Bundan otuz sene evvel, bir gün Erzurum Mülkî İdadisi’nde hazırlık görülüyordu. O gün Dördüncü Ordu Müşiri Erzincan’dan Erzurum’a gelecekti. Talebenin karşılamak için gitmesi lazım geliyordu. Mülkiye Mektebi’nde ayak talimleri olmadığı için, hemen çarçabuk bir ayak talimi yapmak için bir zabite rica ettiler. Zabit, talebeye bir saat kadar ayak talimi yaptırdıktan sonra mektebin müdürüne dedi ki:
-Talim bitti, talebeyi kim götürecek?
-Mektepte bu işi yapabilecek bir muallim yok. Ben de yapamam. O halde, bu büyük lütfu da sizin yapmanızı rica ederiz.
-Hayır, bu olamaz. Ben askerim. Bir asker böyle sivil bir vazife ile büyük bir kumandanın karşısına çıkamaz. Acaba, talebe arasında bu işi yapacak kimse yok mu?
-Bilmem, fakat belki Hüseyin Sabir yapabilir. Çünkü talebeler arasında manevî nüfuzu var.
-O halde, onu çağıralım da teklif edelim.
Mektep müdürü zile bastı. Gelen hizmetçiye:
-Git Hüseyin Sabir’e söyle, şimdi buraya gelsin, dedi, Biraz sonra, Hüseyin Sabir, müdürün odasına girdi. Müdür dedi ki:
-Talebeler ayak talimi gördü. Şimdi talebeleri bu intizamla istikbâl yerine götürmek lazım. Mektebimizde bu işi yapabilecek bir muallim yok. Dışarıdan bir zabit bulmak mümkün değildir. O halde bu işi yapmak sana kalıyor.
Hüseyin Sabir, on beş yaşında, son derece sıkılgan bir gençti. Fakat bu genç çok kitaplar okumuştu. Bu kitaplar arasında Goltz Paşa’nın Millet-i Müsellâhası da vardı. Derhal bu kitaptaki bir söz hatırına geldi. Goltz Paşa diyordu ki: “Kendisine başkumandanlık asası teklif olunan hiçbir kimse bu asayı reddedemez.” Bu hatıra Hüseyin Sabir’i kumandanlığı kabule sevk etti.
Biraz sonra, talebeler muntazam adımlarla yürüyorlardı. Hüseyin Sabir, yalnız sağa yahut sola dönmek icap ettiği zaman, kumanda vermeye mecbur oluyordu.
Fakat bu sırada arkadan Askerî Rüştiyesi talebeleri de bir zabitin kumandasında olarak geldiler. Bunların gelmesi hayli güç bir meselenin çıkmasına sebep oldu.
İdadî talebeleri, mekteplerinin daha yüksek olmasından dolayı daha ilerde bulunmak istiyorlardı. Rüştiyeliler de “Biz askeriz, gelen adam da askerdir. O halde bizim daha ilerde durmamız lazım gelir.” diyorlardı.
Hüseyin Sabir talebelere ayrı ayrı rica etti. Talebelerce bu bir mektep gayreti meselesi olmuştu. Hiç birisi aşağıda durmayı kabul etmiyordu. Hâlbuki durulacak yerden çok ileri gitmişlerdi. Hüseyin Sabir, belki Rüştiyelileri ikna edebilir diye onların zabitine müracaat etti. Fakat o da “ben talebeleri kandıramam. Sizin talebeler daha büyük oldukları için, daha söz anlar olmaları icap eder.” dedi.
Hüseyin Sabir, esasen asker değildi. Askerlikle münasebeti yalnız bir saat ayak talimi görmekten ibaretti. Evvelce kendisini o kadar seven ve hiç sözünden çıkmayan arkadaşlarına şimdi hiç söz geçiremiyordu. Kim bilir, belki onlar arasında kumandanlığını kıskananlar da vardı. Diğerlerini kışkırtanlar ihtimal ki bunlardı. Hüseyin Sabir arkadaşlarına çok rica etti. Hiçbirine söz anlatamadı. Fakat bu yürüyüşe de derhal nihayet vermek son derece lazımdı. Hüseyin Sabir, hafızasına müracaat etti. Acaba okumuş olduğu kitapların birinde bu sıkıntılı hale nihayet verecek bir vaka hatıra gelemez miydi? Çünkü çok kitap okuyanlar siretlerine örnek olacak misalleri bilhassa romanların, hikâyelerin içinde ararlar. Hüseyin Sabir de bu anda, bu çareye müracaat etti.
Derhal hatırına “Sarı İnci” adlı romanın bir vakası geldi: Hindistan’da hükümet tarafından takip olunan, fakat içlerinden birinin sevdiği bir Hintli kızı Hindulardan kurtarmaya çalışan bir Fransız heyetine bir İngiliz yüzbaşısı da iştirak etmiş. Bunu yapabilmek için kumandanından birkaç ay izin de almış. Bu suretle İngiliz bölüğün kumandası, rakibi olan mülazımın eline geçmiş. Bu mülazım yüzbaşıyı da Fransızlarla beraber tevkif etmek istiyor. Fransız heyeti bölükle karşı karşıya gelince, mülazım tevkif emrini vermeye hazırlanıyor. Fakat ondan evvel yüzbaşı atını ileri sürerek: “Bölük sağa, yarım sağ!” kumandasını veriyor. Bölük derhal sağa dönüyor. Sonra, “Bölük marş!” kumandasını veriyor. Bölük derhal intizamla yürümeye başlıyor. Bu hareketiyle bölüğün kumandası mülazımın elinden çıkarak asıl sahibi olan yüzbaşının eline geçiyor.
Hüseyin Sabir, bu hatıradan bir netice çıkardı: “Şimdi benim ricalarımı dinlemeyen bu asi bölüğe İngiliz yüzbaşısı gibi “Bölük dur!” kumandası verecek olursam, şüphesiz derhal duracaklardır ve arkadaşlarımı aleyhimde kışkırtanların talebeler üzerinde hiçbir tesiri kalmayacaktır.”
Bu düşünüş üzerine hemen bir baskın şeklinde “Bölük!” diye sesini en yüksek perdeye yükselterek bağırmaya başladı. Derhal talebeler askerî bir vaziyet aldılar ve verilecek kumandanın icrasına hazırlandılar. Çünkü ruhlarında asilik duyguları birdenbire sönmüş, onların yerine askerlik duyguları uyanmıştı. En nihayet şiddetli bir “Dur!” kumandası verdi. Talebelerin cümlesi bir vücut halini almış gibi, hepsi birden durdular. Sonra talebelere “Cephe” kumandası verdi. Bu suretle talebeler artık yürüyemeyecek bir vaziyete girdiler. O zaman, Hüseyin Sabir en ziyade isyanı teşvik eden arkadaşlarının yanına giderek, “Hani durmayacaktınız, daima ileriye gidecektiniz. Niçin, böyle durdunuz?” diyerek alay etmeye başladı.
Talebeler hep birden şaşırmışlardı. Eski asi talebeler yerine, şimdi kumandaya itaatli, muntazam bir asker bölüğü vardı. Talebelerden hiçbirisi cevap veremedi. Ön ayaklar, başlarını önlerine eğdiler.
Hüseyin Sabir bu anda şöyle düşünüyordu: Her birine ayrı ayrı rica ettim, ricamı alayla reddettiler. Hepsine birden emrettim, emrime derhal itaat ettiler. Çünkü fertlerde haset, garaz, hodkâmlık hâkim olabilir. Hâlbuki cemiyet yalnız mukaddes umdelerin, muhterem kaidelerin yerine gelmesini ister ve bir makine gibi onu yapar.
O halde bundan sonra ben daima cemiyete hitap edeceğim; fertlere hiç hitap etmeyeceğim. Çünkü cemiyet mefkûrelidir, fertler ise kendi garazlarını, menfaatlerini arar. Bu keşif, Hüseyin Sabir için büyük bir kuvvet membaı oldu.
Sabah erkenden maarif müdürü mektebe geldi. Müdürün odasında oturarak tahkikata başladı. Mektepte hürriyet ve vatan mefkûrelerini çocukların kalbinde bir mukaddes ateş gibi alevlendirenin Hüseyin Sabir olduğunu pekâlâ biliyordu. Bundan dolayı iptida onu çağırttı. Hüseyin Sabir giderken, arkadaşlarına maarif müdürüne ne yolda cevap vereceklerini kısaca anlattı. Maarif müdürü, inkılâpçı çocuğun içeri girdiğini görünce ona yer göstererek oturmasını teklif etti. Hüseyin Sabir gösterilen sandalyeye oturdu. Aralarında şu suretle bir konuşma vukua geldi.
Maarif müdürü:
-Bazı edepsizler Yıldız’a jurnal yazarak mektebe iftira etmişler. Güya burada “Padişahım çok yasa!” duası yerine “Millet çok yaşa!” bağırılıyormuş. Dün gece vali paşayı ve beni yataktan çıkartarak telgraf başına götürdüler. Tahsin paşa makine başındaydı. Bu haberin doğru olup olmadığını sordu. Biz, derhal böyle bir hadisenin asla vukua gelmemiş olduğunu, bu iftiranın eşraf arasındaki mahallî garazkârlıktan ileri geldiğini yazdık. Şimdilik Saray bu yazışımıza inanır gibi oldu. Fakat yarın yine bu jurnalin tekrarlanması ihtimali vardır. Bu sebeple son derece ihtiyatlı bulunmak iktiza eder (gerekir). Şüphesiz mektepte böyle bir hadise asla vukua gelmemiştir değil mi?
Hüseyin Sabir:
-Yanılıyorsunuz, Müdür Bey! Bu hadise her akşam umumun karşısında tekrarlanıyor.
Maarif müdürü:
-Ne cüretle böyle bir tehlikeli işi yapıyorsunuz?
Hüseyin Sabir:
Biz sessiz, sedasız yaşıyorduk. Hatırımızdan böyle bir iş çıkarmak asla geçmiyordu. Bu işin çıkmasına sebep sizin düşünmeden verdiğiniz bir emirdir. Evvelce akşamlan talebe tarafından “Padişahım çok yaşa!” diye dua edilmiyordu. Siz yeni bir emirle bunu mecburî kıldınız. Böyle bir dua bizim kanaatimize uygun değildi. Biz, böyle bir dua yapmakla istibdadın ihtiyarî köleleri arasına geçeceğimize hükmettik. Vicdanımızı zorla susturmadan bu iğrenç duayı yapmamıza imkân yoktu. Bu emir doğrudan doğruya bize bir hakaretti. Çünkü vicdanlarımıza karşı büyük bir taarruzdu. Düşündük: Hem bu hakareti reddetmek için hem de vicdanımızın samimi sesini açığa çıkarmak için, yeniden icat olunan bu dua zamanlarında, “Millet çok yaşa!” diye bağırmaya karar verdik. “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmak isteyen hiçbir talebe çıkmadı. O günden beri, bütün talebeler “Millet çok yaşa!” bağırdı. Bundan sonra da hep öyle bağıracağız.
Maarif müdürü:
-Aman nasıl olur? Saray gerçekten böyle yaptığınızı haber alırsa hepimiz mahvoluruz.
Hüseyin Sabir:
-Biz Saray’dan korkmuyoruz. Çünkü Saray bu milletin hâkimiyetini gasp etmiş bir gasıptır. Biz milletimiz için hürriyet, meşrutiyet, hatta cumhuriyet istiyoruz. Bundan sonra milletten başka metbu tanımayacağız. Abdülhamit’e gelince o haindir, katildir; Mithat Paşa gibi, Namık Kemal gibi büyük adamlarımızı öldürten, ortadan kaldıran o değil midir? Biz ona nasıl dua edebiliriz? Kendi istibdadının devam edebilmesi için halkı cehalet içinde, vatan açlık içinde bırakan o değil midir? Şüphesiz 93 hürriyeti devam etmiş olsaydı, şimdi biz de büyük terakkilere nail olacaktık. Abdülhamit o hürriyeti elimizden almakla, o zamandan beri bilâkis hep geri gittik. Şimdi biz, bu işleri yapan melun bir canavara nasıl dua edeceğiz?
Maarif müdürü:
-Aman böyle söyleme! İstikbalini mahvetmiş olursun.
Hüseyin Sabir:
-İstikbal mi? Evet, düşünülecek bir istikbal vardır. Fakat o benim istikbalim değil, milletin istikbalidir. Hiç milletimin istikbali tehlike içinde bulunurken ben kendi istikbalimi düşünebilir miyim? Tek, milletim kurtulsun da onun uğruna benim gibi binlerce genç feda olsun. Ah, bilmem nasıl oluyor da vatanın her şeyden evvel olduğunu benden âlâ bildiğiniz halde bana kendi istikbalimden bahsediyorsunuz. Ben sizi hamiyetli bir zat sanıyordum. Bilmem bu zannımda aldanmış mıyım?
Maarif müdürü:
-Hayır, aldanmamışsın, esas fikirlerimiz birbirinin aynıdır. Fakat ben zamanı gelinceye kadar fikrimi kalbimde saklayacağım, çünkü benim ve ailemin mahvolmasından vatana hiçbir fayda hâsıl olmayacaktır.
Hüseyin Sabir:
-Fakat herkes böyle düşünecek olursa memlekette istibdat kıyamete kadar devam eder gider. Millî hâkimiyetimizin ve hürriyetimizin kurtulması ancak uyanık adamların tehlikeli mücâhedelere atılmasıyla, büyük fedakârlıklar yapmasıyla kabil olabilir.
Maarif müdürü:
-Varsın o fedakârlığı başkaları yapsın. Vatana kurban lazımsa, mutlaka senin ve benim kurban olmamız lazım değil a!
Hüseyin Sabir:
-Bilâkis lazımdır; hem yalnız lazım değil, aynı zamanda farz ve vaciptir. Biz gençler, vatanı kurtarmak için, hatta ateşe atılmak lazım gelse, bunu yapmayı göze alırdık.
-Anlaşılıyor ki sizinle fikirlerimiz birleşemeyecek. O halde gidiniz de arkadaşlarınızdan Bekir Nuri’yi gönderiniz.
Hüseyin Sabir, sınıfa gelerek konuşulan sözleri arkadaşlarına nakletti. Bekir Nuri’ye:
-Seni istiyor, sen de aynı yolda cevap ver.
-Peki!
Biraz sonra Bekir Nuri de geldi, aynı yolda cevaplar verdiğini anlattı. Ondan sonra bütün talebeler birer birer müdüriyet odasına çağırıldılar; hepsi de suallere aynı cevapları verdiler. En sonra maarif müdürü bizzat sınıfa geldi:
-Efendiler! Yapmakta olduğunuz bu tehlikeli işe nihayet veriniz. Elinizle istikbalinizi mahvetmiş olacaksınız. Bu akşamdan itibaren “Padişahım çok yaşa!” bağırmanız mutlaka lazımdır.
Hüseyin Sabir:
-Biz, bilâkis “Millet çok yaşa!” bağıracağız. İstikbalimize gelince, vatanımızın istikbalini düşünmekle meşgul olduğumuzdan, onu düşünmeye vaktimiz yoktur.
Umum sınıf:
-Evet öyledir!
Maarif müdürü:
-Demek ki inadınızda ısrar ediyorsunuz. Bu tehlikeli sözü âlem karşısında mutlaka bağıracaksınız.
Hüseyin Sabir:
-İnat eden biz değiliz, sizsiniz. Çünkü size açıktan söylüyoruz ki bizim bu sözü bağırmamız “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmamak içindir. Siz inadınızdan vazgeçerseniz biz de inadımızdan vazgeçeriz. Yani, biz de umum karşısında “Millet çok yaşa!” bağırmaya lüzum görmeyiz. Zaten onu ruhumuzun içinde her dakika bağırmaktayız. Meseleye nihayet vermek sizin elinizdedir.
Maarif müdürü
-Anlaşıldı. Size Efendimiz için dua ettirmek kabil olmayacak. Artık sizden bu duayı istemiyoruz. Siz de o tehlikeli sözleri bağırmayacağınıza söz veriniz.
Hüseyin Sabir:
-Söz vermemize hacet var mı? Siz bu bidate nihayet veriniz, ona vesile hazırlamayınız, tabiatıyla ötekini bağırmaya fırsat ve imkân kalmayacak. Zaten, işe, verdiğiniz böyle lüzumsuz ve sakat bir emirle siz başladınız, başlayan biz değiliz, sizsiniz.
Maarif müdürü:
-Peki, öyle olsun! Şimdi akşam duasının terki için emir vereceğim. Sizin de bundan sonra o tehlikeli kelimeleri ağza almayacağınızı ümit ederim.
Maarif müdürü bu sözleri söyledikten sonra sınıftan çıktı. Bu sırada teneffüse çıkmayı haber veren trampet çalınmağa başladı. Talebeler sınıftan çıkarak bahçede oynamaya başladılar. Talebelerden biri: “Arkadaşlar, Hürriyet marşını terennüm edelim!” dedi. Bütün talebeler aynı sesle aşağıdaki şarkıyı terennüme başladılar:
“Yaklaştı Yıldız’ın inkıraz günü,
Bozuldu yaldızı, çıktı düzgünü,
Siyaset mahkûmu, jurnal sürgünü
Görmeye gelecek şanlı düğünü.
Toplanın kardeşler, bayrak açalım,
Yıldız’ın üstüne ateş saçalım!
Bir millet efradı hep meyus oldu,
Ya mahpus, ya menfi, ya casus oldu,
Padişah millete bir kâbus oldu,
Vücudu vatana çok menhus oldu.
Toplanın kardeşler, bayrak açalım
Yıldız’ın üstüne ateş saçalım!
Kükreyen arslana zincir takılmaz,
Adalet, zalime merhamet kılmaz,
Vatanın mahvına sessiz bakılmaz,
Bir saray yakılır, bir mülk yakılmaz.
Toplanın kardeşler, bayrak açalım,
Yıldız’ın üstüne ateş saçalım!
Daha mı zalimler bidat edecek?
Bir millet zincirde feryat edecek?
Yakında bu halka Hak dâd edecek,
Bir dâhi gönderip imdat edecek.
Toplanın kardeşler, bayrak açalım,
Yıldız’ın üstüne ateş saçalım!”
KAYNAKÇA
Gökalp, Ziya. Çınaraltı Yazıları. Ötüken Neşriyat. Sf. 105
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.