Bir önceki yazımızda insanın; kendini, Tanrı’yı, tabiatı anlama ve anlamlandırmasından, bu anlama ve anlamlandırmanın insana, diğer varlıklarla ilişkilerini tayin eden ölçüyü sağladığından bahsetmiştik. Feminizm’de kadına yönelik menfi hareketlerin sonucunda bir başkaldırı olarak zuhur ettiğinden dolayı bu hareketlerin arkasındaki zihin dünyasını, tasavvuru anlatmıştık. Bu yazımızda ise sahip olunan hastalıklı zihin dünyasının, eylemlere yansıyan somut boyutunu anlatacağız.
Türk milletinin şanlı tarihini bilmeyen bazı kimselerin, medeniyetin beşiği zannettiği Avrupa tarihi, birçok istismar ve utançla doludur. Anlatacağımız kadın meselesi ise bunlardan yalnızca biridir.
İngiltere ve Kadın
17. yüzyılda İngiltere’de yaygın bir gelenek olarak yaşanan wife selling(kadının satılması), karısından boşanmak isteyen erkeklerin uyguladığı bir yöntemdi. O dönemlerde, boşanma için çok fazla maddiyât gerektiğinden dolayı erkek, eğer karısından kurtulmak isterse onun boynuna bir kayış takar, kalabalığın bulunduğu bir ortama götürür ve açık arttırmaya sunardı. Bu açık arttırmada en çok parayı veren erkek, kadını almaya hak kazanırdı. İngiltere’de kadın, erkeğin üzerinde her tasarrufa sahip olduğu bir mülktü. Sir William Blackstone’nun 1753’te yazdığına göre: “kadının yasal varlığı evlilik sürecinde askıya alınmış olur, ya da en azından kocasına takviye olunur. Kocasının himayesi ve koruması altında her görevi yapar”. Evlenmiş kadınlar mülk sahibi olamazdı, ki onlar zaten kocalarının mülküydü.
Ayrıca İngiliz kocalar 1970 yılına kadar karılarıyla zinâ yaptığı sabit olan erkeklerden tazminat isteme hakkına sahiptiler, aynı hak kadınlara tanınmamıştı. Bu nokta, yani zina karşılığında kocanın tazminat isteme hakkı, kadının kocanın mülkiyeti altında görülmesinin bir uzantısıdır.
Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı üzere ne yazık ki İngiltere toplumunda kadının konumu, hayvandan bile daha aşağıdadır. Kadının boynuna tasma takılıp satılabilmesi örneği, İngiliz toplumunun insan tasavvuru hakkında bize yeterli bilgiyi vermektedir.
Antik Yunan ve Kadın
Bir önceki yazımızda Yunan mitolojisindeki kadın tasavvurunu anlatmıştık. Böyle sakıncalı bir tasavvurun, kadınlara tezahürü elbette müspet yönden olmamıştır. Bugün Araplara has olduğunu zannettiğimiz, kız çocuklarının erken yaşta öldürülmesi, belirli bir yaşa geldiğinde rızası olmadan evlendirilebilmesi Yunan toplumunda da oldukça yaygındı. Yunan hiyerarşisinde kadın, köle ve hayvan arasında bir konuma sahipti ve çoğu insanî haktan mahrumdu.
Antik Yunan toplumunda bir kadının “doğurduğu çocuk kucağından alınabilmekte ve güçsüzdür gerekçesiyle boğazlanabilmekte veya sağlıksız bir bebekse derin bir su çukuruna atılarak öldürülmekte ve anneye dahi hiçbir söz hakkı bırakılmamaktaydı.”
Yine o dönemin filozoflarından olan Platon, kadınların fiziksel güç anlamında erkeklerden daha zayıf olmasının yanında akıl gücü bakımından da erkeklerden daha aşağı bir konumda olduğunu ifade etmiştir. Kadınların sahip oldukları bu güçsüzlük, ona göre baş edilmesi gereken bir sorundur. Erkeklere yönelik bir nasihat olarak Platon, onların kadınlarına güvenmelerini, kadınlarda ortaya çıkabilecek bilgi eksikliklerini ortaya çıkarmamak için çaba sarf etmeleri gerektiğini, dolayısıyla erkeklerin kadınlarıyla sonuna kadar ilgilenmeleri gerektiğini belirtmiştir.
Yunanlılarda kadın nefreti öyle bir boyuta ulaşmıştır ki yine o dönemin filozoflarından Samsatlı Lukianos en başından kadınların hiç olmadığı ütopik bir dünyadan bahsetmiştir. Adını Selenite koyduğu ütopik dünyada erkekler erkeklerle evlenir, çocuğu da yine erkekler doğurur. Tahayyül edilen ve ideal olduğuna inanılan düzende kadın diye bir varlık yoktur. Verdiğimiz bu örnek basit düzeyde bir hayal ürünü gibi gözükse dâhi o dönemin zihin dünyasını gözler önüne sermektedir. O tarihlerde kadınların olmaması gerektiği inancı üzerine ütopyalar geliştirilebilmiş, yaratılıştan kadına mahsus kılınan hususiyetleri erkeklere verilmiş, ideal düzenin bu olduğu tahayyül edilmiştir.
Cadı Avları
Yine bizim için inanılması güç olan vakalardan biri olan cadı avı, Avrupa’da binlerce kadının ölümünün müsebbibi olan en travmatik hadiselerden birini teşkil etmektedir. Cadıların içine şeytan kaçtığı ve şeytanla Hristiyanlığa karşı iş birliği yaptığı suçlaması, ilk önce kiliseler tarafından orta çağın başında ortaya atılmıştır. Kadınların kandırılması kolay olduğu için şeytanın onları seçtiği, önceleri din adamları tarafından daha sonra ise devlet görevlileri tarafından halka yayılmış, cadıların nasıl tanınacağına dair sayfalar dolusu detaylı tarifler yazılmıştır. Deyim yerindeyse katli vacip görülmüştür. İnfazlar ve işkenceler bizzat devlet eliyle yapılmıştır. Tarihçiler yakılan kadınların sayılarının daha fazla olduğunu, kayda geçmeyen infazların oldukça yüksek olduğunu tahmin etmektedirler.
Herhangi bir sebepten ötürü cadı olduğundan şüphelenilen kadın önce akıl almaz işkencelere tâbi tutulur, kadına zorla cadı olduğu itiraf ettirilirdi. Daha sonra yakılarak veyahut idam edilerek canı alınırdı. Bu insanlık dışı işkencelere karşı dayanamayıp cadı olduğunu itiraf eden kadınlar öldürülüyordu lâkin cadı olduğunu kabul etmeyenler de işkencelere dayanamayıp ölüyordu. Hatta cadı avı için baş cadı avcıları ilan ediliyor, işkence için çeşitli aletler geliştiriliyordu.
Cadıların özellikle kadınlardan olabileceği inancı, Hristiyanlıktaki Havva konumlandırmasının tezahürüdür. İnanışa göre yasak meyveyi Adem’e Havva yedirdiği için kadın, şeytana aldanmaya ve günah işlemeye daha yatkın bir varlıktır. Havva yani kadın, erkeğe göre daha zayıftır. Bu zayıflığından ötürü şeytana daha kolay aldanabilmekte, şeytanla iş birliği yapabilmektedir. Sahip olunan tasavvuru bilmeyenlerin inanması güç olduğu cadı avları; İngiltere, İsviçre, Almanya, Fransa’da uzun yıllar devam etmiş, yüz binlerce kadının katliyle sonuçlanmıştır.
Feminizm, Avrupa’da kadınların temel insanî haklardan dâhi mahrum olduğu, yüz binlercesinin yaşama hakkının cadı olabileceğine inanılarak elinden alınabildiği bir devrin ardından zaruri bir başkaldırı olarak zuhur etmiştir. Bu yaşanan hadiselerin altında bir zihin dünyası olduğundan ve büyük ölçüde bu tasavvuru Hristiyanlık inşa ettiğinden ötürü ilk kavga kiliselere karşı ortaya çıkmıştır. Çünkü o yıllarda, kadınların cadı olabileceğine inanılarak yapılan katliamlar bizzat kiliselerin emriyle yapılmıştır.
Avrupa’daki ilk feministler yazdıkları eserlerde kadının kim olduğunu ve niçin var olduğunu tartışmakla işe başlamışlardır. Bunun beraberinde cinsiyet, özgürlük, eşitlik gibi mefhumlar bu dönemin sonunda sorgulanmaya başlanmış, bu mefhumların içi duyulan nefret üzerine doldurulmaya çalışılmıştır. Evlilik, aile ve beraberinde gelen çocuk mefhumlarına karşı bir nevi savaş açılmıştır. Çünkü o coğrafyada kadınlar tercihi dahilinde olmayan hususiyetlerinden ötürü hayvandan daha aşağı bir muamele görmüşler, evlilik ve aile hayatı onlara erkeğin mülkü olmaktan başka bir hak tanımamıştır. Tıpkı her tepkiyle ve nefret ile zuhur eden diğer fikirler gibi, Feminizm’de sağlam temellere oturtulamamış, var olan problemlere kalıcı çözüm önerileri sunamamıştır.
Sonuç
Türk tarihinde kadınlar, Allah’ın onlara bahşettiği hususiyetlerinden ötürü erkekten daha aşağı bir varlık olarak görülmemiş, hor görülüp aşağılanmamıştır. Türk tasavvurunda insanın cinsiyetinden evvel insanlığı gelir ve insan emanettir, eylemler de bu ölçüye göre tayin edilmiştir. Bundan dolayı dünyanın bir yerinde özgürlük, eşitlik diye feryat edilip ızdıraplar dindirilmeye çalışılırken Türklerde bu mefhumlar tartışma konusu dâhi olmamıştır. Çünkü Türk kadını hak ettiği değeri görüp el üstünde tutulmuş ve bunlara ihtiyaç duyacak hadiseleri hiç yaşamamıştır. Asıl meselemiz, Batı dünyası ile aynı felaketleri yaşamamamıza rağmen feminizm fikrinin Türkiye’ye girmesi ve bugün büründüğü tehlikeli hüviyetle Türk milleti için bir tehdit oluşturuyor olmasıdır. Yani yazdıklarımızdan bu fikri masum veyahut haklı gördüğümüz anlaşılmamalıdır. Feminizm için gaye kadın erkek eşitliğini sağlamaktan çoktan uzaklaşmıştır.
Feminizm fikrine Türk milletinin ihtiyacı olmadığını söylediğimizden Türk milletinin sorunlarını görmezden geldiğimiz, yok saydığımız anlaşılmamalıdır. Elbette ki sorun vardır lâkin sorunlar yalnızca bir cinsiyete ait değildir, konu insan meselesidir. Türk milleti asırlardır meseleye cinsiyetler üzerinden değil insan olarak bakmıştır, bu İslamiyet için de geçerlidir. Tartışmamız gereken asıl konu, tasavvurdur. Zihin dünyamızda insanı nasıl anlamlandırdığımız, insanı nasıl tasavvur ettiğimizdir. Bugün bir insanın canına kıyılabiliyorsa, bir insan istismar edilebiliyorsa tasavvurumuzda bir parçalanma söz konusu demektir. Bundan dolayı bugün de sorunlarımıza ‘insan’ olarak bakıp, milletimizin muhtevasına uygun çözüm önerileri geliştirebilmemiz gerekmektedir. Feminizm fikrinin mefhumlara yüklediği anlamlar ve kendince sorunlara sunduğu çözümler, doğduğu toplumun muhtevasına ve o toplumun inancına göre geliştirilmiştir. Türk milletinin muhtevası, inancı farklıdır ve çözümler buna uygun geliştirilmelidir. Biz yalnızca nefret duyarak, evliliğe ve aile hayatına karşı savaş açarak sorunlarımızı çözemeyiz. Çünkü Türk milleti erkeğin kadına, kadının erkeğe muhtaç olduğunu, iki cinsiyetin birbirini tamamladığını bildiği ve bu ölçüde yaşadığı tarihlerde hem daha huzurlu hem daha güçlü idi.
(Son kısımlarda bahsettiğimiz, feminizmin kavramlara yüklediği anlamlar ve Türk tarihinde kadın meselesi sonraki yazıların konusu olduğundan derinlemesine işlenmemiştir.)
Devamı gelecek…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.