“Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.”
İlk defa bu sözü duyduğum zaman bundan yıllar önceydi. O zamanlarda üstüne düşmemiştim, düşünmemiştim ama her kulağıma çalındığında bir duraksama yaşadım. Kim olduğum hakkında bir arayışa girdiğimde tekrar karşılaştım bu kıymetli sözle. İlk kez durdum, düşündüm, hissettim. Belki de ilk defa içimde yanan millet ateşine kulak verdim. Fark ettim ki bu alelade bir söz değildi. Atalarımın Altay Dağlarından Tuna kıyılarına uzanan yolculuğu benim yaşam haritam oldu. Kim olduğumu öğrenirken bocaladığım her an, korktuğumda, yorulduğum zamanlarda kendime hatırlattım bu sözü. Büyüklerimin millet ve dünya tarihine katkıları benim sorularıma cevap oldu. Bize sürdürdüğümüz bu hayatı sağlamak amacıyla milim milim inşa ettikleri geçmişi öğrenmek omuzlarıma bir sorumluluk yükü bindirdi. Omuzlarıma binen bu güzel ama bir o kadar da ağır olan yükü görmezden gelerek daha çok öğrenmek istedim. Kim olduğumu, annesinin masallarını dinleyen bir çocuk edasıyla dinledim, okumayı yeni sökmüş bir kız çocuğu heyecanıyla okudum. Hayatım boyunca mânâsını kavrayamadığım kavramları öğrendim. Yıllardır içimi titreten millet sevgimi sağlam temellere oturtmak için bazen uykusuz kaldım bazen ise derin rüyalara daldım.
Rüyamda gözlerimi bir kıl çadıra açtım. Upuzun bir masanın ortasında, kardeşlerimle aynı çanağa kaşık daldırdım. Ateş başında oturdum, çalan kopuzu dinledim. Uçsuz bucaksız bozkırda at koşturdum, ok attım. Attığım oktan, bindiğim attan öyle korktular ki şehirlerinin etrafına göğe ulaşan duvarlar diktiler. Yılmadım, öyle bir ordu kurdurdum ki yüzlerce yıl sonra bile adımla andırdım. Alp Er Tunga’yı, Oğuz Kağan’ı duydum onlar destan oldu; dedem öldü, nenem ağladı ağıt oldu; atam söyledi söz oldu. Otağımı taşıdım, dünyayı yerinden oynattım. Sembolik bir hareketten bahsetmiyorum, gerçekten tüm dünyayı yerinden ettim. Çağ kapattım, çağ başlattım. Atam Attila Avrupa’ya diz çöktürdü. Gücümü ilk kez gördü dünya. Çin sarayı bastım kırk çerimle, kırk çerimle kırklara karıştım. Ben Çin topraklarında destan yazarken kardeşim batıda, yıllar sonra bizim olacağını bilmeden İstanbul kapılarına dayandı. Uygur illerinde bir çiftçi oldum. Özümden ilk kez şaştım, kutum düştü. Türkistan’ın merkezinde birkaç dikili taşı izledim ardından bir öğüt kitabının sayfalarını çevirdim. Müslümanlarla tanıştım, Müslüman oldum. Doğduğum büyüdüğüm toprakları bıraktım, yeşil ovalara ilerledim. Bir tepenin üzerinden iki nehri izledim. Yanımda iki kardeş vardı. O zamanlar bilmiyordum onların soyundan gelen bir yiğidin beni o nehirlerin kıyılarına ulaştıracağını. Evet, ben o yiğidin, o bembeyaz giyinmiş kutlu komutanın peşinden gittim. O nehirde el yıkadım, o topraklara yerleştim. Birden etrafım değişti, üstümde al entarimle, cihan imparatorluğu kuracak Söğütlü bir beyin hanımı oldum. Ağaç arkasına saklanmış filler gördüm, esir oldum benden olana. Ulubatlı Hasan’a sancak uzattım, iki kıtayı birleştiren İstanbul’u sonunda fethettim. Ben ikinci kez bir çağ kapattım. Kimsenin giremediği Mısır’ı kattım topraklarıma. Koca Sinan ile sohbet eyledim, Süleymaniye’de namaz kıldım, Viyana’ya sefere çıktım. Genç Osman’ı şehit ettiler, ben yine ordaydım. Alp oldum, Alperen oldum, bir gün Yeniçeri oldum, başka bir gün Akıncı. Evet, Akıncı oldum, bir köprü benim sonum oldu. Benim sonumu getiren, benden oldu. Beylerbeyi Sarayı’nın taş duvarlarında yankılanan bestelerini dinledim Abdulaziz’in, başka bir sarayda şehadetine tanık oldum. Abdulhamit’in açtığı okullarda meslek öğrenmek için çabalayan bir talebeydim sonra da Harp Okulunda bir subay. Ata’m ile Çanakkale’de, Paşa’m ile Kafkasya’daydım. Nene Hatun’la cepheye erzak taşıdım, Seyit Onbaşı ile mermi sırtlandım. Cumhuriyeti ilan ettim, bir kadın olarak oy kullandım. Başbuğ’dan ders aldım, işkence gördüm, sürgün edildim. Ve ben başka bir gün uyandım rüyamdan. Yüzlerce yıl süren rüyalarımdan sonra ben bir daha aynı ben olamadım.
Ben ne öğrendim biliyor musunuz? Ben evimin salonunda tüm ihtişamıyla serili olan o kilimi niye bu kadar çok sevdiğimi öğrendim. Ben öyle şeyler öğrendim ki bazen uyanıkken de rüya gördüm. Aprın Çor Tigin’in dizlerinin dibinde şiir dinledim. Kaşgarlı’yla il il gezdim. Hocamın Hikmet’leriyle nasiplendim. Dedem Korkut anamın anlattığı masallar oldu. Kulaklarıma çalındı Saltuk Buğra. Türküler sofralarıma aş oldu. Ben sonra Kiziroğlu’nu, Genç Osman’ı, Köroğlu’nu, Avşar ellerini öğrendim. Öğrendim evet, onları öğrenince içimin niye titrediğini bildim. Kulaklarım yanık bir ses işitir işitmez neden gözlerimin dolduğunu, yaşadığım yerden yüzlerce kilometre uzakta bir yörük köyündeki ozanın türküsünün nasıl da benim hikayeme benzediğini bildim. Ocakta bir debbağ oldum, ama önce kul oldum. Kul nasıl olunur öğrendim de öyle oldum. Doğduğu toprağa adını veren Yesevi’den öğrendim, Alperen’i oldum. Maturidi’yi okudum. Hacı Bektaş ile sohbet ettim. Yunus Emre’yi dinledim, ilahileriyle cezbe geldim. Ali ile Osman’ı yine kardeş ettim. Adıma Kuzeyli Müslüman dediler, yok etmek istediler. Halifelik sancağını bana emanet ettiler, yedi cihana hoşgörüyü getirdim. Ahi oldum, halka hizmet, Hakk’a hizmet dedim, yol dervişi oldum. Önce Anadolu Müslümanı oldum sonra Alevi. Adıma ne derlerse desinler, Hamdım, piştim, Bektaşi ocağında yandım ben. Birden geldim yine bir oldum.
Ben ihtiyacım olanı öğrendim. Çok bir şeye ihtiyacım yoktu benim. Özüme ihtiyacım vardı, özüme dönmeye ihtiyacım vardı, yüreğime bakmaya. Evet, belki bir yer sofrasında yemeyecektim yemeğimi ama kendimden bildiğimle aynı tasa kaşık daldıracaktım. Tüm tercihlerimi eskimi bilerek yapacaktım; eskisi olmayanın, yenisi de olmazdı ya. Evime, aynaya, yaptığım işe dönüp baktığımda kim olduğumu bir kez daha hatırlayacaktım. Aklımdan çıkmayacaktı “Ahilik Öğütleri”. Hayatımı öyle yaşayacaktım. İyi huylu, güzel ahlaklı olacaktım. Aldığım nefesin borcunu ödeyecektim. Yaşadığım hayatı bana bağışlayanlara vefa borcumu ödeyecektim. Kürşad’ı da bilecektim, Alparslan’ı da. Anadolu’ya beni getireni de beni Anadolu’da tutanı da. Türk mavisini sevecektim, peygamber yeşilini bilecektim. Bir lale motifini öylece geçmeyecektim, içime bakacaktım her görüşümde. Çalan türkünün sesini arttıracaktım. Bana bırakılana sahip çıkacaktım.
Atalarımın bin bir emekle bugüne getirdiği uygarlığı ilelebet payidar kılacaktım. Ahde vefa nedir öğrendim, insanın bildiğinden sorumlu olduğunu da. Nasıl olurdu da bildiklerime sırt çevirirdim, bunun hesabını önce kendime nasıl verirdim. Bilmenin yükü böyleydi işte. Öyle bir yüktü ki uykularımı kaçırdı ve ben bununla gurur duydum. Benim çok büyük bir borcum var bir de mefkûrem. Bir bayrak yarışı misali elden ele dolaşan, devam ettirilen bir mefkûrem. Bundan yüzlerce yıl önce Atam Oğuz Kağan başlattı bu yarışı, sonra ondan gelenler bir bir devrettiler bayraklarını. Kimileri birer komutandı kendi kulvarlarında teslim ettiler bayraklarını. Mete Attila’ya teslim etti, o bir başkasına, bayrak hep taşındı. Bazen Çin sınırlarındalardı bazen ise Anadolu’da, Avrupa’da. Kimileri bizim hayat tasavvurumuzu inşa ettiler. Bayrak Yesevi’den, Maturidi’ye ondan Ahi Evran’a, Hacı Bektaş’a, Yunus Emre’ye geçti. Kimileri mimar oldu, kimileri şair, kimileri ise yazar, kutlu bir lider. Herkes kendi imkanları çerçevesinde aldı bayrağı eline. Ben şanslıyım ki bu yolda tek başıma mücadele etmiyorum. Omuzlarımdaki bu yükü, ülkümü, kutlu mefkûremi paylaştığım, kendimi ve kim olduğumu öğrenme arayışındayken yoluma ışık tutan Mefkûre Mektebim ve birbirimize öğretmenlik-öğrencilik yaptığımız kıymetli ülküdaşlarım var. Biz biliyoruz ki bize düşen bayrağı devralmaktır. Milletimizin bize nerede ihtiyacı varsa orda bir nefer olmak, ilk atamızdan bize tekâmül ettirilen kutlu mefkûreyi bizden sonrakilere yetiştirmektir.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.