Dün yine meçhul filozofla konuştuk. Ona sordum:
-Gençlerimizin bir kısmı sporla meşgul, bir kısmı da iktisadî işlere atılmış. Bunlar kitap okuyamazlar. Hâlbuki bugünkü Avrupa medeniyeti kitaba istinat ediyor. Bugün en çok okuyan milletler, en medenî milletlerdir. Biz de gençlerimizi okumaya alıştırmak için ne yapmalıyız?
Şöyle cevap verdi:
-Bugün bizde okunan kitap yalnız romandır. Bizde bundan elli altmış sene evvel roman da yoktu. Ahmet Mithat Efendi Türk halkını roman okumaya alıştırdı. Birçok romanları da karihasından çıkardı. Yani ibda etti.
Ahmet Mithat Efendi’den evvel, birkaç ehemmiyetli roman tercüme edilmişti. Mesela, “Kont Monte Kristo” Alexandre Dumas’nın en meraklı romanıdır. Teodor Kasap adlı bir Rum bu romanı Türkçeye tercüme etti. Çok rağbete mazhar oldu. Ahmet Mithat Efendi Türk halkının romana olan merakını ve ihtiyacını anladı, “Hasan Mellah” ile “Hüseyin Fellah”ı yazdı. Lisanımızda yazılan bu ilk romanlar okuyucu halkın çok hoşuna gitti. Ahmet Mithat Efendi bundan sonra, birçok romanlar daha yazdı. Hepsinde sade Türkçeyi kullandı. Yazdığı romanlar edebî romanlar sırasına geçemedi, fakat onlara zemin hazırlayan bir mübeşşir oldu.
Bizde edebî roman Samipaşazade Sezai Bey’in “Sergüzeşt” adlı eseriyle başladı. Ondan sonra Halit Ziya Bey, Servet-i Fünûn zümresinin romancısı oldu. Edebî romancılığı birçok eserleriyle canlandırdı. O zamandan beri bizde iki türlü roman yayılmakta ve okunmaktadır:
1-Hüseyin Rahmi Bey ve emsalleridir ki bunlar, Ahmet Mithat Efendi gibi halkı eğlendirmek ve eğlendirerek eserlerini okumak isterler.
2-Edebî romanlardır.
Edebî roman bizde, bugün iki mühim inkılâp geçirdi: Birincisi romanların güzel Türkçe ile yazılması, ikincisi millî hayatı tasvire çalışmasıdır. Halide Hanım’la Yakup Kadri ve Reşat Nuri Beyler, gerek lisanca ve ruhça çok kıymetli eserler vücuda getirdiler.
Lisanımızda birkaç millî roman ihtiyacı tatmin edilmiş değildir. Mademki Türk halkı bugün romandan başka bir şey okumuyor ve mademki çok kitap okumak da medeniliğin miyarıdır; bugünün mürebbileri de romancılar olmak iktiza eder. Ah romancılar, ah romancılar! Bugün siz elinizdeki kuvveti biraz bilseydiniz, az zamanda memleketin ahlakını değiştirebilirdiniz.
Gazetelerde her gün müteaddit intihar vakaları okuyoruz, bunların yüzde doksanında romanların tesiri vardır. Romanların ruhlar üzerinde tesiri büyüktür. Roman bir taraftan halktan alır, diğer taraftan halka verir.
Halit Ziya Bey’in “Mai ve Siyah”ında en canlı enmûzeç olan Ahmet Cemil, “Servet-i Fünûn” zümresinin en yaşayan bir timsalinden başka bir şey değildir.
Reşat Nuri Bey’in en canlı eseri olan “Çalıkuşu”ndaki Feride enmûzeci de bugünkü hayatın bir makesidir. Fakat gerek “Ahmet Cemil”, gerek “Çalıkuşu” bir kere edebiyat kisvesine büründükten sonra, zamanlarının genç ruhları üzerinde müessir olmaya başladılar: Servet-i Fünûn devresinde birçok gençler tıpkı Ahmet Cemil gibi duymaya, düşünmeye, irade etmeye yeltendiler. Bunlardan birini gören “İşte bir Ahmet Cemil tipi daha” derdi. Çalıkuşu yazıldıktan sonra bütün genç kızlar birer Çalıkuşu kesildiler. Edebiyatın hayat üzerindeki müessirliğine en iyi misaller, Ahmet Cemil ile Çalıkuşu’dur. İkisinin de bu kuvveti haiz olmaları daha evvel içtimaî hayata bir canlı mâkes olmalarındandır.
Edebiyat, öyle bir peri kızıdır ki temas ettiği eserlere can verir, şiir ile musiki birbirinin kanatlarıdır. Roman, bunların hepsini nefsinde toplamıştır: Romanın mahileti şiir, selaseti musiki, kendisi edebiyattır.
Roman, öyle bir ressamdır ki fırçası tavustandır; öyle bir şairdir ki kalemi altındandır; öyle bir mugannidir ki sazı platindendir.
Bizdeki roman, terbiyevî rolünü henüz ifa edememiştir. Gençlere aşılamak istenilen bütün duygular, iradeler, düşünüşler roman vasıtasıyla onlara kolayca telkih olunabilir. Fakat maatteessüf bizde yazılan edebî romanlar hem miktarca azdır, hem de roman kahramanlarından pek azı canlı enzûmeçler hâlini almışlardır.
İçtimaî hayata hem mâkes ve hem müessir olan böyle bir vasıtadan tamamıyla istifade etmek istersek, Avrupa lisanlarında ne kadar edebî roman ve hikaye yazılmışsa, bunları hep “Güzel Türkçe” ile lisanımıza nakletmeliyiz. Bu tercüme edebiyatı, hem lisanımızı zenginleşmesini temin edecektir.
Tercüme edilecek edebî romanlar pek çoktur. Bunlardan bize yarayanları derhâl lisanımıza nakletmeliyiz. Öyle olmalı ki edebî romanlar lisanımızda büyük bir kütüphane teşkil etmelidir.
Bir romanın lezzetle okunabilmesi için “romanesk” olması şarttır. Romanesk romanların tercümesiyle işe başlamalıyız.
Tercüme edilecek romanlardan bir “ roman kütüphanesi” vücuda getirmeliyiz. Bir kütüphane ki bütün kitapları lezzetle okunabilsin. Bu kütüphane en terbiyevî kitapları muhtevi olacaktır.
Muhtelif romanların lisanımıza tercümesi kâfi değildir. Terbiyevî mahiyeti haiz millî romanlar yazılması da lazımdır. Lisanımızda bu yolda romancılar niçin kâfi miktarda değildir? Çünkü millî romancılarımızın sayısı azdır. Roman, yeni zamanın destanıdır; nasıl ki destan da eski zamanın romanıdır. Romanın mühim şahsiyetlerine “romanın kahramanları” denilmesi bundandır. Destan, kahramanperestlik dininin menkıbelerinden doğar. Kahramanlar iki nev’idir:
Biri dinî kahramanlardır ki bunlara “yarım ilâhlar” denilir, bunlara ibadet edilir.
İkinci nevi kahramanlar, destanların ve romanların en ehemmiyetli şahsiyetleridir.
Roman, mücerret fikirleri müşahhas bir hayat hâlinde canlı olarak gösterir. Selikasıyla her fikri müşahhas görmeyen bir yazıcı iyi romancı olamaz. Mücerretleri görmek selikası romancılık için muzırdır. Mücerretleri görüş, ilmî bir görüştür, sanat ise müşahhasları görürler.
“Roman, tarihten daha doğru bir tarihtir.” demişler. Bence, roman müşahhas bir sosyolojidir; sosyolojinin en derin meselelerini romanlar hâlletmektedir. Bu zamanda, sosyolog olmayan bir yazıcı iyi bir romancı olamaz. İyi bir romancı olabilmek için memleketimizin sosyolojisini, milletimizin ve asrımızın psikolojilerini tetkik etmiş olmak lazımdır. Bugün, bize mahsus içtimaî meseleler vardır ki Avrupa’da yoktur. Bugün “nikâhta, talakta ve mirasta müsavat” düsturu ile ifade edilebilen Türk aile inkılâbı bizce mühim bir içtimaî meseledir. Çünkü içtimaî uzviyetin hüceyresi ailedir. Demokratik bir cemiyette aile de demokratik olmalıdır. Cumhurî bir devletin içinde aile de cumhuriyet esaslarına müsteniden teşekkül etmelidir. Demokrasinin temeli müsavattır, cumhuriyetin temeli hürriyettir. O hâlde aile de müsavat ve hürriyet umdelerine istinat etmelidir. Bizdeki bu aile meselesini hâlleden roman olmuştur. Roman bizim için tatlı bir mekteptir. Bu mektepte muhtaç olduğumuz her şeyi öğrenebiliriz. Bir mektep ki biz evimizde otururken o ayağımıza gelir. Bizi hem eğlendirir, hem de malumatlı kılar. Roman, ayağımıza gelen bir tiyatrodur. Odamızda onu seyrederiz.
Roman, bizim için hayatlı bir müzedir. Orada orijinal şahsiyetlerin canlı heykellerini görürüz. Roman, bizim için, asırlık vakaları bir saatlik temaşaya sığdırabilen bir simgedir. Hulâsa roman bizim için her şeydir. Onun çoğalmasını isteriz.
KAYNAKÇA
Gökalp, Ziya. Çınaraltı Yazıları. Ötüken Neşriyat. Sf. 100.
2024-05-27
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.