Türk mütefekkiri, sosyoloğu, Türk milliyetçiliğinin bilimsel temellerini atan Ziya Gökalp, Osmanlı enkazından Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin fikrî mimarıdır.

Bazı ideoloji meftunları veya kendilerini dindar sananlar, Gökalp’a karşı çıkarken ya anlamamışlar ya saptırmışlardır. Gökalp, Emil Durkheim’in Türkiye temsilcisi değildir. Ondan istifade etmiş (bilim aynı zamanda böyle bir şeydir) ama ona teslim olmamıştır, onu aşmıştır. Bazı örneklerini vermeye çalışacağız. Bugün bizim sosyoloji seviyemiz, Ziya Gökalp’ı aşamamıştır.

Gökalp astronomi alanında Batlamyus’u tarihe gömen Kopernik gibidir. Güneş Dünya’nın etrafında dönüyor diyen Batlamyus kâinatı gitmiş, Dünya Güneş’in etrafında dönüyor gerçeği gelmiştir. Nedir o güneş ve dünya? Gerçek ve insandır. Artık gerçeğin, insanın etrafında döndüğü zannedilmeyecektir, insan gerçeğin yörüngesine oturacaktır. İnsanın gerçeği o zaman daha iyi anlaşılacaktır.

İnsan kılıçla toplumu inşa ediyordu. İmparatorluk gibi büyük toplumlar meydana getiriyordu. Ancak toplumsal doğal gerçeklerin, daha önemlisi insanın kendi gerçeğinin farkına varamıyordu. Batıda bu, fert ve toplum (sosyoloji), toplum içinde fert (sosyal psikoloji) şeklinde gelişecek, Gökalp bu gelişmelerin millî tarafını bize anlatacaktır.

Ziya Gökalp, bize milletin ne olduğunu ve ne olmadığını en güzel, en orijinal şekilde anlatmaya başlamıştır. İşte Durkheim ve benzerleri önce burada Gökalp’tan geride kalmışlardır. Çünkü Gökalp sosyolojisinin içinde, Batı sosyoloğunda olmayan veya belli edilmemiş bir ruh vardı. On dört asırdır anlamakta zorlandıkları, bazılarının din diye kutsal bir alış-veriş merkezi uydurdukları İslam, Gökalp’te yoktu, yakalamaya çalıştığı gerçeği toplumla tekrar barıştırmak isteği vardı. Bunda ne derece başarılı olabildi, elbette müzakere edilebilir bir konudur. Fakat bir ufuk açtı.

Millî Aidiyet

Gökalp’a göre milletler, ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, tek başına ırkla, kavimle, din ile, ferdî irade ile, siyaset ile ve coğrafya ile tanımlanamaz, izah edilemez. Tek başına bunlar milleti anlatmaya yetmez. Dünyada aynı ırktan, birden fazla millet oluşmuştur. Irk ve kavmiyet ilkel dediğimiz toplumlarda bile saf şekilde bulunmayabilir. Kaldı ki diğer bazı kültürleri toplayan kurucu kültür, yani ana kavim haline gelmiş kavim, genellikle süreçte millete doğru evrilir. Esir almalar, hicret ve sığınmalar, kız alıp vermeler, saflığı aynı tutmaz ama parçaları bütüne bağlar, geniş bir alana taşınır. Ama kurucu kültür merkezliği değişmez. Gökalp aynı kavramları, aynı kelimeleri kullanmaz ama bunu anlatır. Din, inananların birliğini sağlar, kültüre de nüfuz eder, çok önemlidir fakat farklı kültür kimliklerinde aynı din bulunabilir. Millî kimlikte yaşanan fakat başka millî kimliklerde de bulunan aynı dine, bugün üst kimlik diyoruz. Endonezyalı, Malezyalı, Arap vb. Müslümanlarla beni birleştiren kalp birliği, kıble (yöneliş) birliği, birleşik metafizik hava, farklı milletler oluşumuzu engellemez. Gökalp’a göre coğrafya da milleti izah etmeye yetmez. Farklı coğrafyalarda, aynı milletin şubeleri bulunabilmektedir. Siyasî birliktelik, milleti değil, devleti ifade eder. Millet siyasî birlikle sınırlı değildir. Ferdî irade de milleti anlatmaya yetmez. Aidiyet duygusu önemlidir ama aldatıcı olabilir. Çünkü ferdî iradede keyfilik bulunabilir. Fert kendini istediği bir aidiyete keyfi olarak bağlama hürriyetine sahip değildir. Mesela ben, kendimi Sezen ailesinden değil de başka bir aileden addetme hürriyetine sahip olamam. Bir derneğe ait olmada bile, bunu oluşturan bir zemin, bir alt yapı, bir bağlılık mecburiyeti söz konusudur. O halde millet nedir? Gökalp’a göre millet, dilce, dince, ahlâkça, bediiyatça (estetikçe) müşterek olan, aynı terbiyeyi almış, ortak iradeye, birlikte yaşama azmine sahip, geleceğe ait müşterek arzuları olan fertlerden mürekkep (bir arada oluşmuş) bir toplumdur. Gökalp burada halkın pratik kullanımına yer verir: “Dili dilime, dini dinime uyan” insanlardır.

Millet dediğimiz toplum tipine varabilmemiz için, Gökalp’ın sosyal grupları tasnifini de bilmemiz gerekir. Ona göre sosyal gruplar, tarihi süreci içinde üçtür: Cemia, câmia, cemiyet: Kısaca ifade edersek cemia, klan (semiyye) tipinden başlayarak aşiret, kabile, kavim (etnik grup) seviyelerine çıkan ilk gruplardır. Bunlardan biri diğerlerini hâkimiyeti altına alır, genişler, büyük bir toplumlar grubu oluşur. Çok kavimli, çok kültürlü, çok dinli ama aynı siyasî ve askerî otoriteye bağlı bir topluluktur bu. Gökalp buna câmia diyor. Sonra bunlar parçalanır, dağılır, yeni bir tip çıkar. Bu tip eski ilk haldekiler değildir. Yeni bir gruptur. Gökalp buna cemiyet demiştir. Cemiyet kavramıyla millet kavramını eşleştirmiştir. Bu tasnif orijinaldir. Tarihî sürece uygundur. Millet birdenbire ve ilk zamanlarda ortaya çıkmamıştır. Gökalp’a göre “her kavim” millet olmaya çalışan bir milliyettir. İnsanlık, kendi ifadesini milliyet kavramında bulmaktadır (Bkz. Ziya Gökalp, Millet Nedir, Milli İktisat Neden İbarettir, Makaleler VIII, s. 76).

Gökalp’a göre millet kendi şartlarına göre inşa edilmiş, bağımsız bir toplumdur. Manevî-ruhî birlik önemlidir. Dince, vicdanca, mefkûrece müşterek bir toplumdur. Mefkûre kavramına dikkat çekmek istiyorum. Yabancı bir kelime olan ideal kelimesi yerine kullanılmıştır ama Gökalp’te daha şümullüdür. Gökalp tarafından üretilmiş, Türkçe ailesine katılmıştır. Kök itibarıyla, yani malzeme olarak Arapçadan gelme bir kelime gibi görünür fakat Arapçayla ilgisizdir. Türk dil laboratuvarında üretilmiştir. Gökalp’ta geçmiş ve gelecek çizgisi mefkûre kavramına bağlanmıştır. Mefkûreden sonra millî vicdan doğar (Bkz. Türkçülüğün Esasları, s. 53). Millî vicdan nerede teşekkül etmişse, artık orası müstemleke olma tehlikesinden kurtulmuştur. Milli vicdan bütün ilerlemelerin ve bağımsızlığın kaynağıdır (T. E. 56-57). Mefkûre ve millî vicdanı karanlıktan sonra doğan güneşe benzeten Gökalp’a göre, felaket ve buhran devri (karanlık dönem) geçtikten sonra ruhlarda doğmuş olan mefkûre güneşi sönmez, icap ettiğinde hep devam eder. Mefkûre konusunu daha tafsilatlı görmek isteyenler, Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak kitabının mefkûre bölümüne başvurmalıdırlar.

Ziya Gökalp’ın oluşturmaya çalıştığı sosyal sistem, elbette millet, milliyet, millî devlet, millî mefkûreden ibaret değildir. İnsanlar arasında iktisadî, sosyal, siyasî ahengin, uçurumları ortadan kaldırmanın, yani sosyal adaletin gerçekleşmesini, liberal kapitalistlerin anlayışına, komüncü felsefeye ve ideolojiye göre almamış, paylaşımcı, dayanışmacı esaslara göre ele almıştır. Sınıf esasına göre değil, meslek ve iş bölümü esasına göre farklılıkları değerlendirmiştir. Eşitliğin ve farklılığın normalleşmiş siyasî boyutunu, “halkçılık” kavramına vurgu yaparak belirlemiştir. Ona göre halkçılık, demokrasinin Türkçe karşılığıdır (“Irklar Arasında Müsavilik [eşitlik]”, Makaleler IX, 53). Gökalp’a göre yeni Türkiye’nin hedefleri, Türklük sahasında Türkçülük, siyaset sahasında halkçılık olmalıdır (agm. 53). Gökalp, eşitlik konusunda önde gelen bir söz sahibidir ve aydınlatıcıdır. Ona göre demokrasi (halkçılık) için temel alınacak şey, insanların eşit kabul edilmesi şartıdır. İnsanların ve ırkların, kadın ve erkeğin, sınıfların, milletlerin eşitsizliği, diğer birçok eşitsizlik, suni olup, bunların yerine kabiliyet ve iş bölümüne dayalı, doğal farklılıklar konmalıdır. Irk olarak, millet olarak, kadın erkek olarak insanlar eşittirler. Toplumun husule getirdiği ayrılıkları, yine toplum giderebilir (Bkz. Makaleler IX, 58-82). Irkları temelde eşit kabul eden Gökalp’ı ırkçı zannedenler, onu tanımamaktadırlar ve utanmalıdırlar. Gökalp Türkçülük derken, Türk milletinin meselelerine eğilmeyi kastetmektedir. Irkçı olmak için ön şart, kendi ırkının üstünlüğünü kabul etmek, diğer şart, öbür milletlere hayat hakkı tanımamanın yollarını aramaktır. Gökalp’ta bunlar var mıdır? Gelecekte kendi kimliği ile var kalmayı istemek ırkçılık olabilir mi?

İnsan için iki kavram önemlidir ve öne çıkarlar: 1. İlke. 2. Hedef (Amaç, gaye). İkisinin ahengi için mefkûreye başvurabiliriz. Gökalp’a göre milliyetçilik mefkûre cinsinden, insanlık (insaniyet) ise hedef cinsindendir. Böyle kabul etmek mümkündür der. Mefkûre bizi arkadan iten, gizli bir kuvvettir. Hedef, tasavvurlardan ibaret olup, henüz müşahhas bir hakikat olmadığı halde, mefkûre müşahhas bir hakikattır. Mefkûre ma’şerî, hedef ferdîdir. Özellikle bunalımlı zamanlarda mefkûre kendini gösterir ve toplumda müşterek vicdan hâkim olur. Müşterek vicdan, toplumsal kimlik haline gelmiştir. Tıpkı vicdanın ferdiyet ve şahsiyette, bilinçli kimlik haline geldiği gibi. Bu dünya ve insanlık genelinde, eriyip kaybolmaz. Unutulmamalıdır ki Gökalp ferdî ve toplumsal kimlik ve şahsiyet meselesini, hiçbir zaman, bugünkü deyişle küreselliğe kurban etmemiştir. Ona göre bir milletin mahvolması, orijinal bir kültürün ortadan kalkması demektir (İçtimai Neviler; Hedefler ve Mefkûreler; Milletler Cemiyeti; Milletlerin Gelişmesi, Makaleler VIII, 36-37; IX, 168-174, 72-76).

Kültürün medeniyetle birleşen ve ayrılan esaslarının yorumunda, Gökalp hâlâ aşılamamış bilimsel niteliğini korur. Bilimselliği, pratik örneklerle de yansır. Milletler ve insanlık için, fert ve topluluk için, çarşı esnafı örneği, önemli bir örnektir. Milletler medeniyet itibariyle benzerliğe doğru gidiyorlar, fakat kültür itibarıyla birbirinden ayrılmış olmaya devam ediyorlar, der. O halde milletlerarasını medeniyette, milliyeti kültürde aramak lazımdır (Z. G. Millet Nedir? Makaleler, VIII, 159).

Bilimsel anlamda Osmanlı gerçeğinin ne olduğunu, Ziya Gökalp’tan ve o fikir ikliminde yetişen Mümtaz Turhan, Orhan Türkdoğan, Niyazi Berkes gibi bilim mücahitlerinden öğrendik. Bu konuya özel olarak eğilmek gerekir.

Gökalp’ı Eleştirenler ve Din Anlayışı

Seksen yıl öncesinden başlayarak bazı yazarlarımız, Türkiye’deki bilim ve zihin dünyasında bir yer edinebilmek için olsa gerek, Ziya Gökalp’ı tenkide yeltenmişlerdir. Tenkit hakkı, aynı zamanda bilimsel bir hak olarak kullanılabilir ve kullanılmıştır. Fakat iftiralardan bile çekinmemek, bu hakka dahil olmamalıydı. Ziya Gökalp tenkit edilemez diye de bir şey yoktur. Fakat bu; iyi anlayarak, şartları değerlendirerek, insafı terk etmeden yapılmalıdır. Yıkılmaya, parçalanmaya, yok olmaya yüz tutmuş bir milletin, o günkü şartlarında, Gökalp’ı değerlendirmek lazımdır.

Daha çok iki noktadan Gökalp’ı tenkitleri görüyoruz: Durkheim taklitçisi ve toplumu ilahlaştırması, buna bağlı olarak İslam’ı aynı pozitivist anlayışa göre değerlendirmesi. İkisinde de haksızlık vardır.

Durkheim’den yararlanmasına dayanan bir peşin hükme kapılan bazı yazarlar, milli toplumlara doğru giden toplum gereğinin hâlâ ya farkında olmamışlar ya önem vermemişlerdir. “Sen ben yok biz varız,” “hak yok vazife vardır” derken, toplum denen bir gerçekten neredeyse habersiz olanlar için bu gerçeğe vurgu yapmak ve neredeyse bilinmeyen millî şuuru hatırlatmak istemiştir. Orhan Türkdoğan, bu peşin hüküm sahiplerine, bunların motivasyon örnekleri olarak göremediklerini söyler. Tıpkı bin yıl kimliğini unutmuş, adını bile söylemekten korkan, aşağılanan, aşağılık duygusuna kapılan, hakaret ve düşmanlık edilen Türk milletini motive etmek için (bilinçli hareket ettirmek için) “Ne mutlu Türküm diyene” dendiği gibi. Ne Gökalp ferdi inkâr eder ne Mustafa Kemal Atatürk ırkçı biridir. Benzetmeye çalıştıkları Durkheim de sosyal bilimlerin hareket noktasını toplum olarak değerlendirmiştir. Böyle yapmazsanız zaten sosyoloji yapmış olmazsınız. Liberal kapitalistler, ferdi ne kadar tanrılaştırmışlarsa, Durkheim de böyle yapmıştır. Buna ferdi veya toplumu tanrılaştırmak denmez. Olsa olsa mecazî bir anlam vardır. Bunlar, Allah yok madde vardır diyen maddeci felsefeciler gibi, toplum yok fert vardır veya fert yok toplum vardır dememişlerdir.

Gökalp’in, İslam’ı pozitivist bir anlayışla ele aldığına gelince; on dört asırdır, İslam’ın başına gelmedik bir şey bırakmayan, İslam’ı, “Tevhit anlayışına bazı yeni kurallar eklenmiş bir Arap kültürü” olarak gören, yani olayın yeni bir yüzü olarak algılayanların kendi kendileriyle çeliştiği bir meseledir. İnsanın toplum hayatına olanca yer veren İslam’ı Hindin mistisizmine benzeten, öbür taraftan Kutsal Kitabı anlamadan okuyup ezberleyen, taklidi ve şekilperestliği ayyuka çıkaran bir zihniyet pozitivizmden söz etmektedir. İslam’ı Türk’e ve Türkçeye de mal ederek anlamak ve buna göre ne yaptığını ne yapacağını bilmek isteyenler, ilke ve hedefleri gözetmek isteyenler, pozitivist oluyor da budanarak gelenekselleştirilmiş, kemikleşmiş din diye olayın kendisini kutsallaştıranlar pozitivist olmuyor. Artık buna inanmamaya başlanmıştır. Aklı başında, vicdanı işlek kimse, İslam’a inanmakta ama İslamcılara ve İslam’ı Arap kültüründen ibaret görenlere inanmamaktadır.

“Ziya Gökalp ve Türkçülükte Din Meselesi” konusunda, Erol Güngör 1992’de yazdığı makalede der ki: Türk milliyetinin bütün unsurları gibi, dinin de yeni Türk hayatındaki yerini ilk defa Ziya Gökalp anlatmıştır. Onun din anlayışı, münakaşa konusu olmaktan kurtulamamıştır. Bir tek kişinin görüşleri, ne kadar âlim olursa olsun, herkesin uymak zorunda bulunduğu birer ilke veya kanun sayılamaz. Bu yüzden Türk milliyetçiliğinde dinin yeri hakkında bir kanaat edinebilmek için Ziya Gökalp’a bakarak hüküm vermek elbette söz konusu değildir. Fakat onun üzerinde dikkatli bir araştırma yapıldığında, pek çok münakaşanın büyük ölçüde yersiz anlaşmazlıklardan ibaret bulunduğu görülecektir (Yeni Düşünce, 25 Ekim 1991).

Diyoruz ki; genel olarak dinin, inancın, dinî duygu ve amellerin toplumdaki yeri hakkında Gökalp, Durkheim gibi düşünmektedir. Hatta Durkheim, toplumdaki her şeyi, topluluk üyelerinin her şeyini dine bağlamakta, bunları din ile açıklamaktadır. Durkheim’e göre toplumun başlangıç şekilleri, dinin başlangıç şekillerinden ibarettir. Gökalp da din ve toplum ilişkisinde, sosyolojik çerçevede aynı kanaatlere sahiptir. İslam anlayışında karşılıklı toplumsal önem bakımından da aynı düşünür. Ancak İslam’ı bu sosyolojik çerçevede bırakmaz. Bugün bizim açıkça ifade ettiğimiz gibi ama o açıkça dillendirmeden, İslam’ı sadece din olarak görmez. İslam dindir ama dinden ibaret değildir. Gökalp bu durumu geçiştirmemiş, değerlendirmiştir. Ona göre İslam gibi bir din, insanı veli ve peygamber seviyesine yükseltebilmektedir. Maddiyatla uğraşanlar, insanların ruhlarını yükseltemezler. Din; ahlâkî, estetik bütün duyguları yükseltir. Din hepsinden üstündür. Kutsal olan, mutlak surette iyidir. İlim ile dini karşılıklı mütalaa ettiğinde de dinden vazgeçmediği gibi, ilmin kendi başına ve dinden uzak kaldığı takdirde insanı tatmin edemeyeceği kanaatindedir (Bkz. Makaleler I, 102). Gökalp’ın burada bahsettiği din, Durkheim’in, klandan başlayarak topluluktan doğurttuğu, toplumdan yansıyan din değil, “Peygamber ve Tevhit” safhalarının son zirvesi olan İslam gibi bir dindir. Ancak Gökalp, Durkheim’in dininden öte bir dinden söz etse de onu toplumdan koparmış değildir. İslam gökte asılı bir fener değildir. Bu dünyayı aydınlatmak için gelmiştir. Din bu dünyaya aittir ve ahirette din yoktur. Ahirete hazırlayan din (yol) bu dünyadan geçer. Dünya ve toplum söz konusu olunca, harsa (ekine-kültüre) nüfuz etmezse, onunla hemahenk olmazsa, bu dünya hayatına girmemiş olur. Tek tek insanların inanç ve kanaatleriyle sınırlı bir din olmaz. Sonra, ahiretin daha önemli olması, bu dünyanın önemsiz olması anlamına gelmez. Bu dünya söz konusu olunca toplum söz konusu olur. Fertler toplum halinde yaşadığına göre din hem ferdî hem toplumsaldır. Bu basit bilgileri bile birçok dindar gözden kaçırmaktadır. Toplum ve onun yer aldığı dünya önemlidir. “Yarın kıyamet kopacağını bilsen bile, elinde hurma fidanı varsa onu hemen dik” diyen kimdir?

Gökalp, Durkheim’in din anlayışına, mahkûm olmamıştır. Ama yüksek bir din bile ona toplumdan vazgeçmemeyi telkin etmiştir. Topluma vurgu yapacaktı, hele ki yaşadığı devirde…

Toplum değerlerini (ma‘rûfu) Kuran’a dayanarak izah etmek isteyen, İslam ailesi ve cahiliye ailesi mukayesesi yapıp, İslam’ın ailedeki yeniliğini anlatan, fıkhı hem ilahi hem toplumsal boyutuyla ele alıp yorumlayan, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini hem ilahî hem toplumsal (zaten irtibatlıdır) boyutuyla açıklayan bir Gökalp var karşımızda. (Hüsn ve Kubuh, Fıkıh ve Sosyoloji, İslam Ailesi, Örf Nedir makalelerine bakınız). Din konusunda Gökalp’ın Durkheim’den farkı açık olarak ortadadır. Durkheim geride kalmıştır. Farkın delillerinden biri de dinin evrenselliği meselesidir. Durkheim’de bir topluluktaki inanç ve amel düzeninin, başka toplulukta aynısı yoktur. Dinin evrenselliği, her toplumda bir din bulunmasından ibarettir. Herhangi bir toplumdaki dinin başka toplumlarda geçerliliği yoktur. Vahiyle gelen bir dinin, her toplumda, o toplumun kültürel kimliğinde yansıması başkadır (bu farklılık, dinin farklılığını göstermez), her toplumun ayrı bir dine sahip olması başkadır. Gökalp; İslam’ı sadece Arap’a ait, Türk’e ait veya bir başka kavme ait saymamıştır. Hatta bu işin siyasi boyutu olan halifeliği yorumlamış, müşterek başkanlıktan, müşterek dini ve ilmi müesseseler kurulmasından söz etmiştir. Ona göre, haklı olarak, halifelik asla kutsal bir yönetim makamı değildir ama Müslüman milletler tam bağımsız olmak şartıyla ve kendi iradeleriyle müşterek bir makam kurabilirler. Dinî şart değildir ama dağınıklıktan kurtulma ve yanlışlıkları azaltabilme imkânıdır. Başka hiçbir İslam ülkesinin bağımsız olmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu dönemde, Mustafa Kemal Atatürk de ihtimal Gökalp’tan ilham almış olarak, gerekirse, meclis ve başkanlığın, millî irade ve millî yönetimi asla başkasına bırakmamak şartıyla, İslam milletleri müşterek meclis, müessese ve başkanlık tesis edebilirler, demiştir. Fakat o gün, bugün değildir işaretini ihmal etmemiştir (Bkz. Nutuk, c. II, 950, Kültür Bakanlığı e-kitap).

İslam gibi bir din de olsa, toplumdan ayağını çekmeyen Gökalp, Kuran’ın “ma‘ruf” ve münker” kavramlarına dikkatimizi çeker. Ma‘rûf Kuran’da önemli bir yer tutar. İslam’ın toplumla ilgi ve bağının önemli yönlerinden birini, Gökalp burada yakalamıştır. “Ma‘rûf bir söz (toplumca iyi diye bilinen bir söz), arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir…” (Bakara, 263); “(Boşanacak olan kadınlar) iddet müddetlerini doldurduklarında, onları ya ma‘rûf içerisinde (toplumca kabul edilmiş meşru-iyi ölçüler içinde) tutun (boşamayın) veya onlardan ma‘rûf ölçüler içinde ayrılın…” (Talâk, 2). “Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker…” “Sizden hayra çağıran ve ma‘rûfu emreden (toplumca meşru ve iyi olanı emreden), münkerİ (toplumca çirkin ve gayrı meşru olanı yasaklayan) bir topluluk mutlaka bulunsun.” (Âl-i İmrân, 104). Buradaki ma‘rûf, iyi ve iyilik, münker, kötü ve kötülük anlamlarında değildir. Toplum vicdanınca ve irfanınca iyi bilinen, toplum vicdanı ve irfanınca kötü bilinen anlamındadırlar. Ayette, dikkat edilirse iyi ve iyilik (hayır) ayrıca zikredilmiştir. Hayra (iyiye ve iyiliğe) davet edilmiş (yed’ûne), ma‘rûf ise emredilmiş, münker yasaklanmış bir iştir. Çünkü iyilik emirle olmaz. Mesela birine yardım etmek emirle olmaz. Çağırmakla, istemekle, hatırlatmakla olabilir. Emirle yapılan yardım, emirle yaptırılan bir iyilik, zaten iyilik olmaktan çıkar. Ama toplum, ma‘rufunu emreder, münkerini nehyeder. Bu olmazsa toplum, toplum olmaktan çıkar. Onun için ayet, bunu yapan bir grup mutlaka bulunsun diyor. Ziya Gökalp sosyolojik bir mesele olan ma‘rûf ve münkeri, Kuran’a göre yorumlayarak değerlendirmiştir.

Toplum, fertlerin matematik bir toplamından ibaret olmadığı, ferdî ruhların imtizacından gelmiş kendine has bir özel olgu olduğu gibi, sosyal kurallar da biyolojik ve psikolojik tabiatın dışındadır. Sosyal olgunun kendine has bir tabiatı vardır. Gökalp’a göre örfü, ma‘rûfu, münkeri, toplumda açığa çıkan her fiilde değil, sosyal bir iman ile inanılan, sosyal bir aşk ile sevilen kurallarda aramak gerekir. Bu kurallar, mefkûreye, millî vicdana dönüşmüştür. İslam da toplumca iyi ve meşru olanların, topluma mal olmuş iyi işlerin kaybolmasını istemiyor, çirkin ve kötülerin de bilinmesini istiyor. Hz. Peygamber şöyle diyor: “Cahiliye çağındaki ahlâkını İslam’da da muhafaza et, misafiri ağırla, yetime ikram et ve komşuna iyilikte bulun.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 425). Çünkü bunlar, İslam’dan önce de bilinen ve uygulanan faziletlerdir. İslam’dan önce dünyada hiçbir doğru şey yapılmamış ve söylenmemiş olabilir mi?  İslam’ın devrimini doğru yerlerde aramak gerekir. Devrim adet ve örf ihdas etmez, bunları iyi ise devam ettirir yahut bunları ayıklar veya kaldırır.

İslam, ma ‘rûfu emrediniz, münkerden nehyediniz derken, bu işi, fertlere değil, hükmi şahsiyete, yani grup iradesine bırakmıştır (li-tekun minkum ümmeten). Bir ümmet (topluluk) bulunsun, ama sizin içinizden. Esas yetki toplum şahsiyetinde, yani teşkilatındadır. Pratikte bu, devlete ait demektir. Devlet birine, şu şekilde iyilik yap diyemez. İsteyebilir, bu isteği eğitim sistemine alabilir. Ferde buyruk haline getiremez. Fakat devlet, vatan savunmasında bulunacaksa, savaşa katılacaksın diyebilir, askerlikten kaçanların yakasına yapışabilir. Evlenme boşanmaları, hukuka da yansımış olan ma‘rûfa göre disiplin altına alabilir. Millî vicdan haline gelmiş olan ma‘rûf ve münkeri bu çerçevede değerlendiren Gökalp, sosyolojiye pek çok yenilikler getirmiştir. Henüz bağımsız bir bilim dalı haline gelmemiş bulunan bir devirde, faydalanılacak bir “din sosyolojisi” yapmıştır.

Sosyoloji toplumla ilgilidir ama o topluma da kaynak aramak, yasak olmaz. Toplumu denize benzetirsek, denizi üstten ve alttan besleyen kaynaklara bakmak, aklın da bilimsel alanın da dışında olmaz. Efkâr-ı umumiye (kamuoyu), hukukî teamül, ahlâkî adet, sosyal vicdan, hepsi ferdî iradelerin üstünde olduğuna göre, onlara hâkim olan kudret, Gökalp’e göre ezelî irade olmalıdır. Toplumu aşmak isteyerek özellikle burada, Durkheim’le farklılığını ortaya koymuştur. Örfün yanında nassı zikreder. İnsanları etkilemesi, sosyal vicdanı oluşturması, millî mefkûreyi harekete geçirmesi bakımlarından yalnız toplumu değil, onu aşan ezelî iradeyi hesaba katmıştır. Gökalp’a din adına karşı çıkanlar bunun farkında değiller midir?

Nass, ilahi bir mahiyeti haizdir, der Gökalp. Bazı nassların örften doğmuş olabileceğini (İmam Yusuf’a uyarak) söylerken, bütün nasslar için bunu söylemez. Fakat ilahi nassların da örfleşmeye gitmiş olduğu kanaatini ifade eder. Sonunda iş şeriatla bağlanacağına göre (kurallar, kaideler, kanunlar), farklı bir din sosyolojisi oluşmuş olur. İslam toplumlarında İslam Fıkhı, Gökalp’a göre iki kaynağa sahiptir: Naklî şeriat, sosyal şeriat. Naklî şeriat semavi (vahyi) kısımdır ve mutlak kemal halindedir. Bu kısım terakki ve tekamülden (ilerleme ve gelişmekten) münezzehtir. Sosyal şeriat ise, sosyal hayat gibi daimî bir oluş halindedir. Yani değişir ve gelişir. İslam ümmeti, tekâmül etmeye yalnız kabiliyetli değil, aynı zamanda mecburdur da. Fıkhın nasslara dayanan esasları kıyamete kadar sabit ve değişmezdir. Çünkü din tenzih edici bir imanla inanıldığı zaman dindir. Mutlak ve değişmez olduğuna inanılmayan bir din, din olmaktan çıkar. Fakat bu kısmın da insanların örfüne uygulanışı, icma ve ictihatlarına aksedişi yani sosyal uygulanışı, her zaman hayat gerçeklerine intibak zaruretindedir (Fıkıh ve Sosyoloji, İslam Mecmuası, c. I, Sayı: 2, s. 40-44). Bunları söyleyen Ziya Gökalp’tır. Bu görüşlerini değiştirmemiştir de. Bunların neresinde Durkheim taklidi ve pozitivizm vardır? Bilim pozitivizm demek değildir. Pozitivizm, felsefî ve ideolojik bir kavramdır.

Ziya Gökalp gerçeğe ve o gerçeği yakalamaya çalışan bilme ve bilim hürriyetine âşıktır:

Dar-ül fünun emirlerle düzelmez
Onu yapar ancak serbest bir ilim
Bir mesleğe haricinden fer gelmez
Bırakınız ilim yapsın muallim.

Gençler için açıklıyorum: Üniversite (ilim evi), emirle düzelmez, emirle iş görmez. Orada ancak serbest bilimsel çalışmalar yapılır. Bir mesleğe kendi dışından görme kabiliyeti ve ışık gelmez. Buranın bilim adamı, öğretici (muallim) işini yapsın.

Gökalp, gerektiğinde feyz aldığı, gerektiğinde ağır tenkitlerde bulunduğu geçmişten ve geçmişinden asla kopmamış, tenkitleri ne eskiyi ne de yeniyi ortadan kaldırmak için yapmamıştır. Yoksa böyle bir şey ona göre deliliktir:

Köksüz şuur uzak değil cinnetten
Birleşerek yenilikle eskilik
Etmelidir birbirini tasfiye
İşte o gün vardır derim külliye

Eski ve yeni birbirinin olumsuzluklarını ortadan kaldırmalı, birbirini saflaştırmalıdır.

Ziya Gökalp, iftira edenleri yalanlarcasına imanınca beyanda bulunur. Ancak inancını ifade ederken bile ayaklarını yere basar ve hayallerde dolaşmaz. Bağlı olduğu toplumsal kimlik ve şahsiyetten vazgeçmez. Çünkü bazılarının zannettiği gibi bu iki inanç birbirine zıt değildir, o da birisi için diğerini kaldırmaya ihtiyaç yoktur diye inanmaktadır.

Yüce Tanrı! Bize pak bir yürek ver,
Temiz aşkla sevmek için vatanı,
Hudut emin değil, bir tunç bilek ver,
O ezmeden biz ezelim düşmanı!
Hilal haça yenilmesin: Âmin!
Türklük bitti denilmesin: Âmin!
Dualar hep Allah’adır:
Yalvar çoban yalvar ilin kurtulsun,
Dile Hak’tan bülbül, dilin kurtulsun.”

Balkanlar destanında şehit olan Tursun’a şunları söyletir:

Baktım vakit tamam, dedim ey millet,
Anam, bacım kaldı sana emanet,
Bir tekbir getirdim bir de şahadet,
Uçtum Hakk’a doğru iman içinde
Adım Tursun, yazın destan içinde.

Düşmandan kim intikam alacak:

İngiliz gasp etti Sultan Osman’ı
Bununla tutacak Hint’i Amman’ı,
İslamlık tanıdı kimdir düşmanı,
Çok geçmez ki mesut bir ân olacak,
Düşmandan öç alan Kur’an olacak.”

Bunun için mi Gökalp’ı sevmeyenler var?

Ezandaki huşûyu şöyle anlatır:

Okunurken ezan, sanır her vicdan
Cebrail gelmiş, Bilal ağzından,
Bütün İslam ümmetine seslenir.”

Gökalp için aile ve kadın çok önemlidir:

Cemiyetin üç rüknü var, birincisi aile
Bu diyanet yuvasını kuran sensin, kadındır,
Medeniyet kaynağını sensin alan ilk ele,
Altın harfle yazılacak olan sensin, adındır.

Kadını hor görenlere sözü keskindir:

Diyorsun onun eksiktir aklı,
Arttırmak istiyor, değil mi haklı,
Kadın yükselmezse alçalır vatan,
Samimi olamaz onsuz bir irfan.

Gökalp’ı sevmeyen bazı dindarlar bunlar için mi sevmiyorlar acaba? Kadınla ilgili onlara şunu hatırlatalım: Firavun’a rağmen, evinde Musa’yı besleyip büyüten bir kadındı. Vahiy alan, Allah’ın mübarek kıldığı ve İsa’yı doğuran bir kadındı. Hz. Peygamber’e ilk inanan, onu teselli eden, onu koruyan bir kadındı. Kâbe önünde Ebu Cehil’e tokat atan, orada şehit edilen ilk şehit bir kadındı. Uhut Savaşında Hz. Peygamber’i öldürme çemberine almış müşriklere karşı koruma çemberine alıp kılıç sallayan, şehit oluncaya dek kılıç sallayan bir kadın ve kızıydı (baba ve oğulla birlikte şehit oldular). İstiklal Savaşı’nda cepheye malzeme taşıyan, savaşan kadındı. Mermi yağmurdan ıslanmasın diye onu bebeğinin kundağına saran, kadındı. Türk hakanlarının yanında oturup onun kadar yetkili olan kadındı. Bugünkü kadın “o kadın” olmaktan çıkmışsa, bunun sebeplerinde dindarlara düşen pay ne kadardır, araştırılmaya değer bir konudur.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.