Bazı sosyologlar, ferdî ruhun ve egonun karşısına, bir içtimaî ruh ve maşer-i şuur ile çıkmayı deneyerek sosyolojilerini kurmaya çalışmışlardır. Bunların arasında Auguste Comte, E. Durkheim, E. Roberty, A. Espina, G. Simmel gibi ünlü sosyologlar da vardır. Türkiye’de Z. Gökalp da bu anlayışa bağlı görünmektedir.
Bu sosyologlar, çalışmalarına konu olarak; grup faktörünü ve ruhunu almışlardır. Onlar aşağı yukarı bütün sosyal ve psikolojik olayların kaynağı olarak sosyal etkileşimi kabul ederler. İçlerinde, ferdî ruhu inkara ve ihmale kadar varanları bile vardır. Roberty, Durkheim ve Simmel’e göre ferdî ruh, sosyal alemin mikroskobik bir yansımasından başka bir şey değildir. Eğer fert, düşman grupların üyesi ise onun psikolojisi çatışmalar ve çelişmelerle dolu olacaktır. O ancak aynı cinsten olan (homogene) gruplara bağlı ise onun ruhu da keza homogene olacaktır.
Günümüzde sosyologlar, yukarıda sözünü ettiğimiz fikir adamlarının mübalağalı görüşlerine düşmeden bir kitle ruhundan, bir sosyal psikolojiden hareketle çalışmalarını sürdürmektedirler. Gerçekten de sosyal ve ekonomik faaliyetlerin düzenlenmesinde kitle ruhunun ve millî şuur ve ruhun harekete geçirilmesi küçümsenmeyecek ölçüde bir önem arz etmektedir. Aralarında ruh ve gönül birliği bulunmayan insanlar, bir cemiyet değil bir yığın teşkil ederler. Çözülmüş ve ferdî bir egoizm içinde çırpınan insan yığınlarının sosyal ve ekonomik hayatta başarılı olması düşünülemez. Aşırı bir toplumculuğa taviz vermeden belirtelim ki ortak bir ruhta, ortak bir imanda, ortak bir şuurda toplanarak kendi aralarında dayanışma ve iş birliği yapamayan gruplar, her bakımdan perişan olurlar. E. Durkheim’in de itiraf ettiği gibi bir cemiyet, ortak bir idealde toplanmadıkça büyük iş ve hamleler yapamaz.
Esasen insanlar, çözülmüş olmaktan ıstırap duyarlar, ister istemez başka insanlarla bir araya gelerek bir grup olma ihtiyacındadırlar. Sosyal, kültürel, ekonomik, psikolojik ve politik zaruretler bizi bir araya gelmeye zorlar. Sosyal organizasyon, aileden başlayarak gittikçe büyüyen gruplaşmalara doğru bir gelişmeyi ifade eder. Sosyal güç de buradan doğar. Bu sebepten elimizden geldiği kadar cemiyeti manevi ve maddi kültür değerleri ile bir bütün hâline getirmek için çaba sarf etmeliyiz. Ferdî egoizmaların çalıştığı, zümre çıkarlarının boğuşmalarına sahne olan, sınıf kavgaları ile ıstırap çeken bir cemiyet zayıflarken millî şuur etrafında hür ve güçlü bir teşkilatlanmaya ulaşmış gruplar daha mutlu ve müreffeh olmaktadırlar. Hiç şüphesiz millî şuurun ışığında teşkilatlanmak demek, ferdin inkar ve ihmal edilmesi mânâsına gelmeyeceği gibi ortak meselesi ve ıstırabı bulunan insanların kendi aralarında millî şuur ve ideallerle uyum içinde bulunmak şartı ile teşkilatlanamayacakları tarzında da anlaşılamaz. Herkes daha güçlü ve daha müreffeh bir Türkiye için ve bu ülkede daha hür ve rahat bir şahsiyet olmak için bir araya gelebilmelidir.
Türk-İslam ülkücüsü, ekonomik hayatın düzenlenmesinde ülkücü bir ruh ve şuurun lüzumuna inanmaktadır. O, yüce ve şanlı Peygamberimiz gibi refahı halkına götürmek için her türlü ıstıraba katlanarak tam bir idealizm içinde milleti teşkilatlandırmaya çalışır. Unutmamak gerekir ki yüce ve şanlı Peygamberimiz kendisi için fakirliği seçerken halkına refah götürmek için çırpınmıştır. Ülkücü idareciler, kendilerinin değil milletlerinin zenginliği ve refahı için çalışırlar. Böyle bir ruh ve şuur, güçlü bir ekonomi doğuracaktır.
KAYNAKÇA
S, Ahmet, Arvasi. Türk İslam Ülküsü 2. s. 55-57

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.