toplu ikinci program tam kırk dört yıl sonra meydana gelebilmiştir. Bu program Türk milliyetçiliğinin siyaset sahnesine çıkmış olmasının bir gereği olarak ilk defa 1967 yılında Alparslan Türkeş imzasıyla ortaya konulmuş olan Dokuz Işık Doktrini’dir. Milli doktrin sıfatıyla ortaya çıkan bu eser üzerine yapılan katkılarla on yıl daha genişlemeye devam etmiş, 1977 yılında yapılan genişletilmiş baskıyla son halini almıştır. Kırk dört yıl arayla ortaya çıkan bu iki programın arasında ciddi benzerlikler vardır. Her şeyden önce Dokuz Işık dikkatli incelendiğinde bu eserin pek çok konuda Türkçülüğün Esasları’ndan ve daha geniş olarak Ziya Gökalp’in hayatı boyunca ortaya koyduğu fikirlerden çokça etkilendiği görülecektir. Bu bakımdan kendisinden önceki teklifleri temel alarak günün problemlerine çözüm üreten bir program meydana getirildiğini görüyoruz. Diğer yandan tıpkı Türkçülüğün Esasları’nda olduğu gibi Dokuz Işık’ta da ahlaktan siyasete, sosyal hayattan iktisadi meselelere, eğitimden tarıma, sosyal güvenlikten sanayileşmeye kadar pek çok alanda tespit ve teklifler yer almıştır. Bu konular milletimizin hayatını doğrudan ilgilendiren meselelerdir.
Bu iki esere de baktığımızda en başta programlarla ilgili söylediğimiz prensiplere uygun olduklarını görürüz. Her iki metin de Türk milliyetçiliğinin teorik çerçevesiyle bir çelişki arz etmemektedir. Hatta Dokuz Işık eserin başında yüzde yüz yerli ve yüzde yüz milli olduğunu iddia etmektedir. Türk milletinin kurtuluş reçetesini yine Türk milletinin tarihi tecrübesi, milli kültürü ve inanç sisteminden kaynaklanarak ortaya koyduğunu söylemektedir. İkinci olarak ortaya atılan teklifler dikkatli incelendiğinde ütopik bir durum arz etmediği görülür. Dönemin şartları dikkate alındığında iki eserin de uygulanabilir olduğunu söylemek mümkündür. Son olarak her iki esere de baktığımızda Türk milliyetçiliğinin temel konusu olan Türk milletine hizmet ettiğini görürüz.
Türkçülüğün Esasları’nda ortaya konulan program, akabinde ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti tarafından sınırlı ölçüde uygulanma imkânı bulabilmiştir. Dokuz Işık Doktrini ise Türk milliyetçilerinin siyasi iktidarı gerçekleşemediğinden uygulanma imkânı bulamamıştır. İçerisinden alınan bazı teklifler farklı siyasi partiler tarafından denenmişse de temel felsefesi anlaşılamadığı için başarılı olamamıştır.
Şimdi bütün bu değerlendirmeleri yaptıktan sonra görüyoruz ki Türk milliyetçiliği fikri başından beri Türk milletinin hayatına dokunan somut çözüm önerileri getirmekle kalmamış, bu çözümleri derli toplu programlar halinde ilan etmiştir. Zaten başka türlü olması beklenemezdi. Aksi takdirde milliyetçilik felsefi tartışmalardan öteye gidemeyen, maddi hayatta ve milletin zihninde karşılığı olmayan bir fikir halinde kalırdı.
Türk milliyetçiliğinin son derli toplu programını ilan etmesinin üzerinden tam kırk altı yıl geçmiştir. Şimdi sorulması gereken soru şudur: Geçtiğimiz kırk altı yıl içerisinde Türkiye’de ve dünyada hiçbir şey değişmemiş, dolayısıyla Türk milliyetçileri böyle bir program ihtiyacı hissetmemiş midir? Yani Dokuz Işık’ın ortaya koyduğu tespit ve teklifler aynen bugün de geçerli midir? Yoksa Türk milliyetçileri fikirlerinin somut hale gelmesinin ilk yolu olan bu yöntemden vaz mı geçmiştir? Ya da bir program meydana getirip milletin problemlerine somut çareler üretmenin yanlış olduğunu mu telakki etmeye başlamıştır? Yoksa Türk milletinin çözülmeyi bekleyen meselesi mi kalmamıştır? Bu sorulara acilen cevap verilmesi gerekmektedir. Muhasebesini yapmamız gereken meselelerden biri de budur.
Bir fikir sisteminin somutlaşmasının ikinci yolu ise o fikri dünya görüşü haline getirmiş olan insanın yetiştirilmesidir. Fikir sistemleri ihtiyaçları olan insan tipini yetiştirirler ve o insanın yaşantısında, tercihlerinde, mücadelesinde somutlaşırlar. Kişiler fikirlerin hem üreticisi hem taşıyıcısı hem de uygulayıcısı konumundadır. O kişiler aynı zamanda fikirlerini toplum nazarında temsil ederler. Bu yüzden ihtiyaç duyulan insanın yetiştirilmesi o fikir hareketi için olmazsa olmazdır. Çünkü fikrin muvaffakiyeti buna bağlıdır. İnsan sermayesi ne kadar nitelikli ve nicelik açısından da yeterli olursa o ölçüde başarı gelecektir. Bu da ancak pedagojik yöntemlerin esas alındığı sistematik bir eğitimle mümkün olabilir.
Türk milliyetçiliği hareketi ilk dönemlerinden itibaren usta-çırak ilişkisi yöntemiyle kendi insanını yetiştirmeye gayret etmiştir. 1960’lardan sonra eğitim faaliyetleri hızlanmış CKMP, KÜBİTEM, ÜKD gibi kurumlar kendi bünyelerinde eğitim faaliyetleri düzenlemeye başlamıştır. Diğer yandan usta-çırak metodu devam etmiş, 1970’lerin sonuna doğru kitleselleşmeyle beraber bu yöntem yetersiz kalmıştır. 1977 yılında otuz kişilik bir grup ‘Eğitimciler’ adıyla bir araya getirilmiş ve beş buçuk ay süren bir müfredat hazırlama, eğitim programlama çalışması yapılmıştır. Daha sonra bu Eğitimciler grubu bizzat sahaya inerek yurt çapında eğitim çalışmalarına girişmiş, çatışmalardan imkân bulabildikleri ölçüde eğitim faaliyeti yürütmüşlerdir. 1980 sonrasında münferit eğitim çalışmaları yapılmış ama hiçbir zaman sürdürülebilir bir program ortaya konulamamıştır. Geçtiğimiz kırk üç yıl boyunca eğitim işi büyük ölçüde bir rastgelelik haline bırakılmıştır. Türk milliyetçisi olmak ve ülkücülük yapmak isteyen gençler kendi haline terk edilmiştir. Sistemli bir eğitimden yoksun, ortak kaynaklardan beslenmeyen ve aralarındaki iletişim de zayıf olan bu gençler bugün bir fikir hareketinin mensubu olmaktan çok, fikir ve eylem düzleminde bir yığın görünümü arz etmektedir. Günümüzde de durum çok farklı değildir. Çeşitli kurumlarda birbirinden kopuk, pedagojik kurallardan mahrum, sistematik bir yapı arz etmeyen haftalık konferanslar halinde eğitim faaliyetleri yürütülmektedir. Birkaç istisna dışında maalesef durum budur.
Dünyanın en değerli ham maddesi insandır. İyi yetişmemiş, savunduğu fikri bütün parametreleriyle tanımayan, içinde yaşadığı toplumun tarihini, milli kültürünü, inanç sistemini yakından bilmeyen, kabiliyetlerine göre yönlendirilmemiş nesiller davalarına hizmet etmek noktasında başarısız olacaklardır. Bu durum her şeyden önce binlerce gencin bilmedikleri bir fikrin yükünü omuzlarında taşıması gibi bir durum yaratacaktır. Doğal olarak bu yükü taşıyamayacak olan binlerce genç yitip gidecektir. Bu durum aynı zamanda düşük temsil kabiliyetini beraberinde getirecektir. Bu da Türk milliyetçiliği ile Türk milletinin arasını açacak, uzun yıllardır görüldüğü gibi kapanmaz yaralara sebebiyet verecektir. Bu, Türk milliyetçiliği için kabul edilemez bir durumdur.
Bir fikir hareketinin eğitime verdiği kıymet savunduğu fikre verdiği kıymetle orantılıdır. Savunduğu fikre kıymet verenler, onun doğru öğretilmesi ve kendi insanını yetiştirmesi hususuna olağanüstü ihtimam gösterirler. Zira bir fikir sisteminin geleceği açısından bundan daha önemli bir husus yoktur. Eğitim ciddiye alınması gereken bir iştir. Ciddiye alınmadığı takdirde yoktur. Yarım yamalak düzenlenen konferans tipi faaliyetler haddizatında eğitim falan değildir. Eğitim doğru bir ortamda, doğru insanlarla, planlı, programlı bir biçimde ciddiye alınarak yapılırsa adı eğitim olur. Bugün dikiş nakış öğrenmenin bile bir müfredatı vardır. Bir öğretme biçimi vardır ve halk eğitim kurslarında uygulanmaktadır. Türk milliyetçiliğinin dikiş nakış konusu kadar kıymeti mi yoktur yoksa öğretimi yapılamayacak kadar ne idüğü belirsiz bir bilgi yığını mıdır? Bu soruların cevaplarını bir an önce vermemiz gerekmektedir. Zira iyi yetiştirilmemiş her nesil önce milliyetçiliğimiz sonra da milletimiz için bir kayıptır.
Türk Dünyası
Bilindiği gibi Türk milliyetçiliği millet mefhumunu siyasi sınırlar içine hapsetmez. Türk milliyetçiliğine göre hangi devletin vatandaşı olursa olsun, dünyanın neresinde Türkçe konuşan, Türk milli kültürünü haiz bir insan varsa o Türk’tür ve milliyetçiliğimizin muhatabıdır. Türk Dünyası kavramı burada gerçekliğini bulur ve patenti Türk milliyetçilerine ait bir kavramdır. Türk milliyetçiliği bir fikir olarak inşa edildiği ilk yıllardan itibaren Türk Dünyası’nın çeşitli bölgelerinde benimsenmiş bir düşüncedir. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın büyük kentlerinde bulunan Türk milliyetçileri ile Osmanlı toprakları dışında yaşayan Türk milliyetçileri daima irtibat halinde olmuş ve birbirlerinden müspet yönde etkilenmiştir. 20. yüzyılın başlarından itibaren bu irtibat iyice sıkılaşmıştır. Osmanlı dışında yaşayan Türkçüler İstanbul’da bulunan Türk Ocağı’nın faaliyetlerini ve Türk Yurdu dergisindeki tartışmaları takip ettiği gibi, Türk Ocağı çevresi de Gaspıralı’nın Tercüman’ını ve Türkistan’da filizlenen Ceditçilik akımını yakından takip etmiştir. Kırım, Kazan ve Azerbaycan’da yetişen Türkçüler İstanbul’a gelerek Osmanlı coğrafyasındaki Türkçüleri derinden etkilemiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki 20. yüzyılda yaşayan Türk milliyetçilerinin Türk Dünyası’yla fikir ve kültür bakımından irtibatı bugünkünden daha ileri durumdadır.
Turancılık ya da Türk Birliği ülküsü Türk milliyetçiliği fikrinin ayrılmaz bir parçasıdır ve onunla yaşıttır. Türkçülük ne zaman ortaya çıkmışsa Turancılık da o zaman var olmuştur. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları başta olmak üzere birçok şiir ve makalesinde bu fikri işlemiştir. Fikir sistemi açısından incelendiğinde ise Turancılık Türk milliyetçiliğinin olmazsa olmaz bir gereğidir. Dil, kültür ve tarih birlikteliğini haiz Türk topluluklarının bu birlikteliklerini kuvvetlendirmek ve eksik olan müştereklerini tamamlamak milliyetçiliğin temel görevleri arasındadır.
Bolşevik devrimi ve onun yarattığı kapalılık politikası neticesinde Türk Dünyası’nın en büyük parçasıyla Türkiye’de yaşayan Türkçülerin irtibatı kopmuş fakat Türk milliyetçileri imkânları elverdiği ölçüde gerek Sovyet coğrafyasında bulunan gerek Balkanlarda, İran’da ve Orta Doğu’da bulunan Türkler ile ilgilenmeye çalışmıştır. 1960’lı yıllardan sonra bu ilgi aynı zamanda propagandaya da dönüşmüş, yapılan yayınlarla birlikte Türk milletinin dikkati bu konuya çekilmeye çalışılmıştır. 1970’li yıllarda her sene anılan Esir Türkler Haftası’yla konu sürekli taze tutulmuştur. O yıllarda tek bağımsız Türk memleketi olan Türkiye’deki Türk milliyetçileri Türk Dünyası’nı hiç unutmamış ve kendi gündemlerinden düşürmemiştir.
1991 yılından itibaren hayaller gerçek olmuş, SSCB yıkılmış ve beş tane bağımsız Türk Cumhuriyeti kurulmuştur. Aynı yıllarda Yugoslavya parçalanmış ve Balkan Türklüğüyle irtibat kolaylaşmıştır. 20. yüzyılda milli mücadele zaferinden sonra Türk milliyetçilerini en çok heyecanlandıran olay bu olsa gerektir. Türk milliyetçileri bağımsızlığın ilk yıllarında bu konuda harekete geçmiş, özellikle Türk Dünyası meselesinin bir devlet politikası haline gelebilmesi için gayret sarf etmiştir. Fakat geçtiğimiz otuz bir yılın karnesine baktığımızda çok da iç açıcı bir tablo görünmemektedir. Acaba Türk milliyetçileri en büyük davalarından bir olan Türk Dünyası’nın birlik ve beraberliği hususunda üstlerine düşeni yapabilmiş ve bu konuda başarılı olabilmiş midir? Bütün bireysel ve kurumsal gayretlere rağmen buna evet demek mümkün görünmemektedir.
Her şeyden önce Türk milliyetçilerine düşen ilk görev; Türkiye’de birikmiş olan Türk milliyetçiliği fikir hafızasını ve tecrübesini o topraklara aktararak Türk Dünyası’nda ikinci bir cedit nesli meydana getirmekti. Bu milli fikir ve ideali o coğrafyalara taşımak gerekiyordu. 1991 yılından bu tarafa Türk Dünyası’ndan binlerce öğrenci Türkiye’ye gelmiştir. Onlar üzerinde böyle bir faaliyet hakkıyla yürütülebilmiş midir? Kazakistan ve Kırgızistan’da kurulan okullara Türkiye’den binlerce öğrenci gönderilmiştir. Aynı zamanda bu okullara Türk Dünyası’nın dört bir tarafından öğrenci gelmektedir. Onlar üzerinden bu misyon gerçekleştirilebilmiş midir? Merhum Turan Yazgan hocamızın gayretleriyle Türk Dünyası’nın çeşitli bölgelerine okullar açılmıştır. Bu okullar hakkıyla desteklenerek yaşatılması temin edilebilmiş midir? Türk milliyetçiliğini anlatan Türkiye’de yayımlanmış eserler ilgili yayınevleri tarafından tercüme edilerek Türk Dünyası ülkelerinde okutulması temin edilebilmiş midir? 1993 yılında Başbuğ Alparslan Türkeş tarafından başlatılan “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı” niçin devam ettirilememiştir? Türk Dünyası’nda bulunan Türk milliyetçisi ilim ve fikir adamlarının düşüncelerini ortaya koyabilecekleri ortak bir fikir platformu niçin inşa edilememiştir? Türk Dünyası’nda faaliyet gösteren bir medya ajansı niçin hâlâ yoktur? Balkanlardan Doğu Türkistan’a, Sibirya’dan Orta Doğu’ya bütün Türklerin iştirak ettikleri bir Türk Dünyası kurultayı niçin Türkiye’de yapılamamaktadır? Bu işler niçin Macaristan’a bırakılmıştır? Esir Türkler tabiri niçin milliyetçi çevrelerde kullanılmaz olmuştur? Beş tane Türk Devleti kurulunca bütün dünya Türklüğü esaretten mi kurtulmuştur? Esir Türklerin Türkiye’de bulunan uzantıları Türk milliyetçileri tarafından organize edilebilmiş midir? Bu uzantılar otuz parçaya bölünmüş vaziyette etkilerini kaybetmiş durumdadır. Türk milliyetçilerinin bu konuda bir çözüm teklifi var mıdır? Esir Türklerin seslerini dünyaya duyurabilmek adına sistemli ve planlı bir faaliyet niçin yürütülememektedir? Hepsinden daha önemlisi Türk milliyetçilerinin Türk Birliği davası hususunda stratejik bir planları var mıdır? Hülasa gerek bağımsız gerek esir Türk topluluklarının organize edilmesi, kültürel entegrasyonu, Türk milliyetçiliği ve Turancılık fikrinin yaygınlaştırılması, Türkiye’deki Türk Dünyası uzantılarının ortaklaştırılması hususlarında kendimizi etraflı bir muhasebeye çekmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Bütün bu durumlara rağmen başta merhum Turan Yazgan Hoca ve Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı olmak üzere pek çok Türk milliyetçisinin büyük fedakârlıklar yaptığını unutmamak gerekir. Bütün eksiklerimize rağmen Türk Dünyası’nda birlik ve beraberlik fikri gittikçe güç kazanmaktadır. Türk Dünyası fikri Türkiye Cumhuriyeti Devleti nezdinde bir devlet politikası haline gelmeye başlamış görünmektedir. Bunlar olumlu gelişmelerdir ve bir an önce Türk milliyetçileri bu süreçlere bütün kuvvetleriyle dahil olmalıdır.
Medya Fiyaskosu
Medya kavramını kitle iletişim araçlarının bütününe verilen isim olmak bakımından, eski yeni bütün dönemleri kastederek kullanıyorum. Fiyasko kelimesini ise Türk milliyetçilerinin hassaten son kırk yılını kastederek bilinçli kullanıyorum. Hakikaten Türk milliyetçiliği tarihinde medyayla ilişkimize bakıldığında son kırk yılımızda başarısız bir durum olduğu görülecektir. Peki neden böyle düşündüğümüze biraz yakından bakalım.
Öncelikle Türk milliyetçilerinin basın-yayın faaliyetleri üzerinden tarihine bir bakalım. İlk olarak açıktan Türkçülük propagandası yapamasa da ilk Turancı gazete olarak kabul edebileceğimiz Tercüman’a bakalım. İsmail Gaspıralı Bey tarafından 1883 tarihinde Kırım Bahçesaray’da haftalık olarak yayımlanmaya başlayan Tercüman gazetesi, 1918 yılına kadar 35 yıl yayın hayatını devam ettirmiştir. O dönemin şartları içerisinde Balkanlardan Doğu Türkistan’a, Kazan’dan Kahire’ye kadar ulaşan Tercüman gazetesinin bu başarısı Türk basın tarihinde eşi benzeri olmayan bir hadisedir. “Dilde, işte, fikirde birlik” sloganıyla çıkan bu gazete on altı bin tiraja kadar ulaşarak Türk Dünyası’nın tarihteki en etkili yayın organı olmayı başarmıştır. Aynı tarihlerde İstanbul’da yayımlanan bir gazeteye de örnek olarak bakalım. Türkçülük akımının basındaki ilk temsilcisi kabul edilen Ahmed Cevdet Oran tarafından 1894 yılında günlük olarak yayımlanmaya başlayan İkdam gazetesi, dönemin en önemli yayın organlarından biri olmuştur. Döneminde Türkçülük fikrinin en etkili savunucularından biri olan bu gazete kırk bin tiraja ulaşmıştır. Bu örneklerden anlıyoruz ki modern olarak ilk şekillenmeye başladığı yıllarda Türk milliyetçiliği fikriyatı çok güçlü basın organlarına sahip olmuş ve Türk milletine derdini anlatabilmiştir. Bunların yanı sıra yine Türkçülerin çıkardığı Türk Yurdu, Genç Kalemler, Küçük Mecmua gibi dergiler kendi dönemlerinde hem muhteva hem de yaygınlık açısından etkili dergilerdir. Cumhuriyetten sonraki döneme bakılacak olursa Türk milliyetçisi yayın hayatı dergiler etrafında devam etmiştir. Özellikle Atsız Bey’in çıkardığı Orhun ve Ötüken gibi dergiler kendi dönemlerine damgasını vurmuştur. Fakat 1923-1965 arasındaki dönem basın-yayın alanında çok etkili olunan bir dönem olmamıştır. Daha önce bahsettiğimiz gibi 1965-1980 arasında oldukça etkili olunan bir süreç yaşanmıştır. Özellikle Hergün gazetesi 1975-1980 arasında epeyce etkili bir yayın organı olmuştur.
1980’den bugüne, Türk milliyetçileri basın-yayın hayatında hiçbir zaman etkili bir noktaya gelememiştir. Siyasi kuvvetlerinin en güçlü olduğu zamanlarda bile bu kuvvete müsavi bir medya atağı gerçekleştirememiştir. Her zaman Türk milliyetçisi birkaç gazete olmuşsa da etkileri her zaman sınırlı kalmıştır. Özellikle 80’lerin sonunda başlayan özel televizyonculuk devrini Türk milliyetçilerinin bütünüyle kaçırdığını söylesek abartmış olmayız. Birkaç kanal denemesi olsa bile hiçbir zaman ana akım medyada bir yer edinmek söz konusu olmamıştır. Özellikle on yıldan bu tarafa etkisini gittikçe artıran dijital mecralarda ise güçlü bir milliyetçi ses hâlâ duyulabilmiş değildir. Yani medya performansımız tam manasıyla bir fiyaskodur. Gelin bir de bu durumun sonuçlarına bir göz atalım.
Günümüzde politik tercihleri bakımından sayıları milyonları bulan Türk milliyetçileri vardır. Yapılan kamuoyu araştırmalarında ise milliyetçilik gerek gençlik arasında gerekse orta yaş grubunda ezici bir çoğunluğa sahiptir. Bu şu demektir: Milliyetçiler hakkıyla bir yayın atağı yaptığı takdirde sadece politik mensupları onları taşıyabileceği gibi, bu yayınlar Türk milletinin geri kalanı tarafından da dikkatle takip edilecektir. Bu potansiyeli bir kenara koyalım ve bu mahrumiyetin sonuçlarına bir bakalım. Bir kere Türk milliyetçilerinin siyasi kuvveti ile medya kuvveti komik denecek kadar dengesizdir. Türkiye’de politik karşılığı yüzde biri bulmayan siyasi grupların ciddi anlamda takip edilen yayın organları vardır. Bu durum her şeyden önce milliyetçi bir kamuoyunun oluşturulamaması gibi bir sonuç meydana getirmektedir. Bu kamuoyu eksikliği milliyetçilerin ortak hareket etme kabiliyetini dumura uğratmıştır. Diğer yandan kendi medya mecraları olmadığı için milliyetçiler Türk milletini ilgilendiren konularda seslerini kendi kitlelerine doğru bir şekilde duyuramamaktadır. Yani aktüel meselelerde kendi kitlelerini besleyememektedirler. Kendi güvenilir kaynaklarından beslenemeyen kitle farklı görüşlere mensup medya mecralarından süreçleri takip etmektedir. Bu çürük beslenme neticesinde milliyetçi kamuoyu gayrimilli görüşlere sahip medya kanallarının oyuncağı haline gelmiş durumdadır. Bunun neticesinde siyasi ve fikri tercihlerde hiç olmadığı kadar büyük bir savrulma göze çarpmaktadır. Milliyetçiler tarihin hiçbir döneminde Türkiye’nin geleceği hakkında birbirinden bu kadar aykırı düşüncelere sahip olmamışlardır. Bunun temel sebebi Türk milliyetçilerine ait sağlam, özgür ve ehil bir medya yapılanmasının olmamasıdır. Diğer taraftan bu eksiklik beraberinde Türk milliyetçisi gazeteci, araştırmacı, yorumcu ve muhabir yetişmesini engellemektedir. Bunun etkileri ilerleyen dönemlerde daha çok hissedilecektir. Bu durum toplumun geleceğini belirleyen en önemli güç merkezlerinden biri olan basın-yayın sahasında büyük bir kadro krizi doğuracaktır. Unutulmamalıdır ki medya sahası tahmin edildiğinden çok daha politik ve ideolojik bir sahadır. Yarın öbür gün böyle bir medya atağı yapılacak olsa dahi bu yapılanmanın kadroları milliyetçilerden oluşturulamaz hale gelecektir. Bu kadar ideolojik ve politik bir sektörde başka ideolojik çevrelerden yapılacak insan ithalatı büyük fiyaskolara yol açacaktır. En önemlisi ise fikrî mücadele bir propaganda mücadelesidir. Sesimizi ne kadar az duyurursak Türk milletinin bir işine yarama ihtimalimizi o ölçüde azaltırız. Güçlü medya vasıtalarına sahip olmayan bir Türk milliyetçiliği milletin başına gelecek olan belaları da defetmekten uzak demektir. Bu milliyetçilik açısından kabul edilemez bir durumdur.
Olması gereken, gerek basın-yayın gerek görsel medya gerekse de dijital medya alanlarında çok güçlü, çeşitli ve sağlam bir medya yapılanmasıdır. Türk milletinin en büyük ihtiyaçlarından biri olan milli medyayı bir an önce inşa etmeliyiz. 1900’lerin başında uluslararası yayın yapan haftalık gazeteye sahip, kırk bin tirajla yayın yapan günlük gazetesi olan bir fikir hareketinin 120 yıl sonra merkez medyada bir tane bile televizyonu olmaması gerçekten büyük bir ayıptır. 200 yıla yaklaşan bir fikir tarihi olan Türk milliyetçiliğinin bırakın güçlü gazete ve televizyonlarının olmamasını Türk Dünyası çapında faaliyet gösteren bir haber ajansının olmaması utanç verici bir durumdur.
Unutulan Davalar
Türk milliyetçiliği hareketi tarihi boyunca gerek hedefleri bakımından gerekse de Türk milletinin ihtiyaçları bakımından ehemmiyetli gördüğü birçok meseleyi kendisine dava edinmiştir. Bu davalardan bazılarının halli mümkün olmuş, bazı hedeflere ulaşılmış fakat bazıları güncelliğini hâlâ korumaktadır. Fakat Türk milliyetçilerinin içine düşmüş olduğu hafıza kaybı bu konuda da kendisini göstermektedir. Halledilmemiş ve milletimizin hayatında yaralar açmaya devam eden birçok konu hala güncelliğini korurken Türk milliyetçileri bu konuları görmezden gelmektedir. Doğru düzgün tenkidi yapılarak milliyetçilerin gözünden düşürülmemiş veya vazgeçildiği ilan edilmemiş hedefler ise ulaşılmayı beklemektedir. Fakat maalesef Türk milliyetçileri bu konuları gündeminden düşürmüş gözüküyor. Bu davaların sayısı epeyce çoktur. Hepsine bu yazıda değinmek imkân dışıdır. Bu muhasebe vesilesiyle önemli gördüğüm birkaç tanesini takdirinize sunmak isterim.
Dil Davası
Şüphesiz, dil milleti millet yapan unsurların en başında gelenlerindendir. Dil müştereği bir toplumun millet haline gelmesinin ilk adımıdır. Ziya Gökalp Türk halkının millet kavramına olan bakışını anlatırken “Dili dilime, dini dinime olan bendendir” şeklinde bu durumu ifade etmiştir. Millet varlığının devamı bakımından da ortak dil meselesi en kritik konuların başında gelir. Bütün bu sebeplerden Türk milliyetçiliği fikri kendisini ilk ilan ettiği yıllardan itibaren dil meselesiyle yakından meşgul olmuştur. Aslında ilk Türkçülük faaliyetleri tarih ve dil sahasında yapılan çalışmalarla başlamıştır. İlk Türkçülerden olan Süleyman Paşa 1876 yılında İlm-i Sarf-ı Türkî adlı eserini yazmıştır ki bu eser ilk Türkçe dilbilgisi kitabıdır. Daha sonraki yıllarda Türkçüler dilde sadeleşme hareketini başlatmış, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin Genç Kalemler mecmuasında sadeleşmenin nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. 1930’lu yıllarda başlayan dilde tasfiyecilik hareketi, karşısında yine Türk milliyetçilerini bulmuş ve 30’larda başlayan mücadele 70’li yıllara kadar kesintisiz devam etmiştir. Türkçe’nin ehemmiyeti ve korunması hususunda başta merhum Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu ve Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun olmak üzere Türk milliyetçileri pek çok kitap ve makale kaleme almıştır.
Günümüzde Türkçe hiç olmadığı kadar zor zamanlardan geçmektedir. Her şeyden önce dilimiz yabancı dillerin tasallutu altında adeta inlemektedir. Çağımızın en büyük kitle iletişim vasıtası olan televizyonlardaki sunucular Türkçe hassasiyetini kaybetmiştir ve pek çok programcı da dilimizi katletmektedir. Orta üst ve üst gelir grubuna mensup insanlar tarafından ‘plaza dili’ adı altında ucube bir dil yaratılmaktadır. Milli eğitimdeki Türkçe eğitiminin yetersizliğiyle sosyal medyadaki dil sefaletinin birleşmesi neticesinde genç nesiller gittikçe Türkçeden uzaklaşmaktadır. Yabancı tabela rezaleti hiç olmadığı kadar artmış bulunmaktadır. Sadece Afrika’daki bazı sömürge ülkelerinde bir de ülkemizde görünen yabancı dilde eğitim rezaleti gittikçe yaygınlığını artırmaktadır. Yabancı dilde eğitim özel liselerden, sınavlarda en başarılı olan çocuklarımızın girdiği devlet liselerine kadar fiilen sıçramış durumdadır. Henüz ana diliyle düşünme kabiliyetini kazanamamış 4-5 yaşlarındaki çocuklarımızın beyinleri İngilizce eğitim veren anaokulu ve kreşler tarafından dumura uğratılmaktadır. Üstelik bu durum devlete bağlı anaokullarında bile aynı şekildedir. Bu dil sömürüsü neticelerini vermeye başlamış, en parlak çocuklarımız müthiş bir yabancı hayranlığının pençesine düşmüştür. Yüksek Öğretim Kurumu geçtiğimiz günlerde öğretim dili Türkçe olan lisansüstü programlarda İngilizce tez yazılabilmesine onay veren bir karar almış ancak bilinmeyen bir sebepten ötürü bu kararından kısa sürede vazgeçmiştir. Fakat bu kararın alınabilmesi bile yükseköğretimin kimlerin ellerinde olduğunu göstermektedir. Bu meselelerle ilgilenmesi için Atatürk tarafından kurulan Türk Dil Kurumu’nun hiçbir yaptırım yetkisi bulunmamaktadır. En vahimi ise devletimizin bu problemleri ortadan kaldıracak bir dil politikası olmadığı ayan beyan ortadadır.
İşte Türk milletinin başına gelmiş ve tahribatını hiç durmadan sürdüren bir bela. Türk milliyetçilerinin bu konudaki fikri nedir? Bu konudaki politikası nedir? Eylemleri nerededir? Bu meselelerin çözümüne ilişkin son yirmi yılda Türk milliyetçileri kaç sempozyum, kaç panel, kaç konferans, kaç eylem düzenlemiştir? Bu konudaki sıkıntıları ve çözüm önerilerini ihtiva eden kaç kitap yazılmıştır? YÖK bu rezil kararı aldığında bunu protesto eden tek bir Türk milliyetçisini YÖK binasının önünde gördük mü? Bırakın bunları yapmayı, kendisini Türk milliyetçisi olarak takdim eden kimselerin milliyetçiler tarafından tarihe gömülmüş tasfiyecilik davasının bugünkü şövalyeleri haline geldiğini ibretle izliyoruz.
Araştırmalar gösteriyor ki yabancı dilde eğitimin bir sonraki aşaması yabancı dilin bir iletişim dili haline gelmesidir. Bundan bir sonraki aşama ise milli dilin yerini tamamen yabancı dile terk etmesi demektir. Ey Türk milliyetçileri Türkçe giderse Türk milleti gider! Dilimiz adım adım tasfiye edilmek isteniyor görmüyor musunuz? Türkiye’de dil davası halledildi de haberimiz mi yok? Yoksa Türk milliyetçileri bu konuda yenilgiyi kabul mü ettiler? Bu sorulara acilen cevap verilmelidir.
Aydınlar Davası
Aydın; eğitimli, bilgili, fikirleriyle toplumu aydınlatan kimse demektir. Bu vasıflarından ötürü Türk düşünce hayatında aydın sınıfına pek çok anlam ve vazife yüklenmiştir. Türk milliyetçiliği hareketi de tabiatıyla bir aydın hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Fakat Türk milliyetçileri ilk yıllarından beri Türk aydınına hep eleştirel bir gözle bakmışlardır. Hiç şüphesiz bunun temelinde Türk milliyetçilerinin aydın kavramına yükledikleri anlam yatmaktadır. Türk milliyetçileri Türk milletinin kalkınma ve yükselme mücadelesinde Türk aydınının başat bir rolü olduğunu düşünmüştür. Bu rolü oynamadığı ve milli bir tavır sergilemediği takdirde de milletin çektiği sıkıntıların vebalini Türk aydınına yüklemiştir.
Türk milliyetçiliği literatüründe aydın eleştirisinin tarihi, Ziya Gökalp’in Halka Doğru makalesine kadar gider. Gökalp söz konusu makalede ‘güzideler’ dediği Türk aydınının kültürsüz olduğunu ifade etmiş, Türk aydınının önce milli kültürün membası olan Türk halkına gidip ondan kültür alması gerektiğini söylemiştir. Aynı zamanda aydınların da halka medeniyet götürmesi gerektiğini söyleyen Gökalp, milli aydınların ancak bu şekilde yetişebileceğini ortaya koymuştur. Gökalp’ten sonraki yıllarda milliyetçiler aydın eleştirilerini artırarak devam ettirmiştir. Mümtaz Turhan’dan Atsız’a, Dündar Taşer’den Erol Güngör’e kadar milliyetçi fikir insanlarının neredeyse tamamı Türkiye’deki aydın sınıfını eleştirmiş ve milli aydın yetiştirmenin önemini anlatmışlardır. Hatta Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu ve Prof. Dr. Orhan Türkdoğan bu konuda kitap bile yazmıştır.
Günümüze gelecek olursak son yirmi yıldır milliyetçi yayınlarda Türkiye’deki aydın meselesine dair bir gündeme rastlamıyoruz. Görülüyor ki bu mesele de milliyetçilerin gündeminden düşmüştür. Bize de o zaman şu soruları sorma hakkı doğmuştur. Milliyetçilerin gündeminde aydınlar davası olmadığına göre, Türk aydını halka doğru gitmeyi başarmış ve yeteri kadar millileşmiş midir? “Türkiye’de gayrimillî aydınlar olmakla beraber milli aydınların sayısı o kadar çok artmıştır ki bu dava bugün için hallolmuştur.” diyebilir miyiz? Ya da Türk milletinin kalkınması ve yükselmesinde zannettiğimiz gibi aydınların rolünün önemli olmadığı mı keşfedilmiştir? Eğer bu sorulara evet cevabı verilemiyorsa milliyetçilerin bu davaya olan duyarsızlığı neyle açıklanabilir?
Diğer taraftan Türk milliyetçiliği hareketinin bir aydın hareketi olduğunu söylemiştik. Günümüzde de milliyetçi çevrelerde yetişmiş pek çok aydın vardır. Muhasebenin altına sığınarak biraz daha hadsizlik edelim ve milliyetçi aydınlarımıza bir göz atalım. Geçmişteki milliyetçi entelijansiyaya baktığımızda karşımıza Mümtaz Turhan gibi, Erol Güngör gibi, İbrahim Kafesoğlu gibi, Mehmet Eröz gibi, Osman Turan gibi alanında Türkiye’nin en iyi ilim adamları olmuş pek çok örnek gözümüze çarpmaktadır. Günümüzde alanının en iyilerinden biri haline gelmiş kaç milliyetçi ilim insanı vardır? Geçmişteki milliyetçi aydınlarımıza baktığımızda birçoğunun oldukça üretken olduklarını görüyoruz. Sadece merhum Erol Güngör 45 yıllık kısacık ömrüne 12 eser, 6 tercüme, yüzlerce yazı ve makale sığdırmıştır. Türk Ocakları’mızın eski genel başkanlarından Prof. Dr. Osman Turan 64 yıllık ömründe 21 tane eser vermiştir. Bugünün milliyetçi aydını üretkenlik açısından ne durumdadır? Geçmişteki milliyetçi ilim insanlarının kendi alanlarının da dışına çıkabildiklerini, milletimizi ilgilendiren muhtelif konularda yazıp konuştuklarını görüyoruz. Bugünün milliyetçi aydını ekseriyetle kendi alanının dışında bir şey üretmekten niçin mahrumdur? Özellikle 1965-1980 arasındaki milliyetçi entelijansiya o günün imkanlarına rağmen oldukça aktif bir iletişim halindedir. Birlikte hareket edebilmektedir. Bugünün milliyetçi aydınları niçin yalnızdır? Milliyetçi camia içerisinde organizasyon kabiliyeti en düşük olan kesim neden milliyetçi akademisyenlerdir? Niçin milliyetçi akademisyenlerimizin gündeminde milletimizin ıstırapları değil de rektörlük, dekanlık tartışmaları vardır? Merhum Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları kitabının ilk bölümünde ilk Türkçülerden bahsederken Ahmed Vefik Paşa’yı ele alır. Onu anlatırken sadece ilmi yönünü ele almakla yetinmez yaşam tarzından ve yaşantısındaki millilikten dem vurur. Acaba biz bugün milliyetçi aydınlarımızın yaşamlarındaki milliliği tartışmaya kalksak kaçı bundan memnun olacaktır? Son olarak bizim, Türk milliyetçiliği tarihinde akademik kariyer yapmamış sivil aydınlarımız vardır. Bugün baktığımızda ise milliyetçi akademisyenlerle milliyetçi aydınlar dediğimizde neredeyse birebir aynı gruptan bahsetmiş oluyoruz. Türk milliyetçileri niçin sivil aydın yetiştirememektedir? Bugünün Dündar Taşer’leri Galip Erdem’leri Necdet Sevinç’leri nerededir? Aydınlarımız beni bağışlasınlar ama geçmişte Türk milliyetçilerinin Türk aydınına yükledikleri anlam ve beklentileri bugünün üstelik Türk milliyetçisi olan aydınına yüklersek hiç de iç açıcı bir tablo görünmemektedir.
Aydın bilen, gören, fark eden, uyaran, gerekirse önden yürüyen insandır. Olumsuzluklarla ilgili sızlanma hakkı olmayan tek bir grup varsa o da aydınlardır. Nasıl ki Türk milliyetçiliği hareketini aydınlar başlatmıştır. Hareketimizin bugünkü ve yarınki vaziyetinin baş sorumlusu da Türk milliyetçisi aydınlardır. Milliyetçi aydınlarımız konfor alanlarını terk edip dava adamlığına soyunmadan kurtuluşumuz yoktur.
Milli Kültür Davası
Ziya Gökalp’ten Mümtaz Turhan’a, Alparslan Türkeş’ten Erol Güngör’e, Nevzat Kösoğlu’ndan İskender Öksüz’e kadar kimi okursanız okuyun Türk milliyetçiliği davası bir milli kültür davasıdır! Türk milliyetçisi literatürü baştan aşağı bir taramaya tabi tutsak en fazla hangi konuda kitap yazılmış diye baksak kültür kavramı karşımıza çıkar. En fazla hangi kelime kullanılmış diye baksak şüphesiz karşımıza yine kültür kelimesi çıkar. Bu gayet tabii bir durumdur. Türk milliyetçiliği fikri millet kavramının temeline milli kültür olgusunu oturtmuş, milleti millet yapan temel kavramın kültür olduğunu söylemiştir. Hatta bazı milliyetçi aydınlar milli kültür kavramını vatan, bayrak, devlet gibi mukaddes kabul edilen mefhumların da üzerine çıkarmış, “Vatan elden gitse yeniden kurtarılır, bayrak gökten inse yeniden dalgalandırılır, devlet yıkılsa yenisi kurulur ama milli kültür yitirilirse Türklük gider ki artık ne vatanın ne bayrağın ne de devletin bir anlamı kalmaz.” demişlerdir. Bu mesele Türk milliyetçileri açısından bu kadar kritik görülmüştür. Türk milliyetçileri kültür konusunda muhafazakâr bir tutum sergilemiş, fakat kültür değişmeleri kavramını inkâr etmedikleri gibi kültür konusunda gelişmeci bir tutum ortaya koymuşlardır. Fakat milliyetçiler için her şeyden önce milli kültür açığa çıkarılmalı ve yaşanan bir şey haline getirilmelidir. Milli kültür bir milletin şahsiyetidir. Şahsiyetini kaybeden bir millet varlığını da yitirir. Bütün bunlardan ötürü Türk milliyetçileri milli kültür meselesini dava edinmişler, ona sahip çıkmışlar ve ihyası noktasında kafa yormuşlardır.
Türk milli kültürü dünyanın en eski kültürlerinden bir tanesidir. Türklerin coğrafya olarak dünyanın en fazla yayılmış milleti olduğunu da düşünürsek, Türk milli kültürünün en zengin kültürlerden bir tanesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Son iki yüz yıldan beri kaybetmenin getirdiği psikolojik travmalar neticesinde, milletimize yazılan yanlış kurtuluş reçeteleri sebebiyle Türk kültürü olabildiğince aşındırılmış vaziyettedir. İletişim imkanlarının arttığı son yirmi yıl içerisinde, bu konudaki politikasızlığında getirdiği etkiyle birlikte Türk milli kültürü üzerinde büyük tahribat oluşmuştur. Din konusundaki muhafazakârlığıyla ortaya çıkan siyasi ümmetçi çevreler iktidar oldukları yıllarda bile milli kültür hususunda hiç muhafazakâr davranmamıştır. Türk milliyetçilerinin dava edindikleri kültür hamlesi bir yana dursun, var olan kültürel değerlerimizi bile koruyamamaktan muzdarip durumdayız.
Peki kültürel tahribatın çılgınca hız aldığı son yirmi yılda Türk milliyetçileri bu konuda ne yapmıştır. Mesela şöyle bir araştırma yapsak: Son beş yıl içerisinde adında kültür olan kurumlarımız da dahil olmak üzere bütün milliyetçi kurum ve kuruluşların düzenledikleri ilmi, fikri ya da sosyal bütün faaliyetleri ele alsak kaç tanesinde milli kültürün muhtevasıyla ya da kavram olarak bizzat kendisiyle ilgili çalışma yapılmıştır? Milli kültür davasını konu edinen kaç kitap yazılmıştır? Kaç dergimiz bu davayı dosya konusu yapmıştır? Hepimiz biliyoruz ki böyle bir araştırmanın neticesi gözlerimizi dolduracak kadar acı olacaktır. Türk milli kültürünün bize en çok ihtiyacı olduğu zamanda biz neredeyiz? Milli kültür acaba milliyetçilerin hayatında dahi kendine yer bulabilmekte midir? Yoksa biz bu davadan vaz mı geçtik? Şayet milli kültür davasından vazgeçmiş isek neyin davasını güdeceğiz? Neyin milliyetçiliğini yapacağız? Milli kültür davasını içinden çıkarırsak milliyetçilikten geriye ne kalır? Milli kültür meselesini gündemimizden çıkarmışsak Türk’ün etinin, kemiğinin, kaşının, gözünün milliyetçiliğini mi yapacağız?
Biz Türk’ü tanımlarken taşıdığı değerlerle, tarihi misyonuyla, felsefesiyle, dünya görüşüyle tanımlıyoruz. Bütün bunları taşıyan olgu Türk milli kültürüdür. Onu korumak ve geliştirmek, kendisinden başlayarak onu yaşamak ve yaşatmak her Türk milliyetçisinin ilk görevidir. Milli kültür gerek kavram olarak gerekse de muhtevası ve somut unsurlarıyla milliyetçilerin gündemine geri dönmezse, ortada dolaşan etiketin adı milliyetçi olsa bile kendisi milliyetçilik olmayacaktır ve milletin hiçbir işine de yaramayacaktır.
Bütün bu eleştirilerden değerli büyüğümüz Şerafettin Yılmaz Bey tarafından yönetilen Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nı hariç tuttuğumu belirtmek isterim. Yayımladığı eserler ve yaptıkları çalışmalarla Türk milli kültürüne yaptıkları hizmetler benim naçizane takdirlerimin üzerindedir.
Milli Devlet Davası
Uzun zamandır Türk milliyetçilerinin gündeminden düşmüş davalardan bir tanesi de milli devlet davasıdır. Türk milliyetçiliği tarihinde müstesna bir yeri olan ve Ülkücü Hareket’i başlatmış olan Başbuğ Alparslan Türkeş tarafından içi doldurulmuş olan bu kavram, siyaset bilimi literatüründeki ‘ulus devlet’ kavramıyla karıştırılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş esasları bakımından millet olgusuna dayanarak kurulmuştur ve kategorik olarak milli devlettir. Alparslan Türkeş Dokuz Işık isimli eserinde milli devlet inşası sürecinin tamamlanamadığını, bunun olabilmesi için Türkiye’de siyasetin, sosyal politikaların ve ekonominin millileşmesi gerektiğini vurgulamıştır. Türkiye’de bu kurumların milli olmadığını ortaya koymuştur ve Türk milliyetçilerine milli devleti tesis etmeyi bir hedef olarak göstermiştir. Bu hedef Türk milliyetçileri tarafından benimsenmiş ve uzun bir dönem çokça vurgulanan bir dava haline gelmiştir.
Fakat uzun bir zamandan bu yana bu kavramın Türk milliyetçilerinin gündemindeki yerini ve önemini kaybettiğini gözlemliyoruz. Hatta günümüzde milliyetçi çevrelerde bu kavramı kullandığımızda ulus devlet olma esasının anlaşıldığını müşahede ediyoruz. Hayretler içinde, yaşı altmıştan küçük olan Türk milliyetçilerinin büyük çoğunluğu tarafından milli devlet kavramının bir dava ve hedef olarak bilinmediğini görüyoruz. Dolayısıyla da şu sorular aklımızı kurcalıyor. Eğer milli devlet ideali ortadan kalkmışsa Türk milliyetçilerinin Türkiye tasavvurunun içinde ne vardır? Yoksa Türkiye’de siyasi, ekonomik ve sosyal yapı çoktan millileşmiştir de bizim mi haberimiz yoktur? Milli devlet ülküsü içinden çıkarıldığında ‘Milliyetçi Türkiye’den ne kastedilmektedir? Ya da Türk milliyetçilerinin Milliyetçi Türkiye gibi bir ideali mi kalmamıştır? Bu sorular bir an önce cevaplanmayı beklemektedir.
Unutulan ve gündemimizden düşmüş olan davalarımız maalesef bu kadar değildir. Fakat daha fazla uzatmamak adına bu dört davamızı gündeme getirmeyi gerekli buldum. Şimdi de biraz günümüze dair meselelerimizi değerlendirmeye başlayalım.
Günümüze Dair Bazı Meseleler
Muhasebemizin sonuna doğru yaklaşırken günümüze dair bazı meseleleri de ele almakta fayda var. Şüphesiz girilmesi gereken birçok konu ele alınması gereken çok fazla problemlerimiz var. Biz bu yazıda bunların hepsini ele alamayacağız. Belli bir uzunluğun ötesine geçmemek adına bunlardan bazılarını yazımızın dışında bırakacağız. Ele alacağımız konular ise birbirinden büyük ölçüde bağımsız konulardır. Bu konular milliyetçi çevrelerde gördüğümüz bazı problemler ve birtakım eksikliklerimizdir. Tamiri mümkün ve düzeltildiğinde milletimiz ve milliyetçiliğimiz adına olumlu gelişmelere sebebiyet vereceğini düşündüğümüz meselelerdir.
Organizasyon Problemi
Türk milliyetçiliğinin safahatına bakarken teşkilatlı olmanın faydalarından bahsetmiş ve milliyetçiliğimizin tarihinde de bunun örneklerini görmüştük. Bu başlıkta bahsedeceğimiz mesele teşkilatlanmayla ilgili değildir. Buradaki mesele farklı kurumlar halinde teşkilatlanmış olan milliyetçi yapıların aralarındaki organizasyon problemidir. Bu problem yapılabilecek birçok faydalı faaliyete engel teşkil ettiği gibi müthiş bir enerjinin de heba olmasına sebep olmaktadır.
Bugün Türkiye’de siyasetten kültür-sanata, akademik kurumlardan yayın kuruluşlarına kadar pek çok milliyetçi kurum ve topluluk bulunmaktadır. Bunların hepsi de ellerinden geldiğince gördükleri eksiklikleri kapatmaya çalışmakta ve kendi alanlarında milletimize hizmet etme gayretini sürdürmektedir. Fakat üzülerek görüyoruz ki bu kurum ve toplulukların aralarındaki iletişim oldukça zayıftır. Aynı şehirde faaliyet gösteren pek çok kurum kuruluş bile doğru bir iletişim kuramamakta, birbirleriyle istişare etmekten yoksun kalmaktadırlar. Hatta istişare etmek şöyle dursun birçoğu birbirlerinin faaliyetlerinden dahi habersizdir. Bu kopukluk birtakım problemlere sebebiyet vermektedir. Organize olamamak yüzünden her kurum sadece kendi gündemine göre hareket etmekte ve meseleleri sadece kendi zaviyesinden değerlendirmektedir. Bu durum en başta yapılan faaliyetlerden yeteri kadar verim alınamaması sonucunu doğurmaktadır. Diğer yandan yapılan faaliyetler birbirinin üstüne binmekte, benzer konular etrafında dönmekte ve bu durum milliyetçi kurumları takip eden insanlarda bir bıkkınlık yaratmaktadır. Aynı işleri yapan kurumların faaliyetleri bir tür enflasyon yaratmakta, dolayısıyla da yapılan faaliyetleri değersizleştirmektedir. İletişimsizlik yüzünden ihtiyaçlar doğru tespit edilememekte ve yapılan bazı işler hastanesi olmayan şehre tiyatro yapmak kabilinden bir durum yaratmaktadır. Kopukluk milliyetçi bir efkar-ı umumiyenin ortaya çıkmasına engel olmakta ve milliyetçi kitlelerde bir beslenme bozukluğuna yol açmaktadır. İnsanlar nerede neyi öğreneceğini, neyi takip edeceğini şaşırmış bir haldedirler ve bu bir yorgunluk hissi doğurmaktadır. Faaliyetlerin kopukluğu aynı zamanda gerekli etkiyi yaratmasına da engel teşkil etmekte, siyasi etkinlikler dışındaki faaliyetler kamuoyunda neredeyse hiç duyulmamaktadır. Halbuki Türk milliyetçileri yaptıkları işlerin içine milleti dahil edebildikleri ölçüde başarılı olacaklardır.
Aynı fikri müdafaa eden insanların birbirleriyle iletişim kurmaları kadar olağan bir şey yoktur. Her şeyden önce milliyetçi kurum ve topluluklar birbirlerini tanımalıdırlar. Tanımak derken basit bir şekilde ‘bilmekten’ bahsetmiyorum. Birbirlerinin ne yaptığını, niçin yaptığını, nasıl bir mantıkla hareket ettiğini ciddi manada anlamayı kastediyorum. Milliyetçi kurum ve topluluklar arasında doğru iletişim kanalları inşa edilmeli, düzenli aralıklarla bu kurum ve topluluklar istişarelerde bulunmalıdır. İhtiyaçların tespitinde ve imkanların genişletilmesinde bu istişarelerin çok önemli rolü olacaktır. Unutmayalım ki istişare etmek kendi faaliyetlerinin propagandasını yapmak değildir. İstişare öncelikle muhataplarını iyice tanımak ve anlamaya çalışmakla başlamalıdır. Her kurum ve topluluk belli imkanlara ve belli ölçüde tesir sahasına sahiptir. Bu imkanlar birbirinin yararına açıldığında ve ortak faaliyetler gerçekleşebildiğinde tesir sahası çok daha genişleyecek, belki de olması gerektiği gibi bir milliyetçi efkar-ı umumiyenin doğmasına yol açacaktır. Bu istişareler neticesinde her kurum ve topluluğun bakış açısı genişleyecek ve ortaya çıkan bereket faaliyetlere yansıyacaktır. Bu şekilde yapılan çalışmalar birbiri üstüne binmeyecek, milliyetçi kitle doğru beslenebilecektir. Kurum ve topluluklar aynı işleri yapmaktan vazgeçecek faaliyetlerimiz daha da çeşitlenecektir.
Organize olamamanın bedelini yeterince ödedik. Unutmayalım ki kurumlar ülküler için birer vasıtadan ibarettir. Ne şahıslarımız ne de kurumlarımız Türk milletinden daha kıymetli değildir.
İtidal ve Fikir Namusu
Türk fikir ve düşünce tarihinde tartışmalı pek çok meseleyle karşılaşırız. Bu meselelerden bazıları fikir çevrelerini çatışmaya kadar götürmüştür. Bu çatışmaların neticesinde, çatışarak bedeli ödenen fikirlere daha fazla sarılınır, başlangıçta detay teşkil eden meseleler zaman içerisinde amentüler haline gelir. Bu durum siyasi ve fikri çevrelerde bir kutuplaşma yaratır ve artık meseleler mecrasından çıkarak konuşulamaz hale gelir. Vaziyet zamanla öyle bir hal alır ki, mensubu bulunulan fikrî ya da siyasî kamplara olan aidiyet yüzünden aslında öyle olmadığı bilinen konularda bile belli savunular yapılır. İşte bu durum fikir namusunu kaybetmek anlamına gelir. Özellikle kutsiyet atfedilen konularda bur durum sıkça görülür.
Türk milliyetçiliği fikri de birçok meselede görüşlerini vaaz etmiş fakat çatışmalı konularda daima itidalli olmasını bilmiştir. Milliyetçi fikir adamları da fikir namusunu hiçbir zaman elden bırakmamış, inanmadıklarını söylememek konusunda iyi bir karne ortaya koymuştur. Esasında fikir namusunu koruyan şey düşüncede itidaldir. Mesela din konusunu ele alalım. Türkiye’de sol-Kemalist çevrelerle siyasi ümmetçi çevreler arasında bu bir çatışma konusudur. Bir taraf için anladıkları kadarıyla din mukaddesken diğer taraf için yine anladığı kadarıyla laiklik mukaddes bir kavramdır. Yapılan kamuoyu araştırmalarında Türkiye’deki kutuplaşma endekslerinin verilerine baktığımızda hâlâ laik-dindar çatışması birinci sırayı almaktadır. Halbuki bu konuda en itidalli ve namuslu fikirleri Türk milliyetçileri söylemiştir. İki tarafı da belli ölçüde tenkit eden Türk milliyetçileri fikir namusunu elden bırakmadan, kimseyi de kırıp dökmeden olması gerekeni ortaya koymuştur. Bir başka örnek Atatürk üzerinden verilebilir. Aynı çevrelerin Atatürk’e bakışları iki taraf için de sorunludur. Bir taraf Atatürk’ün hakkını teslim edemez hatta ona hakaret eder durumdayken, diğer taraf onu yüceltme kaygısıyla olduğundan çok farklı bir Atatürk anlatısına kapılmıştır. Nasıl ki önceki tartışmada din bu durumdan zarar görmüşse bu tartışmada da iki taraf Atatürk’e zarar vermektedir. Çok eskiden bu yana Gazi’nin hakkını verebilenler ve onu tarihteki hak ettiği yere oturtanlar Türk milliyetçileri olmuştur.
Türk milliyetçilerine bu isabet şansını veren her şeyden önce tahkir etmeden tenkit edebilme kabiliyetidir. Türk milliyetçileri tenkit etmenin ne demek olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini ilk dönemlerden itibaren gösterebilmiştir. Erol Güngör’ün Ziya Gökalp’e olan tenkitlerini ele alalım. Merhum Güngör Türkçülüğün Babası’nın fikirlerini adeta masaya yatırıp ameliyat etmiştir. Fakat tenkitlerinde en ufak bir hakaret yoktur. Tenkidin nasıl yapılacağının en güzel örneğini bize bırakarak gitmiştir. Bize bu kabiliyeti kazandıran ise düşüncede itidal ve fikir namusudur. Radikal düşünceler kişiyi itidalden kopararak kamplardan birine savurur ve kutuplaşmalara taraf haline getirir. Fikir namusu olmadığında kişiler tenkit etmeleri gereken yerde susarlar, hiç alakasız konularda ise tenkite hatta tahkire başlarlar. Fikir namusuna sahip insan tenkit edeceği yerde susmaz, takdir ederken de kimseden icazet almaz. Türk milliyetçileri tarihleri boyunca bu konularda iyi bir karne ortaya koymuşlardır. Bizden başka da bu konuda karnesi düzgün fikrî, siyasî çevre maalesef yoktur. Lütfen bu üstünlüğümüzü kaybetmeyelim. Düşüncede itidalli olmayı ve fikir namusunu elden bırakmayalım.
Refleksif Düşünme ve Fikrî Savrulma
Türk milleti uzunca bir süredir tutarsız, dini değerler başta olmak üzere her türlü değerin istismar edildiği, kutuplaşmaların yoğun bir şekilde yaşandığı siyasi bir dönemden geçiyor. Bu dönem milletimizi epeyce yormuş ve adeta sinirlerini altüst etmiş görünüyor. Böyle zamanlarda duygusal tepkilerin arttığına, kutuplaşmanın getirdiği savrulmaların çoğaldığına şahit oluyoruz. Böyle dönemler kişilerde siyasi ve ideolojik körlükler yaratır. Bir tarafa duyulan nefret diğer tarafın olumsuz yanlarını görmezden gelmeye sebep olur. Ya da bir tarafa duyulan aşırı bağlılık diğer tarafın yaptığı her işe ve her söyleme karşı çıkma durumu yaratır. Daha da kötüsü böyle çalkantılı dönemler kişilerin zihinleri üzerinde kalıcı tahribatlar meydana getirir ve o dönem sona erse bile dönemin yarattığı zihni tahribat devam eder.
Türk milliyetçileri böyle bir dönemde kendilerini siyaseten oldukça sıkışmış hissediyor. Her seçim dönemi geldiğinde milliyetçilerin üzerine yoğun bir karamsarlık ve mutsuzluk çöktüğüne şahit oluyoruz. Türk siyasetinin itildiği iki kutuplu yapı, varlıklarını hep üçüncü yola adamış milliyetçileri oldukça yıpratıyor. Böyle zamanlarda sinirler geriliyor, itidal kayboluyor ve zararlı olduğu düşünülen durumlara gösterilen refleksler siyasi çerçevenin dışına çıkıp fikrî dünyamızı da tahrip etmeye başlıyor. Öyle zamanlar oluyor ki hayatımız boyunca savunduğumuz fikirlerin tam tersi istikamette görüşler beyan etmeye, tenkit ettiğimiz insanlara benzemeye başlıyoruz. Refleksif düşünme, algılarımızı kör ediyor, bizi fikrî bir savrulmanın içine itiyor.
Son zamanlarda Türk milliyetçileri arasında sıkça görmeye başladığımız bu durum Türk milliyetçiliğine çok fazla zarar veriyor. Yirmi yılın getirdiği tahribatla birlikte Türk milliyetçilerinin sırf zararlı gördüğü siyasi kutup tarafından savunuluyor, istismar ediliyor diye sahip oldukları değerlerden uzaklaştığına şahit oluyoruz. Sırf zararlı gördüğü kutup karşı çıkıyor, örseliyor, saldırıyor diye milliyetçileri en uzak oldukları konuları müdafaa ederken görüyoruz. Bu oldukça sağlıksız durum artık tahammül edilemeyecek derecede kalıcı etkiler yaratmaya başlamıştır. Bu kadar istismar ve travmatik olay neticesinde bu savrulma sıradan vatandaşlar için kabul edilebilir bir durumdur. Fakat anlı şanlı milliyetçi fikir ve ilim adamları için anlaşılır gibi değildir. Siyaseten her ne olursa olsun, kim nereyi istismar ederse etsin, görüşlerine kıymet verilen, milliyetçi kitlelerin kanaatlerinden etkilendiği insanların refleksif düşünmeye ve fikren savrulmaya hakları yoktur. Milliyetçi entelijansiya görüş beyan ederken kılı kırk yarmak zorundadır. Çünkü görüşleri sadece kendilerini bağlamamaktadır. Bu ayakları yere basmayan durum milliyetçi gençlik açısından çok umut kırıcı bir durumdur ve buna derhal son verilmelidir. Hele ki yazdıkları ve yaptıklarıyla Türk milliyetçiliğine mâl olmuş isimlerin politik görüş beyan etmekten şiddetle kaçınmaları gerekmektedir.
Siyaset Merkezlilik
Türk milliyetçiliği hareketinin duçar olduğu hastalıklardan bir tanesi de maalesef siyaset merkezliliktir. Bu durumun hareketimize ve fikrimize sayılamayacak kadar zararları vardır. Öncelikle siyaset bir toplumun geleceğini tayin eden güç merkezlerinin başında gelir ve belirleyicidir. Özellikle Türk tarihine baktığımızda temel belirleyici faktörün siyasi kuvvet olduğunu görürüz. Bütün bunları kabul ediyor ve siyasetin önemini biliyoruz. Hatta bağımsız, orijinal karakteriyle ortaya konmuş, milli ve milliyetçi bir siyasetin gerekliliğine bütün kalbimizle inanıyoruz. Fakat siyaset merkezli olmak bu değildir.
Her şeyden önce siyaset merkezli düşünmek bütün meseleleri siyaset üzerinden okumayı beraberinde getirir. Halbuki Türk milliyetçiliği siyasi sınırların içine hapsedilemeyecek kadar fazla meseleyle ilgilenmek zorundadır. İşte siyaset merkezli düşünme bu diğer meselelerle ilgili ciddi bir körlük yaratır. Bu körlük yüzünden milletimizin ihtiyaçları doğru tespit edilemez ve bunun sonucunda gereken mücadele ortaya konulamaz. Siyaset geçici, fikirler ise büyük ölçüde kalıcıdır. Kalıcı olan geçici olana kurban edilmemelidir. Günümüzde milliyetçi parti enflasyonu yaşanmaktadır. Bu durum Türk milliyetçilerinin dikkatini gereğinden fazla günlük politik tartışmalara çekmektedir. Unutulmamalıdır ki Türk milletinin problemleri kimin il başkanı ya da MYK üyesi olduğundan daha önemlidir. Görülüyor ki günlük politika dipsiz bir kuyu gibi milliyetçilerin enerjisini heba etmektedir. Ayrıca siyaset merkezli düşünmek bütün problemlerin çözümünü de siyasetten beklemek gibi bir durum yaratıyor. Bu durum beraberinde umutsuzluğu ve “Ben ne yapabilirim ki?” anlayışını doğuruyor. Milliyetçileri atalete sevk ediyor. Hayır efendim, Türk milletine hizmet etmenin tek yolu siyaset yapmak değildir. Hatta bazı hizmetleri yapabilmek için siyaseten yıpranmamış olmak gerekir.
Tekrar edelim bu sözlerimizden siyasetin etkisizliği ve gereksizliği anlaşılmamalıdır. Siyaset elbette gereklidir ve çok etkilidir. Fakat milliyetçi mücadele politik mücadeleden ibaret değildir. Milleti ilgilendiren politika dışındaki alanlar görmezden gelinmemelidir. Türk milliyetçileri politik mücadeleyi fikrî mücadelenin emrine vermek zorundadır. Aksi takdirde fikir siyasetin gitgelleri içinde savrulur, değerini ve tesirini kaybeder. Buna izin verilmemelidir.
Tehdit Algılaması Problemi
Daha önce de söylediğimiz gibi Türk milliyetçiliği Türk milletine karşı yönelen tehditler karşısında tabiatıyla hassastır ve böyle bir durum karşısında derhal harekete geçmesi beklenir. Türk milliyetçiliği tarihine baktığımızda da bunun böyle olduğunu görürüz. Osmanlı’nın son dönemlerinde Türk milliyetçileri Türk milleti için tehdit olarak gördüğü fikirlere karşı hemen mücadeleye girişmiş, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasındaki mücadeleden Türkçülük galip çıkmıştır. Cumhuriyetten sonraki yıllarda da bu durumun değişmediğini görüyoruz. 1940’lardan itibaren Türkiye’de bir tehdit olarak ortaya çıkmaya başlayan komünizm karşısında milliyetçiler hiç beklemeden harekete geçmiş, bu mücadele SSCB’nin yıkıldığı tarihe kadar kesintisiz bir şekilde devam etmiştir. Öyle ki komünizm karşısında yazılan kitapların, makalelerin, yazıların ve propaganda broşürlerinin haddi hesabı yoktur. Dünyadaki ve Türkiye’deki marksist-komünist hareketler teker teker incelenmiş, marksizm-komünizm bütün yönleriyle ortaya konulmuş, tutarsızlıkları ve yanlışları olduğu gibi sergilenmiştir. Mücadele hem basında hem siyasette hem de gençlik arasında sürdürülmüş, komünizm millet vicdanında mahkum edilmiştir.
Fakat yine 12 Eylül’den bu yana Türk milliyetçilerinin tehdit algılamasında birtakım problemler olduğu göze çarpmaktadır. 1980’lerden bu yana liberal-kapitalizm vahşice ülkemizin ekonomik kaynaklarını sömürmekte, ülkemizin üretim araçları yağmalanmaktadır. İlk önce Özal’lı yıllarla tırmanan bu süreç daha sonra Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz hükûmetleriyle devam etmiştir. Son olarak AKP’nin liberal ekonomi ve kültür politikaları neticesinde milletimiz bu vahşi ideolojiden epeyce zarar görmüştür. Peki bu yıllarda liberal-kapitalizm ya da popüler adıyla neoliberalizm hakkında Türk milliyetçileri kaç kitap yazmışlar, bu alandaki fikrî mücadeleyi ne kadar verebilmişlerdir? Bu konuda milliyetçi literatürde yazılıp çizilenler kıymetli büyüğümüz Prof. Dr. Yümni Sezen hocamızın ilgili kitabıyla, 1980 öncesindeki yazılanlardan ibarettir. Kapitalizmin acil tehdit olarak görülmediği yıllarda bile Türk milliyetçileri bugünkünden daha fazla şey üretmiştir.
Milletimizi açıkça tehdit eden bir başka konu olan siyasi ümmetçilik bahsinde de durum farklı değildir. Osmanlı’nın son yıllarında ilk defa filizlenmeye başlayan siyasi ümmetçilik, cumhuriyetin ilk yıllarında önemli bir varlık gösterememiş fakat 1970 yılında kurulan Milli Nizam Partisi’yle birlikte siyasi çalışmalarını başlatmıştır. 12 Eylül öncesindeki mücadele ortamında daha çok sahada Türk milliyetçilerine karşı komünistlerle birlikte olarak işbirlikçi bir tavır sergileyen siyasi ümmetçilik, Türk milliyetçileri tarafından çok fazla ciddiye alınmamıştır. 12 Eylül’den sonraki yıllarda özellikle körfez sermayesinin de desteğiyle büyüyen bu hareket, Refah Partisi ile girdiği 1995 seçimlerinde birinci parti olmayı başarmıştır. 28 Şubat süreciyle birlikte akılsız bir biçimde önü kesilmeye çalışılan siyasi ümmetçilik, bu mağduriyet sayesinde daha da büyümüş ve topladığı destekle beraber AKP’yi iktidar yapmıştır. AKP’li yıllarda devletten aldığı destekle birlikte Türkiye’de hegemon bir güç haline gelmiştir.
Türk milliyetçilerinin 1995 yılına kadar dikkatlerini bu noktaya çekmediklerini farz edelim. Fakat 1995 yılından itibaren bütün dikkatlerini bu noktaya toplamaları ve hummalı bir çalışmaya girişmeleri gerekirdi. Siyasi ümmetçiliğin iktidar olma kapılarını zorlamaya başladığı 1995 yılından bu yana Türk milliyetçileri tarafından bu konuda kaleme alınmış tek bir kitap yoktur. Siyasi ümmetçilik fikrine sistemli bir tenkit yapılmadığı gibi bu fikrin tarihi gelişimine dair de hemen hemen hiçbir şey üretilmemiştir. Bu durum neyle açıklanabilir? Dış kaynaklı ve zararlı bir ideolojinin Türk milliyetçilerinin tehdit algılaması içine girebilmesi için iktidara gelmenin de ötesinde daha ne yapması gerekir? Yabancı ideolojilerle mücadele etmenin ilk yolu ilgili ideolojinin sistemli bir tenkide tabi tutulmasıdır. Daha sonra dünyadaki uygulamaları incelenerek tutarsızlıkları ve zararları ortaya konulur. Fiili mücadele bundan sonra başlar. Bütün bu konular çalışılmadığına göre bununla nasıl mücadele edilecektir? Bu tehditlerle mücadele etmeyecekse Türk milliyetçileri niye vardır?
Bugün Türkiye’de bu konuyla paralel bir Selefilik tehdidi vardır. Dindar çevrelerde tarikat ve cemaatlerin son 20 yıldaki yoğun faaliyetlerine duyulan tepki bu akımı beslemektedir. İktidarın ana akım siyasi ümmetçi çevrelere duyduğu yakınlık selefi akımların bu çevrelerde gizlenebilmesine yol açmıştır. Artık iş o noktadan da çoktan çıkmıştır. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bu akımın taraftarları örgütlenmekte ve gittikçe sayılarını artırmaktadır. Prof. Dr. Sönmez Kutlu ve birkaç ilahiyatçıyı dışarıda tutarsak bu meselenin Türk milliyetçilerinin gündemine doğru dürüst girdiği söylenemez. Selefi akımların yeşerdikleri coğrafyalara verdiği zararı IŞİD örneği üzerinden hepimiz gözlerimizle gördük. Bu sakat düşüncelerle mücadele etmek için bir selefi psikopat tarafından Ayasofya’nın ya da Sultan Ahmed’in patlatılmasını mı bekleyeceğiz? Türk milletini bu sakat itikat konusunda uyarmayacak mıyız?
Bu konuda birkaç örnek vermekle şimdilik yetinelim. Gelinen noktada şunu açıkça söyleyebiliriz ki Türk milliyetçilerinin tehdit algılaması çökmüş durumdadır. Bu durum geçmişte verdiğimiz mücadeleler ve önlediğimiz zararlar dikkate alındığında milletimiz için çok tehlikeli bir durumdur. Bir an önce Türk milliyetçilerinin tehdit reseptörleri tekrar ayağa kalkmazsa ve gerekenler yapılamazsa vay milletimizin haline!
Milliyetçiliğin Muhtevası
Son yıllarda milliyetçiliğin muhtevası üzerine de yoğun tartışmalar yaşandığını görüyoruz. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki milliyetçiliğin muhtevası derken kastettiğimiz şey milliyetçiliğin ne olduğu değildir. Eğitimdeki yetersizliğimiz ve siyasi mülahazalar sebebiyle milliyetçiliğin ne idüğü de gittikçe silikleşmeye başlamışsa da şimdiki konumuz bu değil. Konumuz milliyetçiliğin taşıması gereken değerler ve muhtevasında barındırdıklarıdır. Bu tartışma doğal olarak bizi milletin ne olduğuna götürmek zorundadır. Çünkü Türk milleti kavramına yüklediğimiz anlam milliyetçiliğimizin de muhtevasını belirleyecektir.
Türk milleti, tarihi İskitlere kadar dayanan, varlığını hâlâ devam ettirebilen dünyanın en kadim iki milletinden biridir. M.Ö. 300’lü yıllardan bu yana da kesintisiz takip edebildiğimiz bir tarihi vardır. En geç Göktürkler çağından bu yana millet olma vasfını kazanmış, müstakil bir kültür var etmiştir. Günümüze kadar kültürünü ve dilini tekâmül ettirerek taşımış, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur. Her şeyden önce Türk milleti; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden, Osmanlı Devleti’nden ve hatta Selçuklu Devleti’nden eskidir ve bütün bu devletlerin müessisidir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir projesi değildir ve onunla birlikte var olmuş türedi bir topluluk hiç değildir. Bundan dolayı Türk milliyetçileri de dahil olmak üzere hiç kimsenin, Türk milletine kimlik biçmeye de kültür tayin etmeye de hakkı ve haddi yoktur. Yapılması gereken tek şey, milletin müessisi olduğu yapıların; kendilerini bu milletin kimlik ve karakterine, kültürü ve tarihi tecrübesine ve son olarak da milli şartlarına göre tekrar ayarlamasıdır. Haddizatında Türk milliyetçileri de bunu savunmuş ve bunun mücadelesini vermiştir.
Türk milliyetçiliği millet olgusuna dayanır, sahibi ve müessisi de Türk milletidir. Dolayısıyla kaynağını, enerjisini, hızını ve muhtevasını milletten alır. Türk milliyetçiliğinin sınırlarını da millet belirler. Şimdi tartışmamıza dönecek olursak Türk milletinin değer olarak kabul ettiği her ne varsa milliyetçiliğimizin muhtevasında da o vardır. Türk milleti neyi değer olarak kabul ediyorsa Türk milliyetçiliği de onu değer kabul eder. Türk milletinin kültürü, tarihi, dili, inancı, menfaatleri neyi ihtiva ediyorsa milliyetçilik de onu ihtiva eder. Milliyetçilik adına yapılsa bile hiç kimsenin Türk milletinin ve dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin değer alanlarını belirlemeye yetkisi yoktur. Türk milliyetçiliğinin ne olduğuna fikir adamlarımız karar vermiştir. Türk milliyetçiliğinin neyi ihtiva edeceğine ve neyi savunacağına da Türk milleti karar verir.
Böyle bakıldığında birbirinden farklı milliyetçiliklerin de olması ihtimal dışıdır. Günümüzde vaaz edildiği gibi liberal milliyetçilik, muhafazakâr milliyetçilik, Kemalist milliyetçilik, Atatürk milliyetçiliği, sosyalist milliyetçilik, seküler milliyetçilik, dindar milliyetçilik falan diye bir şey olmaz. Bunlar ne idüğü belirsiz kavramlardır. Dolayısıyla içi icat ve istismar edenler tarafından hoyratça doldurulabilen kavramlardır. Tarihte ve bugün nasıl bir tane Türk milleti varsa bir tane de Türk milliyetçiliği vardır. Eğer milliyetçi olduğunu iddia edenler milletin değerleriyle ters düşüyorsa bu onların sorunudur, Türk milliyetçiliğinin değil.
Sonuç
Yazının başında da söylediğimiz gibi bu bir muhasebe denemesidir ve öyle kabul edilmelidir. Akademik bir makale değil subjektif bir düşünce yazısıdır. Dört dörtlük bir muhasebenin yapıldığı iddiasında asla değildir. Zaten 100 yıllık bir muhasebenin bu sayfalara sığması da mümkün değildir. Bu denemenin içinde pek çok hata ve tenkit edilecek nokta elbette bulunabilir. Okurlar tarafından tenkitlerin tarafıma bildirilmesi istifademi sağlayacaktır. Maksadımız muhasebe eksikliğini bir nebze olsun gidermek ve bu alışkanlığın başlamasına katkıda bulunmaktır. Bu muhasebeyi yaparken haddimi aştığım noktalar ve üzdüğüm insanlar olmuşsa peşinen özürlerimi beyan ederim. Bütün siyasi mülahazalardan bağımsız olarak idrakim ve birikimim kadar bu muhasebeyi yapmaya çalıştım. Yaptığım eleştirilerin ilk muhatabının öncelikle şahsım olduğunu belirtmek isterim. İnşallah, vahim durumlar bir an önce Türk milliyetçileri tarafından düzeltilir ve Türk milliyetçiliğinin şanlı ve mümbit tarihinden ibretler ve örnekler olması gerektiği gibi alınabilir. Türk milliyetçileri Türk milletine Bilge Kağan’ın sesiyle şöyle seslenmiştir; “Ey Türk titre ve kendine dön!” Biz de son olarak Türk milliyetçilerine şu şekilde seslenelim; “Ey Türk milliyetçisi önce sen titre ve önce sen kendine dön!”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.