Gönülden çıkan ses gönüle değer. Eser bahar yeli sineye değer. Atlar nal vurur kopuzun sesi olur, Türk öyle ince ruhludur ki keçinin sesini dahi ince uzun bir sipsiden tüm cihana duyurur. Bırakın gönlünüzün selini cihan dinlesin. Ağzımızdan çıkan gönlünüze işlesin.
Mitoloji yazı serimizin bu bölümünü mûsikî için ayırdık. Milletin acısını, kederini, sevincini, özlemini, kahramanlıklarını, sevgisini nakış nakış işleyen mûsikî asırlardır ruhumuzu beslemiş ve yeri geldiğinde çocuklarımızı büyütmüş, yeri geldiğinde savaşlarda bizleri heyecanlandırmış, yeri geldiğinde de vefat edenleri anıp onları dillerde ve gönüllerde yaşatmamıza yol açmıştır. Ritmin şifâhî tonlarının tarihin belirli dönemlerinde çeşitli fiziksel ve rûhânî hastalıkların tedavisinde de kullanıldığı bilinmektedir. Yaşatılması gerekliliğinin sebebi ise şiirin düz yazıya göre daha akılda kalıcı ve dolayısıyla insan zihninde bir nefes açıcı konumunda olmasıdır. Böyle olduğundandır ki acılarda sevinçlerde önce şiire koşulmuştur. Şiir ile bir ritim tutulmuş ve duygular ancak böyle açığa çıkartılabilmiştir. Şiir, konuşma dilinin vermiş olduğu ahenk unsuruyla da birleşince aslında o milletin sanatı, ruhu ve şuuru ortaya çıkar. Şiirin kendi düzeneği milletlerin kendine özgü birer damgasıdır. Özelikle dize sonlarındaki ahenk sayesinde akılda kalıcılık artar. Vurgular sayesinde hisler daha yüksek aktarılabilir. Hatta bazı dizeler vardır ki üzerine sayfa sayfa makaleler yazılır. Çünkü burada şairin uzun uzadıya anlatamadığı ifadeler aslında şiir sayesinde bir cümle ile yansıyıverir. Bu yansıma aslında şairin gönülüdür. Şairden ziyâde bir milletin ruhudur. Gönülden doğan, gönüle işler sonra yeri geldiğinde bir kopuzla yeri geldiğinde ne ile yeri geldiğinde de bir bağlama ile hemhal olur. Ritim onu sarıp sarmalar, heyecanına heyecan kattığı gibi tesirini de arttırır. Çıkışı itibariyle de genellikle yaşanmış bir olayın hüznünü, sevincini anlatan bu eserler ritimlerle kalıcı hale gelir. İçinden çıktığı milleti anlatan kişi aynı zamanda kendinden sonraki nesilleri de bu şekilde eğitecektir.
Bu eğitimin en temel ve en eğlenceli hallerinden biri ninnilerimizdir. Asırlar öncesinden günümüze kadar süregelen ninniler Türk’ün yaşayış biçimi ile bezenmiş ve çocuğun millet için yapabilecekleri üzerine güzel telkinlerde bulunulmuştur. Bu sayede çocuk öğütlerle nasıl yaşaması gerektiği neler yapması ve neler yapmaması gerektiği konusunda öğütler alır. Çocuğun yaşça büyümesiyle destanlar ve halk hikâyeleri düz yazı niteliğinde kulağını doldururken yakılan türküler yüreğine sızmaya başlar. Telkinler daha önce yapılmıştır. Bunu bilmek ise ona cesaret verecektir. Bir gün Oğuz Kağan Destanı’na konuk olur başka bir gün Türeyiş’e; bir bakar demir dağı eritmiş, bir de bakar Tepegözü öldürmüş. Bu sayede hem kahramanı tanımış hem de kahraman kendisi olmuş. Sizler de bilirsiniz, ninni söyleyen her annenin sesi şefkatten olacak ki güzel çıkar. Çocuk, babaannesinin şefkatli dizinde Dede Korkut Masallarını dinler. Annesinin yüreğinde kavrulup meydanlara savrulur. Elbette bu hikâyeler, destanlar dünlük bugünlük değildir. Asırlardır savaşan Türk milleti tasavvurunun da etkisiyle kendisini tabiattan ayrı görmemiştir. Onu tanımış onunla hemhal olmuştur. Doğadaki sesleri tanımış ve taklit yoluyla yeni ürünler ortaya koymuş aynı zamanda da bu taklidi yeri geldiğinde Tanrıyla iletişime geçme yöntemi olarak görmüştür. Çünkü mûsikî aynı zamanda hisleri harekete geçirmesi özelliğiyle kişiyi kendinden geçme haline yükseltmektedir. Hatta eski dönemlerde bulundukları bölgelere göre şaman, ozan, kam, baksı/bahşı olarak adlandırılan döneminin önde gelen, sevilen şairleri vardı. Şaman geleneğine göre bütün felaketler fîzîkî dünya ile metafizik dünya arasındaki bağın kopması ve dengenin bozulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Şamanlar kendilerini bu iki dünya arasında köprü olarak görmektedir. Bu yönleriyle şamanlığı, hatta bir din olmaktan ziyâde tarihin belirli bir döneminde benimsenmiş bir gelenekten öte bir kavram teşkil etmediği neticelenmiş olur. Bu şairler, yer altı ve yer üstü dünyasıyla iletişime geçtiğine inanılan kimselerdi.
Belirli dönemlerde yapılan âyinlerde şaman, yer altındaki kötü ruhlardan koruduğuna inanılan hayvan tasvirleriyle bezenmiş davuluyla âyinler düzenleyerek tarih sahnesinde yerini alırdı. Şaman, yeri geldiğinde yer altındaki kötü ruhlarla anlaşır onların yeryüzündeki insanlara zarar vermesini engellemeye çalışırdı. Bu geçişler arasında ona eşlik eden en önemli unsur ise davuluydu. Şamanın davulu sayesinde öte dünyalara seyahat edebildiğine buralardan bilgi alabildiğine inanılıyordu. Aynı zamanda davuluyla ritim tutup şiir söyleyerek ve çeşitli taklitler yaparak insanları iyileştirdiğine inanılıyordu.
Minusinsk Tatarlarının kam davulu genel olarak, davulun içi, dışı ve tokmağı olmak üzere üç kısımdan oluşurdu. Davulun asıl kısmı olan ağaç ve demir sopa değiştirilmez ve yenilenmezdi. Yalnız davulun derisi yenilenebilirdi. Sapta, “mars” adı verilen on iki delik vardır ki yeraltı dünyasına inmek için kamın kullanacağı delikler olarak simgelenir. Deliklerin aralarındaki kabartmalar da dağları simgeler. Sapın üst kısmında kötü ruhları kovmak için kamın yararlandığı demir sopa vardır. Demir sopaya da sayıları on sekize ulaşan demir çıngırak bağlanır ki, bu da kamın kötü ruhları kovmak için yararlandığı silahıdır. Sopaya bağlanmış iki çan, kamın yardımcı ruhlarını temsil eder. (Bayat 2015: 207-208)
Evrenin bir ritim içerisinde dönmesi, insan bedeninde dahi kalp atışının, gecenin ve gündüzün hayat içerisinde bir ritim dinamiğinin olması, bize gösterirki ritim unsuru aslında bir denge ve düzeni temel alır. Bu noktada, milletlerin müzik anlayışının temelinde şiir olduğuna göre, şiirin de kendi içerisinde ritim barındırması bizlere milletlerin sanat anlayışında kendilerine ait bir dengesi ve düzeni olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle Türk şiiri ve Türk mûsikisî aslında dünyaya vermek istediğimiz düzenin de yansımasını içinde barındırır diyebiliriz. Bugün bilindiği üzere sesler titreşim açısından düzenli ve düzensiz olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Düzensiz sesler, tabiatta karşılaştığımız ve nesnelerde bulunan periyodik olarak ilerlemeyen seslerdir. Düzenli sesler ise bir çalgı aletiyle çıkartılan ve periyodik olarak ilerleyebilen seslerdir. Tabiatın içinde ve onunla baş başa olan insanlar önce onu taklit etmiş; zamanla da ağaç, at kılı, hayvan derisi gibi yakından tanıdığı maddelerle kendisini daha iyi ifade edebilmek adına aletler yapmışlardır. Bu aletler, az önce de belirttiğimiz üzere şiirle beraber törenlerde kullanılmış aslında var olan duygu daha coşkulu ifade edilmeye çalışılmıştır. Bu durum şaman geleneğinde davulla sağlanırken Türkistan’da kılca kopuz ve ağız kopuzu ile sağlanmıştır.
Divan-ı Lügat-it Türk’ten edindiğimiz bilgiye göre, Gök Tanrı inanışına sahip olan Eski Türkler; bu inanış çerçevesinde sığır, şölen, yuğ adı verilen törenler düzenliyorlardı. Ağırlıklı olarak kopuz ve ağız kopuzunun kullanıldığı bu törenler, Türk’ün hayatı anlama ve anlamlandırmasını içinde barındırıyor ve yaşanılanın sonraki nesillere aktarılmasında kaynaklık ediyordu. Bu törenleri inceleyecek olursak:
Sığır şölenleri
“Dinî sürgün avı” (Nihad Sami); olarak da bilinen sığır şölenleri totem devrinden beri var olan bir gelenekti. Totemler her milletin kendisinden türediklerine inandıkları bitki ya da hayvanlardı. Türklerde Bozkurt bir totem olduğu gibi aynı zamanda Sığır da totem olarak biliniyordu. Oğuz kağan Destanı’nda Oğuz Kağan tasvir edilirken “Oğuz’un beli kurd beli gibi (ince), ayakları ud (yani sığır) ayağı gibi idi.” İfadesi kullanılmıştır. Türkler kuyruğu at kuyruğuna benzeyen sığırı yakalamak için yılda bir defa Sığır şöleni düzenlerlerdi. Ancak bu törenlerin kuralları vardı. “Av avlamak, kuş kuşlamak” sözleriyle işledikleri bu avı, dini- bedî bir tören halinde yaparlardı. Av törenlerine savaşa gider gibi hazırlanır; bütün erkekler atlanır, beğler, kuş nakışlı, altın işlemeli elbiseler giyinir, ışıldayan silahlar kuşanırlardı. Sürgün avına bütün hanların hepsi Hanlar Hanı’yla birlikte törende bulunurlardı. Avcı bölükleri, on beş günlük yerlerden sürerek vahşi hayvanları av yerine getirirdi. Hanlar, o zaman davranır, meydana giren avlara ilk oku Hanlar Hanı atardı.
Totem olan hayvanlarını yaralamak ve öldürmek yanlış kabul edildiğinden av sırasında çeşitli zorlu teknikler kullanılıyordu. Aynı zamanda erler kahramanlıklarını da ortaya sermiş oluyorlardı. Bu avlanmalar esnasında en büyük görevlerden biri de dönemin şairlerine düşüyordu. Özellikle kopuzun kullanılmasıyla heyecanı yükselten ritimlerle kahramanı harekete geçirecek şiirler söyleniyordu. Av törenleri sırasında da törenlerden sonra da kahramanın yiğitliğini anlatan şiirler söylenerek kahraman dilden dile yaşatılmaya devam ediyordu. Sığır törenlerinin Osmanlı Döneminde de av eğlencesi olarak varlığını devam ettirdikten sonra günümüzde varlığını yitirdiğini söylemek mümkün. Bu törenlerde önceki dönemlerde olduğu gibi sazlar çalınıyor ve destanlar okunuyordu. Yüzyıllarca süren gelenek bu sayede nesilden nesile aktarılabilmişti.
Şölenler
Başka bir eğlence olan şölenler ise dini şiirler söylenmesi ile toylardan ayrılıyordu. “Totem devrinde her Türk boyunun özel totemi olur, boylar totemlerinin etini yemezlerdi. Ona ok atmaz, onu incitmezlerdi. Yalnız yılda bir defa büyük dini tören yaparak totemi kurban ederlerdi. Tabii kurban edilen totem yerine yeni avlanmış bir başka totem konurdu. İşte totemlerin kurban edildikleri günlerde verilen dini ziyafetlere Şölen denirdi. Şölenlerde şairler sazlarla şiir söyler, derin inanış terennümleriyle toplantıların manevî heyecanını artırırlardı. Söyledikleri ilahilerin mısralarında nurlu kelimeler sıralanır. Allah sevgisinin mûsikîleştiği duyulurdu.’’ (Nihad Sami)
Yuğ Törenleri
Bir diğer tören ise Eski Türkçe’de “yığlamak ağlamak, yığlayıcı ve ağlayıcı” anlamına gelmekte olan yuğ törenleriydi. Yuğ ya da yog töreni olarak bilinen törenler aslında mâtem törenleriydi. Sevilen bir kahraman öldüğünde günlerce mâtem tutulur, bizlerin şu anki bildiğimiz tâbirle onlara ağıtlar yakılırdı.
Ölen vücut bir çadıra konulur, yakın akrabaları eşliğinde, türlü kurbanlar kesilerek bu çadırın önüne dizilirdi. Sonra ağlayıcılar, mâtemcilerle atlara biner ve çadırın çevresinde yedi defa dönerlerdi. Beyler; atlarını yorarlar, kaygı onları zayıflatır, yüzleri safran sürülmüş gibi sararırdı. Kurtlar gibi ağlaşır, yakalarını yırtar, ağlamaktan sesleri kısılır, gözleri yaşlarla örtülürdü. Sonra ölüyü gömmek için uğurlu bir gün bekler, gömdükten sonra da birinciye benzer törenler yaparlardı. Gömülen kahramanın mezarı çevresine balbal denen taşlar dikerlerdi. (Nihad Sami Banarlı)
Bu törenlerde ise şairler sagu adı verilen mâtem şiirleri söylerlerdi. Bu mâtem şiirleri ümitsizlik üzerine kurulmaktan ziyâde, ölen kişinin yiğitlikleri anlatılırken aynı zamanda yiğit için duyulan özlem ve sevgi dile getirilirdi. Bu gelenek, Anadolu coğrafyasında ağıda dönüşmüş ve tekâmül ederek varlığını devam ettirmiştir. Ağıtlar kimi zaman bir sevgilinin, kimi zaman bir annenin kimi zaman da bir babanın ağzından yakılmış, her sesin yükselip alçalmasıyla oluşan yakarışlar yüreklerimizi parçalamıştır.
Askerî Düzende Müzik
Tarih boyunca Türklerin başına çeşitli belalar gelmiş ve özellikle eski anlatılarda vatan toprağının kutsallığı aktarılırken hayvanların tuhaf sesler çıkartması kötü olayların habercisi olarak yorumlanmıştır. Destanlarda ve hikâyelerde sıkça karşımıza çıkan mitolojik ögelerde bunu kanıtlar niteliktedir. Her şeyden önce su dünyanın yaratılmasında ilk yaratılan olarak görülmüş anlatılarda başlangıçta her yerin su ile kaplı olduğu söylenmiştir. Suyun kutsallığı “su gibi söz”, “söz suyu”, “su gibi aziz olma” gibi deyimlerle hala dilimizde onun kıymetini hatırlatır nitelikte yaşamaktadır. Ancak su büyüyüp âfete dönmüş yeri geldiğinde o milletin insanlarına zarar vermiştir. Gök gürlemesini ve şimşeği Tengri’nin onlara kızdığının ifadesi olarak gören eski
Türkler yine sellerin bir kişiliği olduğuna inanmış ve sellerin sesini öküzün böğürmesine benzetmişlerdir. Korkunç olan sesler, genellikle insanın iradesi dışında gerçekleşen ve Tanrı’nın cezası olarak gördükleri seslerken mâkbul olan sesler ise bu seslerden esinlenerek oluşturulmuş ve dosta güven, düşmana korku veren sesler olmuştur. Bunun yanında sesin savaş sırasında askerlere de moral verdiği bilinen bir gerçektir. Müziğin savaşlarda kullanılması çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Orhun Abideleri’nde bulunan tuğ ve köbürge kelimeleri bu durumu kanıtlar niteliktedir. Hunlar savaşta çalınan davulların ilahı güçlerin etkisiyle çalındığını bu sesin ise gök gürültüsü gibi insanın içini titrettiğine inanmıştır. Savaşlarda kullanılan davul sesinden Hunların ezelî rakipleri olan Çinliler de etkilenerek savaş esnasında Hunlara davul ve çanla karşılık vermişlerdir. Kaynaklara göre Göktürkler Dönemi’nde de tahta çıkan kağana kurt başlı bir sancak ve davul verilirdi. Hâkimiyet sembolü olarak görülen davul (köbürge) ve kösün çalınmasıyla savaşın başlamasına işaret edilir ve savaş sırasındaki saldırı ve duraklamaları hakanlık kösünün sesi belirlerdi (Özaydın 2007: 39) bu sayede hem düşmana davul yardımıyla korku salınıyor hem savaş esnasında savaş düzeni hakkında askerler bilgilendiriliyordu.
Uygurlar ise bu geleneği tekâmül ettirerek ilk başta hayvanların boynuzundan yapılmış olan sonra ise bakırla yapılmaya başlanan günümüzde zurna olarak bildiğimiz ‘’burğa’’ isimli çalgıyı bu müzik aletleri arasına eklemişlerdir. Savaşlarda müzik kullanımı Selçuklu döneminde de devam etmiş Osmanlı Devleti’nin cihan hâkimi olma yolunda en büyük destekçilerinden olmuştur. Osmanlı dönemine gelindiğinde adı mehter olarak anılmış savaş zamanı çalınan melodilerle askerlerin cesaret ve heyecanını diri tutarken barış zamanında da halkın moralini yüksek tutmasına kaynaklık etmiştir. İstanbul’un fethinde kullanılan üç yüz kişilik mehter takımı buna örnek gösterilebilir niteliktedir. Yüz davul ve yetmiş zurnanın bulunduğu mehter takımı Fatih’in askerlerinin var olan güçlerini daha da meydana çıkartması için canla başla çalışmıştır. Osmanlı döneminde mehtere öyle kıymet veriliyordu ki şehzadelerin yeni atandığı bölgeleri bildiren mehter takımı aynı zamanda atanan şehzadenin emri altında bulunuyordu. Bu sayede şehzadeler, mehterleri yanlarında götürüp orduyu komuta ettikleri zamanlarda bile mehteri kullanıyorlardı ancak 2. Mahmut’un Yeniçerilerin yerine yeni bir ordu kurmasıyla yeni askerlerin bu melodiye ayak uyduramaması sebebiyle mehterin değişip Avrupa’daki bandolara benzer bir bando çıkarılması amaçlanmıştır. Giuseppe Donizetti ve Callisto Guatelli gibi yabancı uzmanlardan faydalanılarak kurulan bu bando döneminde Muzıka-i Humayün adını almış ve Cumhuriyet kurulduktan sonra Riyaset-i Cumhur Mûsikî Heyeti adını alıp Kurtuluş Savaşı’ndan Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar pek çok savaşta yer almıştır.
Müziğin Şifacılığı
Müzik hayatımızı pek çok yönüyle kucaklarken tarihin çeşitli dönemlerinde insan bedenini ve ruhunu iyileştirmek için de kullanılmıştır. Müziğin tedavi yöntemi olarak kullanılma serüveninin Şamanlarla başladığı düşünülmektedir. Şamanlar dönemlerinde hekim ve şifacı olarak da biliniyorlardı. Şamanın tedavi yöntemlerinden biri ise davulu çalarken çeşitli kelimeler söylemesiydi. Bazı anlatılarda şamanın elindeki kılıcı duvara saplayıp elindeki kırbacı ile cinleri (kötü ruhları) kovaladığı vardır. Gökyüzü ve yeryüzü arasında denge sağladığına inanılan şamanlar dönemlerinde aynı zamanda şifacı olarak da biliniyorlardı. Bu durum doğa ile iç içe olup yeri geldiğinde bitkilerden de faydalanmalarından kaynaklanmaktadır. Rüzgârın sesi, ağaçların hışırtısı, gök gürültüsü, suyun ve yağmurun sesinin onlara kaynaklık ettiği âşikardır. Zaman zaman ruhu dinginleştiren bu sesler zaman zaman bizlere korku vermiş zaman zaman heyecanlandırmış bazen de harekete geçebilmemiz adına bir tetikleyici olmuştur. Mûsikî bu bakımdan yıllarca heyecanı dile getirmek için kullanılmış aynı zamanda ritimler sayesinde sağlanan ahenkle de yeri geldiğinde tâbiri câizse bozulmuş frekansların düzeltilebileceği deneme yanılma yoluyla çok eski çağlarda keşfedilmiştir. Korku, heyecan, rûhânî bunalım gibi durumlarda kişilerin nabızlarını da kontrol ederek hastaya çeşitli makamlar dinletilir bu sayede hasta için en uygun makam bulunduktan sonra aynı hastalığa sebep olan kişiler tespit edildikten sonra bu hastalar tedavi için bir araya getirilirdi.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Avrupa’nın aksine akıl hastalarına kıymet verilmiş ve akıl hastalıkları için müzik hastanelerde tedavi yöntemi olarak kullanılmıştır. Selçuklular döneminde bilinen en ünlü hastanelerden olan Amasya Darüşşifası (1308) dünyada akıl hastalıklarının müzik ve su sesiyle iyileştirildiği ilk yer olarak kayıtlara geçmiştir. Osmanlı Dönemi’nde ise Avrupa’nın en büyük hastanesi olan Fatih Darüşşifası (1470) planlaması ve akustiği açısından müzikle tedaviye uygun şekilde inşa edilmiştir. Bugün kolaylıkla gözlemleyebiliriz ki kendimizi hüzünlü hissetmediğimiz anlarda bile uzaklardan kulağımıza gelen bir bozlak sesi içimizdeki yaraları yeniden meydana çıkartır ve kanatır. Ya da hangi yörenin içinde büyüdüysek o yörenin oyun havasını duyar duymaz içimiz kıpırdanmaya ellerimiz ayaklarımız o ritme göre hareketlenmeye başlar. Bu müziğin evrensel olduğu düşüncesini de yıkar niteliktedir. Ritim ne kadar bize aitse o kadar heyecan uyandırtacaktır. Elbette bunun için Türk olarak yaşamak ve Türk hissetmek gerekmektedir.
Sonuç
Görüldüğü üzere asırlardır süregelen tekâmül üzerine ilerleyen şiir dönemin de ihtiyaçlarına göre şekillenmiş ve varlığını devam ettirmiştir. Bundan asırlar önce doğanlar çocuğunu nasıl büyüttüyse bugün doğanlar da çocuğu da aynı şekilde büyütmek isteyecektir. Müziğin hayatımızdaki yeri kadim dönemlerden beri yadsınamayacak kadar büyüktür. Hayatımızın neredeyse her alanında bizi kucaklamış dönemin şartlarıyla hemhal olmuş hem naifliğiyle hem de gücüyle dönemin ihtiyaçlarını karşıladığı gibi her geçen sene bir önceki unutulmadan üzerine yenilikler eklenip eski muhafaza edilerek dönemin şartlarına göre yeni bir yapı gibi inşa edilmiştir. Konunun genel başlığı olarak mitolojiyi seçme sebeplerimizden biri de budur. Mitoloji her milletin kendi tasavvuru üzerine şekillenmiştir. Müzik ise bir ifade biçimidir. Türk milleti müziği kendi tasavvuru dolayısıyla tabiattan bağımsız kullanmamış melodilerle hüznünü, heyecanını, sevgisini aktarıp nesilleri eğitmek ve yaşanan olayları unutmamak için de yine ritme ve sese sarılarak kendisini ifade etmiştir. Aslında bu yolla da kendisinden kuşaklar önce yaşamış olan atalarıyla derdini paylaştığı gibi kendisinden sonraki nesillerle dertleşmiştir. Atalarını Türkistan’ın bağrında yeşertmiş ozanlık geleneği bugün Anadolu dahil tüm Türk Dünyasında farklı isimlerle hala varlığını sürdürmektedir. Onların gönüllerinden akıp bizlerin gönlümüze dolan Türk’ün sesi olan türkü verilmiş onca savaşa rağmen sesini yitirmemiş ozanların avazından hepimizin gönlünü sarmak için hazır beklemektedir ancak ozanlık/âşıklık geleneği yeni çırak yetişmemesi sebebiyle sekteye uğramış yetişmiş büyük ozanlarımızın da vefat etmeleriyle ve yaşayan aşıklarımıza yeterli kıymetin verilmemesi sebebiyle sesi duyulmaz hale gelmiş durumda.
Her şeye rağmen ayakta kalan ninnilerimiz, her şeye rağmen dillerimize ve yüreklerimize taht kurmuş deyişlerimiz ve yine zaten bize ait olan bizi bize anlatan Türkülerimiz; ağıtlarımız, güzellemelerimiz, koçaklamalarımız, taşlamalarımız bizler dinleyip yenilerini ürettikçe var olacaktır. Mitoloji, dün yaşanmış ve bitmiş değildir. Milletlerin anlayışlarının özünü bizlere aktaran mitoloji, bugünlere geliş sürecimiz hakkında bizlere ipuçları sunmaktadır. Belki de mûsikî bunun en keyifli hallerindendir. Müzik aletlerinin yapımında kullanılan malzemeden tellerinin sayısına, müzik aletlerinin üzerinde bulunan motiflerden duvardaki sıralanış biçimlerine hepsi ayrı ayrı derin mânâlar barındıran Türk mûsikisî gerek gönüllerde gerekse dillerde yeşertilmeye devam edilmelidir.
KAYNAKÇA
Büyükcan, Şeyda Sayılır. Eski Türk İnanış ve Mitolojilerine Göre ‘Ses’in Türkler Üzerindeki Etkisi. (2022 Ocak): s. 1–12.
Bayat, Fuzuli. Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı. Ankara: Ötüken Neşriyat. 2015
Beş buçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi. Ankara: Kültür Bakanlığı; 1991.
Erer, Sezer. Atıcı, Elif. Selçuklu ve Osmanlılarda Müzikle Tedavi Yapılan Hastaneler, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 36.(1) 29-32, 2010
Demirel, Serkan. Askeri Motivasyonda Müziğin Önemi. Ekev Akademi Dergisi. Yıl: 26 Sayı: 89. (Kış 2022)
Banarlı, Nihad Sami. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. 1983

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.