“Hakkınızı helal ediyor musunuz?” “Helal olsun.” “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” “Helal olsun.” Bir daha tekrarladı imam “Hakkınızı helal ediyor musunuz?”, “Helal olsun.”
Bir çığlık sesi yükseldi kalabalığın arasından: “Anne”. Bu bağıran Zeynep idi onca insanın arasından koşarak tabuta sarıldı: “Anne gitme ne olursun” diye ağlıyordu sadece, etraftaki insanlar Zeynep’i sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama ne fayda, annesini kaybetmişti Zeynep, nasıl sakinleşebilirdi ki.
İki sene evvel de babası vefat etmişti, annesiyle birlikte yalnız kalmışlardı o kocaman evde ama zaman içerisinde alışmışlardı yalnızlığa, annesi babasının yokluğunu hiçbir zaman hissettirmemişti Zeynep’e. Evet belki Zeynep’e hissettirmemişti ama kendisi sadece iki sene dayanabilmişti kocasının hasretine ve bırakıp gitti Zeynep’i bu kocaman dünyanın içinde.
“Ey muhterem cemaat” diye söze girdi imam, herkes ellerini açmış dua ediyordu, Zeynep hariç. O annesinin üzerine atılan toprağı izliyordu. Kalabalık yavaş yavaş azalmaya başlamıştı, gelen geçen Zeynep’in sırtını sıvazlayıp oradan ayrılıyordu ve bir müddet sonra mezarlıkta kimse kalmadı Zeynep’ten başka. O, annesiyle babasının arasında diz çökmüş öylece duruyordu, etrafa bakıyordu, ara ara ağlıyordu sonra geri susuyordu, içinden “keşke ben de sizin yanınızda olsaydım” diyordu. Saat beş olmuştu, hava kararmaya başlamıştı artık, Zeynep bir türlü annesinden ayrılamıyordu, toprağına sarılıyordu ve sürekli ağlıyordu. Artık yavaş yavaş oturduğu yerden kalktı, doğruldu ve arkasını dönüp evin yolunu tuttu. Zeynep’i artık zorlu bir hayat bekliyordu, tek kalmıştı, kendi başınaydı artık. Dışarıda bir sürü iş Zeynep’i bekliyordu, bir yerden başlaması gerekiyordu, annesinden ve babasından kalan bağı bahçeyi düzenlemesi lazımdı. Zeynep’in kimi kimsesi yoktu, güvenebileceği bir arkadaşı da. O sadece babasından kalma bağ bahçe ile oyalanıyor işi bitince akşam eve geliyordu…
Sadece Zeynep’in çok sevdiği komşusu Hatice Hanım her sabah Zeynep’in yanına uğruyor ve ona bir kap süt bir de bahçesinde yetiştirdiği yeşil çay bitkisinden koparıp getiriyordu. Zeynep de hasta olmamak için her sabah işe gitmeden yeşil çay bitkisinin yapraklarını bir güzel kaynatıp içiyordu. Bir gün Zeynep yine işten gelmiş ve yorgunluktan bir köşede uyuyakalmıştı ama sabah olduğunda kendisinde bir halsizlik hissetmiş ve yataktan kalkamamıştı, komşusu Zeynep’in hasta olduğunu öğrendikten sonra her gün Zeynep’e bir tutam yeşil çaydan kaynatıp içiriyordu ama Zeynep’in halsizliği geçmek bilmiyordu. Yavaş yavaş halsizlik ağrıya dönüşüyordu, sanki birileri Zeynep’in kemiklerini yerinden çıkarmak istiyormuş gibi ağrıyordu. Günlerce sürdü Zeynep’in ağrıları ve sanki günden güne daha da artıyordu, komşusu Hatice Hanım ise her gün Zeynep’e yeşil çay kaynatıp getiriyordu, Zeynep içiyordu ama hiçbir işe yaramıyordu ki daha da artıyordu sanki ağrıları. Zeynep artık dayanamıyordu vücudundaki ağrılara isyan ediyordu “Allah’ım neden geçmiyor ağrılarım?” Sanki isyan ettikçe daha da artıyordu ağrıları. Yavaş yavaş vücudunda yaralar çıkmaya başlamıştı, yaralar çıktıkça ağrıları daha da artıyor, ağrıları arttıkça yaraları daha da çoğalıyordu. Hatice Hanım, Zeynep’in bu haline dayanamamış ev ev, köy köy dolaşmaya başlamıştı, belki Zeynep’in yaralarına merhem bulabilirdi. Kime sorsa hepsi farklı şeyler diyordu “şunu sürerseniz iyi olur ya da şu otu kaynatıp içirirseniz iyi gelecektir” diye herkes bir şeyler söylüyordu. Hatice Hanım ise kim ne derse onu yapıyordu ama sanki Zeynep onları kullandıkça daha da kötü oluyordu. O hafta köye ilçeden doktor gelmişti, doktorun geldiğini duyan Hatice Hanım doktoru hemen Zeynep’in yanına getirmişti, Zeynep’i o halde gören doktor yüzündeki korkulu ifadeyi gizleyemedi ve “ne oldu sana?” diye Zeynep’in yanına yaklaştı. Zeynep’in yaralarını gören doktor “ilaç kullanıyor musunuz?” diye sordu ama Zeynep’in konuşacak takati yoktu, oradan Hatice Hanım lafa girdi “ben Zeynep’e her gün bu bitkinin yapraklarını kaynatıp içiriyorum doktor bey” dedi, doktor ise Hatice Hanım’dan o bitkinin yapraklarını istedi, yeşil çayı getiren Hatice Hanım doktora doğru uzattı, bitkiyi gören doktor yüksek bir sesle Zeynep’e “sen bunu her zaman içer misin?” diye sordu, Zeynep yine cevap veremedi doktora ve söze tekrardan Hatice Hanım girdi “ ben bunu Zeynep’e hasta olmasın diye veriyordum doktor bey” dedi. Evet Hatice Hanım haklıydı, yeşil çay bitkisi kışın soğukta hasta olmamak için içilen bir çaydı ama ne yazık ki Zeynep’in o çaya alerjisi vardı ama bunu ne Hatice Hanım ne de Zeynep biliyordu. Doktor Zeynep’e doğru dönerek hastalığın ilerlediğini ve yapacak hiçbir şeyin kalmadığını söyleyip oradan gitti. Bunları duyan Zeynep’in üzülmeye bile takati kalmamıştı, sadece kafasını yukarı kaldırdı ve gülümsedi, Hatice Hanım ise Zeynep’in arkasından sadece ağıt yakabildi.
Yaşarken bilinmiyor
Çektiği görünmüyor
Bahtı kara gelenin
Yazısı silinmiyor
Hatice Hanım çareyi hep dışarıda aradı; gezmediği köy kapısını çalmadığı ev kalmadı, kim ne verirse onu sürdü Zeynep’in yaralarına ama derdine derman olamadı. Çünkü Zeynep’in ilaca ihtiyacı yoktu, o sadece alerjisi olduğunu Hatice Hanım’ın da kendisinin de bilmediği bir ot yüzünden bu hale gelmişti. Zeynep’in günden güne artan ağrılarının nedeninin aslında her gün içtiği o şifa zannettikleri ama Zeynep’in canına mâl olan o ot olduğunu anlayamamıştı Hatice Hanım ve sadece bir öksüzün ardından ağıt yakabilmişti.
Bu Zeynep’in hikâyesiydi yaraları geçmeyen, ağrıları dinmeyen öksüz bir kız ve sonunda ölüm. Peki, Türk milletinin hikâyesi nasıl olacak? Yüzyıllardır acı çeken, ağrıları hiç geçmeyen ve çareyi sürekli dışarıda arayan bir millet düşünün bizim de sonumuz Zeynep gibi mi olacak? Peki, kim ağıt yakacak arkamızdan?
Türk milleti var olduğu günden bu yana sürekli ihanete uğramış, acı çekmiş, direnmiş ve hür bir şekilde yaşamak için sürekli mücadele vermiştir. Evet, mücadele vermiştir ama verdiği mücadeleyi hep unutmuştur, çektiği acıları da yaşadıklarından hiçbir zaman ders çıkarmamıştır, sürekli unutmuştur, düşmanının kim olduğunu fark edememiş ve onu iyi tanıyamamıştır.
Gelin birlikte Türk milletinin tarihine geniş bir pencereden bakalım; 735 yılına gidelim. Atam Bilge Kağan’ın yanına, koskoca bir milleti uyarmak için taşı kazıyan Bilge Kağan ne dedi bize: Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Türk milleti; Çin’in tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanma, aldanırsan öleceksin. Atam Bilge Kağan, uyardı bizi yapmayın dedi ama biz dinlemedik. Çin’in tatlı sözüne kandık, ipekten kumaşına aldandık.
Biraz daha günümüze yaklaşalım Osmanlı Devleti’ne gidelim, dedem Osman’ın kurduğu o muhteşem devlete ne oldu? Hasta adam dediler bize, evet haklılardı hastaydık, her yanımız yara bere içindeydi, ağrılarımız dinmiyordu ve her gün yeni yaralar oluşuyordu vücudumuzda. İlaç diye sürdüğümüz şeyler bizi gerçekten iyileştiriyor muydu yoksa daha mı kötü yapıyordu bilmiyorduk, bize ne söyleseler biz onu yapıyorduk. Ağrılarımızın geçmesi için bize dans etmemizi söylediler biz de dans ettik. “Vücudunuzdaki yaraların geçmesini istiyorsanız bize tahta kaşıklarınızı, oyalı yazmalarınızı verin” dediler bizde verdik ama hiçbir işe yaramadı, daha da açıldı yaralarımız, daha çoğaldı ağrılarımız. İlaçlarımız bunlar mıydı bizim? Bilmiyoruz ve inanmaya devam ediyoruz. Günden güne daha da artıyor ağrılarımız, her gün bir yerimizde daha yaralar oluşuyor, feryat ediyoruz, tüm cihan şahit oluyor feryatlarımıza. Gülüyorlar bize, hoşlarına gidiyor bu durum, “hani nerede o dünyaya nizam veren Türkler?” diyorlar. Ben de aynısını diyorum nerede dünyaya nizam veren Türkler?
Tam umudumu yitireceğim sırada yüzyıllar öncesinden bana seslenen atam Bilge Kağan’ın dediklerini duyuyorum “Ey Türk milleti işit! Üstte gök basmasa, altta yağız yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilir?” Evet biz Türk’üz dünyaya adalet dağıtmış, insanlara insanlığı öğretmiş bir milletin evlatlarıyız. Biz Çin’e kırk çerisiyle meydan okuyan Kürşad’ız, biz Anadolu’yu Türk’e yurt tutan Alparslan’ız biz çağ kapatıp çağ açan Fatih’iz, biz her yanı işgal altında olan vatanında milletini ayaklandırmak için Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’in ve biz mücadelesinden hiçbir zaman vazgeçmeyen Başbuğ Alparslan Türkeş’in evlatlarıyız.
Bak neler var dünlerinde
Acı tatlı günlerinde
Dumlupınar önlerinde
Mehmetçikten sor meydanı
Türk milleti yüzyıllardır aynı hatayı yaptı ağrılarının ve yaralarının sebebini fark edemedi, kim ne verirse o ilacı kullandı bundan dolayı da çok kez yenildi, düşmanını tanıyamadı ve ona inandı acele etti, düşünmedi ve bu yüzden de ölümle hep burun buruna geldi. Biz tarih boyunca çok kez yenilmiş olabiliriz ama bir o kadar da yendik, tarih bizi hep var etmek zorunda kaldı çünkü biz olmasaydık tarih olmayacaktı. Ama artık yenilmemeliyiz, güçlü olmalıyız, biz de varız demeliyiz, mücadele etmeliyiz, inandığımız davadan vazgeçmemeliyiz tıpkı geçmişte atalarımızın yaptığı gibi. Bizi yok etmeye çalışanlara karşı savaşmalıyız, onların balolarında vals oynamamalı, Ayşe teyzenin düğününde halay çekmeliyiz, onların taktığı tüylü şapkaları değil, anneannelerimizin işlediği oyalı yazmaları takmalıyız. Ağrılarımızın ve yaralarımızın geçmesini istiyorsak arkamıza dönüp bir bakmalıyız. Orada koskoca bir tarih ve bir sedirin üstüne oturmuş anneannemizi göreceğiz işte o zaman ağrılarımız dinecek.
Uyanınca Türk’ün özü
Gerçekleşir Tanrı sözü
Olur bir gün şu yeryüzü
İnsanlığın hür meydanı
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.