Türk çocuğu küçük yaşlarda geleceğini düşünürken hep büyük hayaller kurar. Ben de dünyayı kurtardığımı düşünür, ders kitaplarının arkasındaki Türkiye haritasını büyütür, Osmanlı haritasına bakarken iç geçirir ve keşke imkânım olsa da günümüz teknolojisini o zamanlara götürüp savaşları kazansam derdim. Merzifonlunun çadırına girip olacakları anlatmak istedim ama bana inanmaz galiba derdim. Tahsin Paşa’yı bir gün öncesinden tutuklayıp Selanik’in kaderini değiştirmek isterdim. 93 Harbini duyduğum ilk anı hatırlıyorum. Sanki Ruslar Yeşilköy’e değil de evimizin arka sokağına gelmiş gibi hissetmiştim. Balkan Bozgunundan sonra göç etmek zorunda kalan insanımızı gösteren bir fotoğraf karesine baktığımda gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Misak-ı Millî’den taviz verildiğini öğrendiğim derste rahmetli Gazi Paşa’ya kızmıştım. Nasıl vatan toprağını bırakır demiştim. Her zorluğun üstesinden korkusuzca gelen bu adam nasıl oldu da taviz verdi demiştim. Zamanla sebeplerini anladım ama üzüntüm cari. Bu satırları okuyan pek çok kişinin en az bir olayı benle aynı şekilde yaşadığına inanıyorum, belki daha şiddetlisini…
Sıradan bir Türk çocuğu dünya için sıra dışı isteklere sahip olmalı. Yoksa Türk olarak doğmanın kıymeti nedir ki? Ancak zamanla bu hayaller yok olur. Hayatın gerçekleri bazılarımıza bu istekleri unutturur ve bir yaştan sonra sıra dışı Türkler olarak sıradan hayatlar yaşanır. Bu da hayal kurmayı unutmaktan ileri gelir. Hayal kurmak unutulduğu anda amaçlar küçülür. Turan’dan daha gerçek sanılan ev almak, araba almak, plazada çalışmak gibi bir Türk için sıra dışı amaçlar edinilir. Sonuçta “başardım” denilen şeyler kişi ile birlikte mezara girer. Ya küçükken kurulan hayaller küçülmez de büyürse? 100 yıl önce toprağa verilen birinin hayalleri ile senin hayallerin birleşirse ne olur?
Bundan 148 yıl önce Mehmet Ziya adında Anadolu’nun içinde, Diyarbakır’da sıradan bir Türk çocuğu dünyaya geldi. Nispeten okuyup yazan bir aile içinde büyüyen bu çocuk milletin makus talihini yenmek için bazı hal çareler düşündü durdu, tıpkı bizler gibi… Fakat büyüdükçe sıradan bir Türk olmaya devam etti. 15 yaşında çok yaşaması gerekenin kim olduğunu anladı ve “Milletim çok yaşa!” diye haykırdı. Bunun bir bedeli olacağını pek tabi biliyordu. Kimin umurunda? Çünkü sıradan bir Türk doğru olanı yapar. Bir yanda karşılaştığı yanlışlara karşı tavır alırken diğer yandan öğrenme açlığını gidermek için Diyarbakır’ın bütün imkanlarını kullanmaya başladı. Sıradan bir Türk’ün yapacağı gibi bütün parasını sahaftan kitap almaya ayırdı. Ailesinden, amcasından gördüğü ile okuduğu, dışarıda anlatılanların çeliştiğini görünce bunalıma girdi. Bir silah buldu ve sıra dışı bir şey yapıp kendi kafasına ateşledi. Allah bir ömür biçmiş ki mermi onu öldüremedi. Bu olaydan sonra ağzından tek bir cümle çıkacaktı: Silahım bana ihanet etti!
Onun için öğrenmenin bir sınırı yoktu ve her sıradan Türk çocuğu gibi kendisini sınırlandıran şeylerden kurtulmak için mücadele etti. Sonunda kendisine dar gelen Diyarbakır’dan çıkıp iş sahibi olmak için değil daha çok öğrenmek için İstanbul’a gitti. Burada milletin ne büyük tehlikelerle karşı karşıya kaldığını görünce yine aksiyon aldı ama Türk devletini idare eden sıra dışı insanlar onu geri dönmek zorunda bıraktı. O ise yılmadı kısa İstanbul hayatında öğrendiklerini Diyarbakır’da uyguladı ve millete zulmedenlerle mücadele ederek işe başladı. Şaki İbrahim’i kovdu, dergiler çıkarttı, okudu, yazdı… Öyle şeyler yazdı ki aksi Selanik’ten duyuldu ve bu kez bu sıradan Türk’ü herkes tanıdı.
Selanik’e yerleşen Mehmet Ziya artık milletin kaderini değiştirmeye başlamıştı. Elinde kalemi ve kafasındaki fikirler onu Mehmet Ziya olarak kalmasına müsaade etmedi. Artık herkesin bildiği başka bir adı vardı: Gökalp. İşte o Gökalp olduğunda sıradan bir Türk olarak kurduğu hayalleri kendisinden önce de kurmuş sıradan Türkler ile birleştirdi. Onun adına mefkûre dedi. Onun için mefkûre milletin var olma amacıydı. Mefkûresizlik ise bir insanı yok ederdi. Kendi intihar teşebbüsünü yıllar sonra bu şekilde açıklayacaktı. Mefkûresizlik, yani ülküsüzlük. Sıradan Türk çocuklarını; sıra dışı Türkler, sıradan insanlar yapan işte bu ülküsüzlüktür. Ülküsüz insan gayet normaldir fakat ülküsüz Türk? İşte o sıra dışı olandır.
Gökalp sıradan bir Türk olarak sadece Türk ülküsünü yaşmakla kalmadı, onu unutan millete yeniden hatırlatmak için tüm gücüyle çalıştı. Küçük yaşlardaki Türk çocuklarından başlayarak toplumun her kesimine hitap etti. Şiirler, hikayeler, yazılar yazdı. Binlerce yıl öncesinde yaşamış ülkü sahibi sıradan Türklerin ürettiklerini bu günlere taşıdı. Millete savaş açmış olanlarla mücadele etti. Onları Mohaç Ovasında kılıç sallayan sipahiler gibi darmadağın etti. Bu ise onu daha büyük işler yapmaya itti. O savaştıkça düşmanı arttı. Sıradan insanlar yabancılarla birlik olup onu yargılamaya kalktı. Gökalp ise mahkeme salonlarında gerçeği haykırmaktan geri kalmadı. Bir sabah uyandığında çok sevdiği vatanından uzaklara sürgün ettiler onu. O ise sürgüne giderken dahi geleceği düşünüyordu. Kendi geleceğini değil, milletin kaderini. Kendisi gibi millet dâvâsının üyeleri bile onu anlayamadı başta ama Gökalp onlara öyle şeyler anlattı ki hepsi sonunda kendilerini yok edecek şeyin bir İngiliz kurşunu değil, mefkûresizlik olduğunu anladı.
Vatanın her yanı işgal edildiğinde dahi yılmadan çalışan bu sıradan Türk, vatan kurtulduktan sonra ne yapacağız diye düşündü. Buna yönelik küçük bir mecmua bile çıkardı. Bu Küçük Mecmua’nın etkisi ise büyük oldu. Artık Türk devleti, sıradan Türkler tarafından idare ediliyordu. Gökalp’ın mefkûresi onlarda da vardı. Gökalp artık daha güçlü bir şekilde çalışabilecekken Allah’ın onun bedenine verdiği ömür sonlandı. Mefkûre sahibi herkesin gözlerinden yaşlar akan büyük bir cenaze ile sadece bedeni defnedilebildi. Fikirleri ise bugün dahi sıradan Türk olmak isteyenleri bekliyor.
İşte sıradan bir Türk’ün özetin de özeti niteliğindeki hayatı. Onun mücadelesi ülkü sahiplerinin mücadelesidir. Gökalp asla şahsı için bir gelecek hayali kurmamıştır. Onun hayalleri Adriyatik’ten Çin Seddine ancak sığabiliyordu. Bu büyük ülkü onu 100 sene sonra yaşatmaya gayet yeterlidir. Hatta böyle sıradan Türkler hiçbir zaman ölmezler. Ülküleri, ülkü sahipleri var oldukça yaşar.
Şimdi kendimize dönüp bakalım. Biz nasıl yaşıyoruz? Hangi hayali gerçek kılmaya çalışıyoruz? Sizce Gökalp sıradan bir hayat mı yaşadı? Hayır, sıradan Türkler sıradan hayat yaşamamalı. Sıradan Türkler büyük ülküler peşinde koşmalı. Çocukken kurulan hayalleri bugünlerde dahi yaşayabilecek hâle getirmeli. Türk milliyetçileri ise mürşitleri olan bu sıradan Türk’e yakışanı yapmalı. Ülkülerini yaşatmalı ve anlatmalı. Sıradan Türkler olarak sıra dışı insanlar olmalıdır.
101 yıl önce Gökalp Türkçülüğün Esasları’nı belirlediğinde şu cümleyi söyleyecektir:
Ey bugünün Türk genci! Bütün bu işlerin yapılması asırlardan beri seni bekliyor.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.