Yazının başlığında sahne incelemesi tabirini neden kullandım? Çok yaygın bir söz vardır. “Gözünde resmedebiliyorsa bir şeyleri o iyi bir yazar, okuduğun ise iyi bir metindir.” Evet resmetmek önemli. Betimleme kabiliyeti çok ayrı bir meziyet. Sepetçioğlu bunu arşa çıkarmış bir yazar. Sepetçioğlu resmetmiyor, adeta sahne izletiyor okuyucuya. Her bir sahneden çıkartılacak ders paha biçilemez ölçüdedir. Türk’ün değerlerini, yaşayışını, kırmızı çizgilerini, mefkûresini kısacası okurken kendimizi bulacağımız bir seridir Dünkü Türkiye Serisi. Ben ise bu serinin ilk üçlemesini oluşturan Kilit, Anahtar ve Kapı romanlarından çıkarabileceğimiz derslerin küçük bir kısmını siz okuyucularla paylaşacağım. Hay diyelim ve kalemimle beraber güzel bir serüvene çıkalım.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Kilit
Kilit’i okumaya başladığımız ilk sahnede Alparslan’ı Alparslan yapan iki hocası ile tanışırız: Sarı Hoca ve Sav Tekin. Sarı Hoca romandaki yaşlı ve bilge karakterimizdir. Alparslan’ın umudunu, hissini, aklını temsil eder. Sav Tekin ise genç ve kanı deli akan karakterimizdir. Alparslan’ın yiğitliğini, kol gücünü ve pusatını temsil eder. Sarı Hoca ikisinin de önemli olduğunu çok güzel açıklar: “Sav Tekinim yiğitliğine güvenir. Yiğitlik de önemli ama aklına da güvenir, besmelesiz başlamaz hiçbir işe.” Bu iki insan Alparslan’da birleşince o artık dağdır, ovadır, uçsuz bucaksız ormandır. Aldığı dersler, yaşadığı olaylar, gördüğü değerler onu Alparslan yapar.
Ceyhundaki saldırıdan sonra bizi Kadın Ana karakteriyle tanıştırır Sepetçioğlu. Tüm kadınlarımızı temsil eder Kadın Ana bu sahnede. Kadın Ana, Çağrı ve Tuğrul Beylere hesap sormaktadır çünkü canına tak etmiştir bu baskınlar, kaçışlar, dökülen kanlar. Artık bir yere kök salmak, oradan oraya sürünmemek istiyordur.
Ah Kadın Ana’m ah… Sabrı en iyi o bilir, onunki çelikten sabır. Bir baskında gelini, bir diğerinde oğlu bir diğerinde kim bilir kimi gitti de nasıl dayandı bu zamana kadar? Yakındır, kurtuluş yakındır. Malazgirt yakındır. Alparslan yakındır. Bu milletin kadınları nice Alparslanlar nice Fatihler yetiştirdi ve yetiştirmeye de devam edecektir.
Sarı Hoca ölmek üzere olduğu sahnede bir istekte bulunmuştu. O da Selçuklu’nun denize ulaşmasıydı ve bunun gerçekleşeceğini gördüğünü söylemişti. Aslında Selçuklu, Sarı Hoca vefat ettikten sonra denize ulaşmış, oraları yurt edinmişti. Sarı Hoca gaybı mı biliyordu acaba? Hayır, Sarı Hoca’ya bunu gösteren bir iman olmalıydı. Sarı Hoca’ya bu inancı veren Dandanakan’dı, Malazgirt’ti, Alparslan’ın küçüklüğünden beri aldığı zaferlerdi. Bu millet nice Alparslanlar yetiştirecekti. Bu millet nice fedakâr insan yetiştirecekti. Başkalarının, yarınlarının iyiliği kendisinden hep ön planda olacaktı bu insanlar için. Bunu tüm yüreğiyle görmüş, buna tüm gönlüyle inanmıştı.
Bir de Alparslan’ın yeni yetmelerinden biri olan Afşın vardır romanda. Yaşça Alparslan’dan büyük olmasına rağmen o Alparslan’sız, Alparslan onsuz yapamaz. Sepetçioğlu ikisinin arasındaki bağı şöyle anlatmaktadır: ”Aralarındaki gönül bağı o kadar kuvvetliydi ki Sav Tekin bile aralarındaki o bakmadan anlayan, anlamadan gören bağı öğrenebilmek için Sav Tekinliğinin yarısını verebilirdi.”
Romanda Afşın ile Alpaslan arasında geçen ve beni çok etkileyen bir sahne var. Alparslan’ın babası Çağrı Bey çok hasta olduğu için oğlu Alparslan’ı Gazneli hükümdarı Mevdud’a karşı savaşa gitmekle görevlendirir. Alparslan, bu kutlu görevi aldıktan sonra Afşın’a, Afşın Beğim diye hitap eder. Bu sahneyi gördüğümde kendimi Afşin’in yerine koydum. Afşın’ın yaşadıklarını bir de benim kalemimden dinleyin:
Ah Alparslan’ım ah… Afşın’a dedin ya Afşın Beğim diye. Sanki Afşın ben oldum. Nerden çıkmıştı bu beğ lafı? Şaşırdım, ürperdim. Zamanı gelince anlarsın dedin. Sen ne yüce bir insansın, bu nasıl ileri görüşlülük böyle? Senin buyruğundur diye Anadolumuz’da adım atılmadık yer bırakmayacak şekilde arşınladım durdum. Sen bana beğim dedin ya bir şeylerin olabileceğine inandım da arşınladım. Yüreğim sanki uçsuz bucaksız bir bozkırda at koşturmaya başladı. Doğu, batı, kuzey, güney demeden yüzlerce kez arşınladım. Nereye bastıysam orası Türk koktu. Kokumu aldın değil mi gelirken? Gayrı yabancılık çekmezsin Alparslan Beğim.
Romanın ilerleyen kısımlarında Sepetçioğlu bizi Alparslan’ın babasının amcaoğlu olan Ersagun Beğ ile tanıştırır. O da yeni yetmelerdendir. Alparslan bir sahnede Afşın ile Ersagun’un arasına girer ve çöp çektirir. Bundaki amaç ise ta Ceyhun’daki baskında kendilerine hainlik yapıp düşmana yardım eden Gümüş Tekin’i -sonucu yüz kere bin yıl hainlik damgası yemek de olsa- öldürecek kişiyi seçmektir. Kısa çöpü Ersagun çeker ve hiç düşünmeden, sonunda hain ilan edilecek olsa bile Gümüş Tekin’i infaz eder, Bizans’a kaçar. Ersagun’un yaptığı bu fedakarlığı okuduğumda Ersagun ile dertleştim:
Ah Ersagun’um ah… Bizans duvarları soğuktur, büyüktür, gösterişi sever onlar. Orada Ceyhun yok, Merv yok, çocukluk çağında Alparslan’ın yeni yetmeleri ile oynadığın oyunlar yok; Alparslan yok, Afşın yok, canın bildiğin insanlar yok. Ordakiler toprak kokmaz, boşuna koklama, alamazsın. Orada bülbül ötmez, orada karga öter. Tırmalar kulağını karganın sesi. Tırmaladıkça derine daha derine iner, indikçe yalnızlaşırsın. Yalnız olmak insanın kaldırabileceği bir şey değil. Neden aldın bu yükü sırtına? Sana bu ağır yükü aldırtan inanç neydi? Bu soruya onlarca cevap verilebilir. Türk’e duyduğun sevgi, Tanrı’ya duyduğun sevgi, Alpaslan’a duyduğun güven ya da bin yıl sonrasına bir Türk’ün çıkıp dünyayı değiştirebilme ihtimali ve daha nice sebep…
“Açmasını öğretmediğin kilit çocuğa verilmez.” der Sepetçioğlu. Roman boyunca hep bir kilit ibaresini kullanır. Normalde madde olan kilide nasıl bir mânâ yüklemiş olabilir? Kilidin bir şeyi açması gerekir ama neyi? Kilit, kilitli olanı yani Anadolu’yu açmak için Alparslan’ın geçmesi gerektiği engeller yani Bizans olabilir mi? Kilidi açmak için de hem kol kuvveti hem de yürek kuvveti gerekir. Yürek tüm ihtişamıyla bağdaş kurmuştur insanda. Yürek olan yerde iman, maneviyat olur. Kol kuvvetini Sav Tekin temsil etti, yürek kuvvetini ise Sarı Hoca. Romanda gördük: her kilit açılır, yeter ki anahtarı bilinsin. Peki bu kilidin anahtarı neydi? Hangi anahtar açabilirdi bu Bizans keferesinin kilidini?
Anahtar
Anahtar’a Alparslan’ın ölümü ile sert bir giriş yapmayı tercih eder Sepetçioğlu. Bu sebeple bulundukları çadırda Alparslan’ın can yoldaşı Afşın’ın ağıtları, oğlu Melikşah’ın şaşkın ve ürkek bakışları, Sav Tekin’in sarsılmış bedeni ve kocaman bir milletin yası hâkimdir. Bu durumda metanetli davranan ve sağlıklı karar verebilen birisine ihtiyaç vardır. O da Küpeli Hafız… İlk olarak Kilit’te karşımıza çıkan ama Anahtar’da daha iyi tanıdığımız Küpeli Hafız, yaşlı ve bilge karakterimizdir. Kilit’teki Sarı Hoca rolünü o almıştır. Sarı Hoca Alparslan’ın ve diğerlerinin akıl hocası idi, umudu idi. Aynı Sarı Hoca’nın Alparslan’ın yanında durduğu gibi Küpeli Hafız da Melikşah’ın yanında durmuştur. Milletin bekâsı için çalışır dur durak bilmeden.
Alparslan’ın ölümüyle beraber olan bitenleri okurken adeta romanın bir karakteri olup o sayfalara sığdım ve kendimle dertleştim:
Alparslansız bir hayat ha! Düşüncesi bile insanı huzursuz ediyor ama olmuştu işte. Bir anda tüm renkler tüm canlılığını yitirmişti. Yeni bir umut, yeni bir ışık gerekti şu cihâna. Bu acıya dayanmak için kutsal bir güç gerekti. Çadırlarda ağıtlar, hüzünler, yaşanmışlıklar, daha yaşanacak olanlar, cevaplanmamış sualler, yarım kalmışlıklar, az konuşan çok kaynayan gözler… Kısacası dünyanın nefes alacak takâti kalmamıştı artık. O kutlu insanın ölümü ile aniden gelen sultanlık, Melikşah’a nasıl da yüklenmişti? Kim bilir ne kadar ağırdı? Alparslan hayatta iken korkmazdı Melikşah. Korkuya gülerdi, kahkaha atardı ona. Ama korku varmış işte. Sırtını dayadığı kaya toz olup uçuvermişti aniden. Babasının nefesi bir fırtına misali arkasından destek olurken savaşmak, ordulara meydan okumak kolaydı. Şimdi ise daha yirmilerinde, çocuksu mu değil mi belli olmayan bakışlarla olan biteni kavramaya çalışıyordu. Yeni doğmuş bir ceylan şaşkınlığı vardı üstünde.
Alparslan’ın denize ulaşmak gibi bir isteği vardı ama ömrü bunu görmeye yetmemişti. Melikşah, babasının bu isteğini gerçekleştirmesi için Afşın Beyi görevlendirdi. Afşın Bey bu görevi hiç düşünmeden kabul etti ve derhal yola çıktı. Benim ise bu hadiseden çıkardığım ders vefâ idi. Yine kendimi romanın içine girmekten kurtaramadım ve bazı sorgulamalar yaptım:
“Daha denize, daha denize…” Bu Türkler niye bu kadar vefalı olmak zorunda, niye bu kadar insana değer vermek zorunda? Alparslan bunu yaşıyorken demişti ama öldüğünde göremezdi ki… Niye bunu kendine görev edindin Afşın Beğ? O kadar yolu çekmeye değer miydi?
Evet, bu sorgulamalarımı okuyup kendi cevabını düşünürken; yüreğinin en ince, en derin yerinde bir tebessümle “değerdi kardeşim” diyorsan sen Türk’sün kardeşim.
Vefa unutmamaktır. Tanrı’yı, insanı, kendini, dostunu hatta ve hatta düşmanını bile unutmamaktır. Vefa yarayı iyileştirmek için dört nala koşan o hücredir. O yaranın ilacını veren inanç vefadadır aslında. İnsan vefa ile vefa ise insan ile var olur. Tamamlarlar birbirlerini. Alparslan’da da olduğu gibi… Vefa Alparslan’ı, Alparslan vefayı yüceltmiştir.
“Yaşaması gereken insanlar değil asıl yaşaması gereken milletlerdir. Alparslan değil, Selçuklu. İnanacağınız şeyi bilin.“ Ne kadar da havadan sudan bahsediyormuşcasına normal fakat bir bıçak ucu gibi sipsivri demişti bu lafı Küpeli Hafız. Çok büyük bir itici gücümüz olmayabilir ama niye daha fazla Alparslan yetişmesin ki? İşte bu inanç diri tutacaktı romandaki yas sahiplerini yani bizleri.
Romanın ilerleyen kısımlarında iki farklı duyguyu, iki farklı düşünceyi Kutalmış’ın iki evladı üzerinden çok güzel işliyor Sepetçioğlu. Kini Mansurla, sevgiyi Süleyman ile anlatıyor:
Kutalmış, amcaoğulları olan Çağrı ve Tuğrul Bey’e karşı bir isyankâr olarak ortaya çıkmıştır. Kutalmış’ın iki evladının büyük olanı Süleyman Şah, babasının yaptığı bu davranışı hayatı boyunca kara bir leke olarak görmüş ve bu kara lekeyi bir nebze olsun silmek için Anadolu’da çabalamış durmuştur. Melikşah’ın Sultanlığını her daim kabullenmiştir. Mansur ise abisinin aksine babasının haklı olduğunu ve abisinin Melikşah’a boyun eğişinin haksız ve yersiz olduğunu düşünmektedir. Mansur, babası gibi isyankâr tavırlar sergilemiştir. Kardeşi olduğu için Süleyman Şah’ın kendisine karşı yumuşak tavırları onu her zaman rehavete sürüklemiştir.
Kitap Bizans’ın içinde bulunduğu karışık durumlar sebebiyle Anadolu’daki siyasi meseleler üzerinde de çok durmuştur. Ersagun Beğ, Bizansta olması hasebiyle Süleyman Şah ile sürekli irtibat halindedir. Ersagun’un Türk hasreti az da olsa Süleyman Şah ile dinmiştir.
O hâlde anahtar nedir? Anahtar ilk başta Malazgirt’tir. Sonradan Süleyman Şah üstlenmiştir anahtar görevini. Kilit Malazgirt’le birlikte yerinden oynayacak, Süleyman Şah Anadolu’da yaptıkları ile kilidi açacaktır.
Aslında Anadolu’ya girildiğinde iş bitmemiş, daha büyük bir iş olarak Anadolu’nun Türkleşmesi bir zaruret hâline gelmişti. İşte tam da bu anda yeni sorularla cebelleşmeye başladım: Anadolu nasıl Türkleşebilirdi? Kol kuvveti ile mi? Zorlayarak mı? Yurt edinilebilecek miydik Anadolu’yu? Yurt edinirsek kapımızı nasıl sağlamlaştıracaktık?
Kapı
Kapı’ya Fransa tarafında bir manastırdaki keşiş olan Piyer’in yaşadıkları ile giriş yapar Sepetçioğlu. Duygusal, sevgi dolu bir manastır keşişidir Piyer. Piyer’in bir de Şövalye Gotiye isminde çocukluk arkadaşı vardır. Menfaatlerini her şeyden üstün tutan, çıkarcı bir şahsiyettir Gotiye. Sonradan Hasan Sabbah’ın fedaisi olduğunu öğreneceğimiz Hristiyano (Ziba) ve Salih Dai, Piyer’i kandırmak için Gotiye ile anlaşır. Piyer’in sevgiye karşı duyduğu zaafı kullanırlar. Amaçları Piyer’i, Ziba’ya âşık edip istediklerini yaptırmaktır. Emelleri ise haçlı ordusuna iman ve motivasyon aşılamaktır. Maalesef bunu da acımasız bir şekilde başarırlar. Piyer, Türklere sözde sevgiyi öğretmek gâyesi güderek Haçlı ordusunun başında Şövalye Gotiye ile birlikte yer alır. Bu sahneleri izlerken romana dâhil olmamam elde değildi. Haykırışımı susturamadım:
Kinle var olmuş topluluklar hem çevresindeki topluluklara, hem de kendine zulmederler. Haçlı Seferlerini düşünün. Haçlılar, Buldacı Bey’i (yeni yetmelerden) canı pahasına İznik’i savunurken tam can evinden vurmuş, o aşağılık oku atmışlardı. Bu oku attıran neydi? Ya da Haçlılara İznik’e gelene kadar kendi dininden, kendi kanından bile olsa geçip gittiği yerleri yağmalatan neydi? Hiç şüphesiz kindi, nefretti. Buradaki araç değer yani kin, sevgiyi yenmişti. Onlara o gâyeyi aşılayan hedefleri, kutsallarına duydukları sevgi olabilir ama hedeflerine ulaşırken yaptıkları eylemler sevginin değil kinin mahsulüydü.
Romanın ilerleyen sahnelerinde bu vahşeti gören Piyer tüm mahcubiyetiyle Tanrı’ya ve İsa’ ya karşı haykırmıştır: “Tanrım ben ne yaptım böyle? Ellerinde sadece haç olacaktı. Şimdi ise topuzlar ve kılıçlar var. Ne yaptım ben?“ Piyer buralara gelmeden önce diyordu ki “Türklere sevgiyi öğreteceğim, onlar da bilmeli.” Ancak bu iş Piyer’in zannettiği gibi ilerlememişti. Gotiye ölürken “Affet Piyer! Beni kandırlar, bana İznik’i vaat ettiler” deyince Piyer’in gözleri buğulanmıştı ve o zaman Salih Dai’nin onları kandırdığını anlamıştı. Akın akın gelen Haçlı ordusunun vahşetini de o zaman idrâk etti. Ellerinde nice mazlumun kanı vardı. Ama artık çok geçti. Gelen sevgi değil, kindi… Anlamasına anladı da artık ne fayda!
Bu sırada tıpkı Sarı Hoca gibi, Küpeli Hafız gibi yaşlı ve bilge bir karakteri de işler Sepetçioğlu. Karakurt Hafız… Karakurt Hafız imamlık görevini yerine getirmektedir. İslam ahlâkıyla yoğrulmuş, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, tecrübeli ve mantıklı hareket eden bir şahsiyettir. Sepetçioğlu, bir kavramın önemini bize Karakurt Hafız üzerinden çok güzel anlatır. O kavram ise imandır.
Karakurt Hafız karşımıza ilk kez vaaz verme sahnesiyle çıkar. Bu sahnedeki vaazını okuyunca iman hakkında çok önemli bir sonuç çıkardım: İnanmamış bir Türk ordusunu, ta cihanın öteki ucundan gelen ne kadar yanlış da olsa bir şeye inanmış bir kâfir ordusu yerle yeksan edebilir. Acı ama gerçek.
İmanın tesirini Kılıçarslan örneğinde de görebiliriz. Kılıçarslan, Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın oğludur. İlk haçlı saldırısı gelmekte iken millet çapında iman ve gâye zaafiyeti yaşanıyordu. Bu durum İznik’i Bizanslıların almasına, Selcen’in esir olmasına ve Buldaci Bey’in ölümüne sebep oldu. Haçlılarla ikinci karşılaşma öncesinde ise bu zaafiyet giderilmişti. Kılıçarslan imamlığı eline aldığında arkasında saf tutan millettaşlarının inancı, ona motivasyon kaynağı olmuştu. Nihayetinde Haçlıların büyük bir bozguna uğraması ile sonuçlanan bu savaş imanın önemini gözler önüne tüm ihtişamıyla sermeye yetiyor da artıyor bile.
Anahtar bölümünün sonunda şöyle bir soru sormuştum.”Anadolu’yu yurt edinirsek kapımızı nasıl sağlamlaştıracağız?” Cevabı Kapı’da buldum. Sepetçioğlu’nun biz okurlara Kapı’da aşılamak istediği değer imandı. Kapımız iman ile, inanç ile sağlam olacaktı.
Kılıçla fethedilen topraklar, kalemle de fethedilmezse iman ve inaç kapıları inşa edilemez. Kılıçla fethettikten sonra buralarda Türk töresini ilmek ilmek işleyen dervişlerin getirdiği o bilgi birikimi ve kalemle yaptıkları cihat, Anadolu’yu Türklere yurt kılmıştır.
Sepetçioğlu’nun romanlarında yer verdiği ve Türk milletinin kaderini belirleyen diğer kahramanlarımızdan bahsetmeden bitirmek istemiyorum yazımı. Demirci Baldur, Küpeli Hafız, Sarı Hoca, Saçlı Hoca, Karakurt Hafız ve ilk üçlemede anlatılmayan daha nicesi. Bu karakterler Türk milletinin dününü, bugününü ve yarınını temsil eder. O anki Türk devletini -adı ne olursa olsun- bir ağaca benzetirsek bu kahramanlar da o ağaca çıkan zararlı böcekleri yiyen kuşlardır. İlk üçlemede diğer karakterlere savaş taktiği verme konusunda, hayat görüşleri ve daha birçok konu bakımından öyle fikirler ortaya koymuşlardı, öyle sözler söylemişlerdi ki bu durum diğer karakterlerin yaşlı kurtlara karşı şaşkınlıklarını gizleyememelerine sebep olmuştur. Diğer milletlerin aksine Türk milletinde yaşlı kurtlara bilge, sağduyulu, tecrübe sahibi olarak bakıldığı için onlara ve düşüncelerine değer verilir.
Çok değerli bir yaşlı kurdumuz ise Mustafa Necati Sepetçioğludur. Rahmetli, benim tarihimize karşı önyargımı kırdı. Bu önyargımın oluşmasının asıl sebebi eğitim hayatım boyunca kısırlaştırılmış bir tarih eğitimi görmüş olmamdı. Dört yıl gibi azımsanmayacak bir sürede Türk’ü tanımadan, onun mefkûrelerini bilmeden, biraz iddialı olacaktır ama sadece ezber mantığıyla beş şık arasından doğrusunu bulmak için manevi anlamdan yoksun bir tarih eğitimi görmüştüm. Halbuki yeni yeni öğreniyorum ki Türk milletinin tarihi bilinmeden bir arpa boyu yol gidilemez. Bizim geçmişimiz bugünle harmanlanıp, yarınımızı belirler. Sepetçioğlu işte bu kısımda çok kutsal bir görevi üstlenmiştir. Bize, bizi anlatır. Şu zamana kadar okuğum dünya klasiklerinin hiçbirinde kendimi görememiştim. Hiçbirinde bu denli yüreğimin olduğunu hissetmemiştim. Rahmetlinin kalemiyle tanışmasaydım benim gibi düşünen, benim gibi seven, benim gibi karar verenleri hiç bilmeyecektim. Bunun bana kattığı mutluluk paha biçilemez. Sepetçioğlu’nun ruhunun şad, fikirlerinin ve yazdıklarının ölümsüz, mekanının cennet olması duasıyla.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.