Hayatlar vardır, kişinin maddi varlığıyla sınırlı olan… Hayatlar vardır, maddi varlığını sonsuz varlığın içine alan… Hayatlar vardır, fani benliğinde ebediyetin sadece rüyasını duyan ve yine hayatlar vardır ki yaşamanın en büyük şartını yaşatmaktan sayan…

Bu yazımızda; köklerini mazinin derinliğinden alıp atiyi duyarak yaşayan, insanın bu âlemde hayal edebildiği müddetçe yaşadığını düşünen ve hayallerini kendi benliğinin sınırlarından çıkaran, idealist, Türk milliyetçisi şair Arif Nihat Asya’nın aziz ruhunu anacağız.

Eğitim Hayatı ve Mesleğine Dair Genel Bakış

Mehmet Arif, 7 Şubat 1904’te Çatalca’nın İnceğiz köyünde doğmuştur. Babası Zîver Efendi, kendisi henüz bir haftalıkken askerde yakalandığı bir veba hastalığında şehit olmuştur. Annesi Fatma Zehra Hanım, üç yıl kadar kayınpederinin yanında kaldıktan sonra Filistinli bir subayla evlenip Filistin’e gitmiştir. Bir süre dedesi ve babaannesiyle kalan Mehmet Arif, onları da kaybedince halası ile yaşamaya başlamıştır. Balkan Savaşları’nın başladığı dönemde İstanbul’a taşınmışlar, eğitim hayatına Haseki Mahalle Okullarından sonra Yusuf Paşa’daki Gülşen-i Maarif Rüştiyesine devam etmiş daha sonra da Bolu Sultanisine parasız yatılı olarak kaydolmuştur. Bolu Sultanisinin ikinci devresi kaldırıldığı için Kastamonu Sultanisine nakledilmiştir. Kastamonu bu dönemde, Millî Mücadele’nin gerek fikrî gerekse de bu mücadelenin heyecanının yaşandığı önemli hareket noktalarından birisidir. Büyük davaya katılmak, vatan müdafaasında görev almak gayesiyle Anadolu’ya geçen aydınlar, İnebolu yolunu kullanmışlar, Kastamonu da uğrak yeri olmuştur. Mehmet Arif, bu dönemlerde çağının üstadı diyebileceğimiz, içerisinde Mehmet Akif Ersoy’un da olduğu kalemlerle tanışmıştır ve bu tanışıklıklar ona şiir hayatında büyük katkı sunmuştur. Kastamonu’dan sonra İstanbul Darülmuallimin-i Aliye’ye (Yüksek Öğretmen Okulu) girmiş ve 1928 yılında bitirerek öğretmen olmuştur. Öğretmenlik hayatına Adana’da başlayan Mehmet Arif, 1934-1935 yılları arasında askerlik görevini yapmış ve askerdeyken “Asya” soyadını almıştır. Askerliğini bitirince Adana Erkek Lisesi’nde edebiyat muallimliğine dönmüş, on dört yıla yakın zamandır görev yaptığı Adana’dan, Malatya Lisesi müdürlüğüne atanmasıyla ayrılmıştır. Müdürlük görevi, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’le aralarında geçen sert tartışmalar yüzünden sıkıntılı geçmiştir. Bu sebepten, 1943’te müdürlük görevine son verilmiş, bir buçuk ay açıkta kaldıktan sonra tekrardan öğretmenliğe dönmüştür. Sonrasında Diyarbakır’da ikinci askerliğini yaptıktan sonra tekrardan Adana’ya atanmış ve Erkek Lisesinde göreve başlamıştır. Bu sefer Adana’da üç yıl kalmış, Edirne’ye atandığı zaman Seyhan milletvekilliğine seçilerek 1950’de Parlamentoya girmiştir. 1954’te öğretmenliğe geri dönmüş, bir yıl Eskişehir’de kaldıktan sonra Ankara Gazi Lisesine atanmıştır. 1959 yılında, eşi kimya öğretmeni Servet Hanım’la Kıbrıs Lefkoşe Türk Erkek Lisesine atanmışlar ve burada iki yıl kalmışlardır. Sonrasında tekrardan Ankara Gazi Lisesine dönmüş, 01 Mart 1962’de emekliye ayrılmıştır.

Şairliğe Başladığı Yıllar ve Sanatçılığı Üzerine

Şiire ilk başlayışı, birinci dünya harbinde İstanbul Gülşen-i Maarif Rüştiye’sinde öğrenciyken olmuştur. O dönemde birçok destan yazanlar, yazdıklarını renkli kağıtlara bastırıp satarken Arif Nihat Asya da ilk beytini henüz ilkokul üçüncü sınıftayken söylemiştir:

İngiliz’in boşuna gitti her işi
Türk’e mermi menzili oldu gemisi

Bolu Sultanisine geçince yaklaşık dört yıl kadar şiir yazmamıştır.

Bir gün, mahallede yaşanılan bir hadise üzerine henüz on, on bir yaşlarındayken ailesi ondan bir şiir yazması konusunda ricada bulunur. Arif Nihat Asya, şiirin ve kaleminin gücünü gösteren bu hatırasını şöyle anlatmıştır:

Evimizin karşısında güzel bir kız vardı. Benimle alakalı değil canım, o zaman on, on bir yaşındaydım. Mahallelinin delikanlıları evin önünden sık sık geçer ve devrin el verdiği, müsaade ettiği nispette ya hafif bir ıslıkla veya mırıldanarak şarkı terennüm eder, ah çeker, köşe başlarında sohbet eder gibi durup cumbaya nazar eylerler idi. Bu hali bizim evdekiler pek doğru bulmamışlar ki bir gün bana: ‘Arif, sen yazı yazmaya meraklısın, şunlara iki satır yaz da bir görelim.’ diye takıldılar. Bu benim aklıma bir muziplik getirdi. Gençlere hitaben bir şiir yazıp, onların toplandığı köşede bir taş altına sıkıştırdım, görüp bulmaların temin için galiba, renkli bir iple sardım. Ertesi günü baktım ki bizim şiir yok. Ve şiirin oradan alınışından sonra gençlerin izaç edici hareketleri, serenatları da bir hayli seyrekleşti. İşte o şiirden hatırımda kalan bir beyit:

Beklemeyin o güzeli eşikte,
Sevmiş idim onu ben ta beşikte.

Sonrasında Kastamonu Sultanisine geçmiş ve burada artık yavaş yavaş şiire geri dönmüştür. Sahnelerde kendi şiirlerini okumaya başlamıştır. Kastamonu Sultanisinde öğrenci olduğu zamanlar hocaları kendisine hep “şair” diye seslenmiştir.  Kendisi bununla ilgili şöyle der: “Bana arkadaşlarımın dörtte biri Arif derse dörtte üçü ‘şair’ derdi. Bana da hemen hemen genç bile değil, çocuk irisi olduğum yaşlarda şair diyenleri yalancı çıkarmaya hakkım yoktu ve şair oldum.”

Kendi ifadesiyle de belirttiği üzere şiire tam anlamıyla Kastamonu Sultanisinde birinci sınıftayken başlayan Arif Nihat Asya, orada edebiyat öğretmeninden aruzu dinlemiş ve aruzu daha önceden bildiğini fark edip “Demek aruz benim içimde varmış.” demiştir.

Arif Nihat Asya’ya şiir hayatı ve sanatçılığına dair kendisine soru yöneltildiğinde kısaca neyi hangi gayeyle yaptığını tarif ederek kendisinden şöyle bahsetmiştir:

Önce her genç gibi başladım. Bilirsiniz ki bir yaşta herkes şairdir. Ben herkesten nihayet bir basamak daha yukarı şair oldum. Gönül, memleket, dünya mevzuları beni şairliğe itti veya çekti. Bugün siz de ‘şair’ diyorsunuz. Size de ‘yalan söylüyorsunuz’ diyemeyeceğim için şair olduğumu kabul ediyorum. Daha sonra, kendime edebiyat içinde edebiyat sahası seçmekte daha şuurlu hareket ettim ve gönlümle şuurum birbirine aykırı düşmedi. ‘Bu memlekette ne yapılmamıştır?’ diye düşünmeye başladım. Baktım ki nesir şiir, bazı üstatlara rağmen, hemen hemen yapılmamış durumdadır ve ‘Ayetler’ adlı kitabım bu kararın neticesidir. Yine bazı kuvvetli örneklere rağmen vecize edebiyatının da yapılmamış gibi olduğunu gördüm. ‘Kanatlar ve Gagalar’ bu teşhisin neticesidir. Daha sonraları rubaiye eğildim. Türkçe, Farsça, Arapça rubailerinin hepsini değilse bile bir haylisini okudum. Gördük ki rubainin vadettiği imkânlar gerçekleştirilmiş olmaktan henüz uzak. Ve tahminen 1953 veya 54’te rubaiye başladım. Rubainin çerçevesini çok genişlettim. Tabiatı, hayatı, aileyi, cemiyeti, hatta uzvi isteği, memleket menkıbelerini, kasabalarını, şehirlerini, sularını rubaiye soktum. Rubaide muhavere de yaptım. Yarım mısra da yaptım. Rubaiye başlık da koydum. Böylece rubaiyi benden önce eski dar kanalından çıkarmış olan Sayın Cemal Yeşil’den sonra daha da genişlettim ve bir rubai çığırı tabiri caizse bir rubai rönesansı yapmış oldum. Belki de benimkilerden daha güzellerini yazmak gayesiyle yeni rubaiciler doğdu. Bununla müftehirim. Rubailerimin kalitesinden bahsetmek bana düşmez. Fakat rekor asrındayız. Türk edebiyatında, hatta şark beynelmilelinde sayıca rubai rekorunu kırdığımı söyleyebilirim. Rubai benim mizacıma da uygundur. Rubaiye mal edilmesi mümkün birçok buluşları sokağa atacağıma bu kısa nev’e mal ettim. Rubai Türk’ün mizacına da uygundur. Hemen hemen maninin ufak tefek farklarla aynısıdır. Fıkraya gelince: Bizde fıkranın edebisi yok değil, fakat azdır. Bu eksiği gördüm ve kapamaya çalıştım. Fıkralarım biraz alışılandan farklıysa, bu nesir şiirciliğimin fıkracılığıma tesiri diye izah edilebilir.

Sanata Dair Fikirleri

Sanatçının Aslî Vazifesi

Şiirin gökten zembille inmeyeceğini, şairin madde ve mânâ çerçevesinin tesirlerinden gebe kalarak sanatını dünyaya getiren insan olduğunu, yani bir şairin metafizik bir adam olabileceği gibi aynı zamanda da dünya adamı olduğunu belirten Arif Nihat Asya, sanatçının bilhassa öldükten sonra da vazifesi olacağını söyleyerek o zamana kadar eşine rastlanmayan bir tarifte bulunmuş ve şöyle demiştir:

“Dünya işleri bozulunca, ahiret adamlarının bile yattıkları yerde rahat rahat uyumaları caiz olmaz. Mezarlarından doğrulup hiç değilse ‘ne yapıyorsunuz?’ demek yalnız hakları değil, aynı zamanda vazifeleridir.” İşte bu görüşüyle sanatçının milleti için vazifelerini derinleştirerek tarif etmiştir.

Aruz Ölçüsüne Bakış

Edebiyat tarihi içerisinde neredeyse hep tartışılan, şiirde aruz ölçüsü geleneğine dair kendisine yönlendirilen bir soruda büyük oranda hem soruya hem de yanlış anlaşılan sorunlara açıklık getirerek şöyle demiştir:

…Orhun Kitabelerinde bildiğimiz kalıplara yüzde yüz benzemeyen fakat aruz düşüncesine saygı gösterircesine söylenmiş sözler vardır. Biz Araplardan aruzu değil, aruzun bugünkü Türkçede ve dünkü Türkçede çok azı kullanılmış olan kalıplarını aldık. Türk diline daha yatkın olan Acem aruzu daha çok kullanılmıştır. Fakat bu aruzu Acemlerden aldık manasına gelmez. Aruz endişemizi İran’dan alıp beğendiğimiz kalıplara döktük manasına gelir.

Serbest Vezine Bakış

Serbest vezinle şiir yazmanın özellikle gençler arasında çok tercih edilmesi ve sanatta kolaycılığa yol açıp açmadığı üzerine sorulan bir soruya şöyle cevap vermiştir:

Serbest vezin, adından da anlaşıldığı gibi vezindir. Vezinsizlik değildir. Bilinen vezin kalıplarından başka türlü vezin kalıpları icat etmek demektir. Bunu düşünmeyen ve dikkate almayan nesri pastırma doğrar gibi doğramış olur, şiir yazmış olmaz. Bu itibarla serbest vezin bir ahenk kalıbı ortaya koymayı gerektirir. Bu da herkesin harcı değildir. Aruzdan ve heceden alacağını aldıktan sonra serbeste geçenler, başarırlar. Aksi takdirde mahcup olurlar.

Türk Sanatı ve Geleceğine Bakış

Genel olarak Türk sanatına dair ve sanatın geleceğine dair fikirleri sorulduğunda Arif Nihat Asya, kendi döneminde baş gösteren sorunlara ışık tutarak şunları dile getirmiştir:

Bugün sahne açtır. Onun için bulursa ekmek yiyor, bulamazsa ot yiyor, saman yiyor. Az çok iler tutar sahne eserleri de normal insanları değil, anormal, psikopat, şizofren tipleri ve onların ruh labirentlerini sahneye koyuyor. Romanda ve küçük hikâyede realizmin tecrit (soyutlama) edebiyatı oldu. Kötüyü, çirkini hatta iğrenci iyiden tecrid ederek gerçek diye sunuyorlar. Bu, soframıza yemek yerine tezek koymak demektir. Adı lazım değil bir roman hatırlıyorum. Çevre bir köy, köyde tek bir iyi adam, sağlam kadın yok. Realizm bu demek değildir. Bu, lâzımcılıktır. Bütün bunlar sanatkâr salahiyetini sağlam zevkler yerine sağim zevklere bırakmamız yüzündendir. Birçok eserlerde tez sanat zevkinden önce geliyor. Yani sanatı eşek yapıyorlar, tezi onun sırtına bindiriyorlar. Sanat bir semer hayvanı değildir. Şiirde demek istediğim gibi kazası içinde reklamsız çalışan bazı sanatkârlardan yarına gerçek sanat örneği romanlar, hikayeler, hatta piyesler kalacaktır ve bunlar dünden bugüne kalanlardan az da aşağı da olmayacaktır. Fakat cüruf süzülecektir.

Sanatta Millî Olmak Anlayışı

Sanatta millî olmanın çerçevesini şu ifadelerle çizmiştir:

Sanatta milli olmak, her şeyden evvel inançta milliliği inkâr etmemekle başlar. İçinde vatan, millet, cemiyet kelimeleri bulunan eser mutlaka millî değildir. Akif ve Namık Kemal kadar Haşim de millîdir. Esas nokta, Türk dilinde güzel abideler yapıp bu abideleri yabancılara da kabul ettirmektir.

Şiire Adanmış Bir Ruh ve Hatıralar

Arif Nihat Asya; kendisini milletinin yaşıyla bir görmüş, fani âlemden ayrılırken dahi Türk milletinin ahvalini düşünmüş, bir Türk milliyetçisi olarak Allah’a: “Kulluğundan, rızandan hariç, umur verme bana!” diyerek dua etmiştir. Sanatının Hak’tan geldiğini bilerek “Gurur verme!” diye haykırmış ve nihayetinde yine sanatı için “Fesada kullanacaksam en ince zerresini, sürur verme bana!” diye Yaradan’a yalvarmıştır. Allah’a bu denli adanmış olan Arif Nihat Asya, sanatının Allah’tan geldiğini her daim bilmiş ve vazifesinden bir adım geri durmamıştır. Yaşamıyla ideal olarak tuttuğu yolu birleştirmeyi başaran nadir insanlardan olmuştur.

Kızından Birkaç Hatıra

Hiç unutmam, bir gün dışarda oynayan ve üstünü kirleten kardeşimi annem azarlamıştı. Annemin bu azarını o anda babamın oturduğu yerden duyup duymadığı bile belli değil. Fakat bir zaman sonra bir rubaisinde:

Tozdan, boyadan yüzün gözün sanki çürük
Annen, yine anne hem azar hem öpücük
Çok zor geliyormuş sana el, yüz yıkamak…
Sevdim seni ben, asıl bu halinle küçük!

Bir Başka Hatıra

Yine hatırlıyorum, başka bir gün, eğlence yerinde kanun çalan zata hayretle bakıp ‘Baba, bu adam ne tırmalıyor?’ diye sormuştum. O zaman ne cevap verdiğini hatırlamıyorum ama haftalar sonra bir şiirinde:

‘Estergon önlerindeki destanca haykırış
Bir sıçrayışta takvimin üstünden atlamış,
Kanunu tırmalar gibi eller koşuşmada…
Güfteyle beste, sanki bu akşam kavuşmada

diye yazacaktır.

Sizler de onun en olmayacak yerlerde, yanından hiç ayırmadığı küçük bir not defterini cebinden çıkarıp kısa kısa bir şeyler yazdığını görmüşsünüzdür. Bu defteri sinemada, tiyatroda, otobüste, sokakta, yemekte, misafirlikte… nerede olursa olsun aniden cebinden çıkarır ve bizler için basit görünen veya sadece duygulanmakla yetindiğimiz bazı olayları kaydeder. İşte bu notlardır ki zamanla pişer, olgunlaşır ve mısralar doğururlar.

Kitaplar

Paranın kıymetli zamanlarında her ay on, on beş liralık kitap alır ve ayrıca alamadığı kitapları ya kira ile alır okur veya okuması için kitapçı emaneten verirdi. Bu arada yekûnu büyük bir kütüphane olacak kadar kitapları okuduktan sonra bir çuvala veya bir sandığa doldurduğunu ve niçin kütüphane yapmadığını sormuştuk. Bize cevaben: Azmin elinden bir şey kurtulmaz, kütüphane yapmak istesem yapardım. Fakat ben kitapları salon veya oda süsü diye almıyorum. Onlar kafamın süsü olabilirlerse hem onlara hem bana ne mutlu. Kitaplar kafa, görüş ve düşünüş süsü olursa kıymetlidir.

Kitaplarını yalnızca her gün yanında taşıdığı küçük bir bavulu andıran çantasında bulundurur. Zaman zaman kitapların yerini başka kitaplarla değiştirirmiş. Öğrencileri onun her gün bu ağır çantayı taşıdığını görünce merak edip: “Hocam, her gün bu kadar kitabı taşımak size yorgunluk vermiyor mu?” Arif Nihat Asya’nın bunun üzerine verdiği cevap oldukça manidardır:

Kitap taşımak en şerefli bir iştir. Keşke daha fazlasını bir arada taşımaya kudretim olsaydı. Kitap taşıyan eşya taşımaz. Daha doğrusu, kitap hamallığı yapan eşya hamallığı yapmaz. Okumak… daima okumak… Yolda bir gazete parçası bile bulursanız, ihmal etmeyin alın okuyun… Oku da ne okursan oku…

Nefsini Yenmek

Arif Nihat Asya, Adana’ya trenle giderken yolda bir gençle tanışması üzerine bir hatırasından bahseder. Bu hatıra, milleti uğruna kendisini feda eden büyük şairin her şeyden evvel kendi benliğini yenmesi gerektiğini vurgular mahiyettedir. Kendisi bir söyleşide şöyle anlatmaktadır:

Bir gün trenle Adana’ya giderken kompartımanda bulunan bir gençle sohbete başladık. Her yolculukta olduğu gibi havadan sudan ve birbirimizi tanımadan tanışmadan. Fakat mevzu döndü, dolaştı, meslek ağır bastı, hocalık üzerine geldi. Delikanlı ‘Adana’da bir Arif Nihat Hoca varmış tanır mısınız?’ demez mi? Hemen, ‘Var amma, tanımaya değmez.’ Dedim. ‘Aman efendim, şöyle iyi. Böyle yaman adammış…’ demeye başladı ki lafını kesip açtım ağzımı yumdum gözümü. Arif Nihat’ı bir hicvettim bir hicvettim, iler tutar tarafını bırakmadım. Delikanlı lafımı kesmeye, müdahaleye kalktı ise de fırsat vermedim. Zaten Adana’ya yaklaşmıştık. Tren Adana’da durur durmaz bir tanıyan çıkar da ‘Ooo hoş geldin Arif Hoca’ filan der, sırrımız ifşa olur diye, trenden acele atlayıp, kaçtım… Eve gelince aynanın karşısına geçtim ve “Oh olsun Arif Nihat dedim, senden öcümü aldım ya!

“Bayrak” Şiirinin Doğuşu

Arif Nihat Asya, Erkek Lisesinde görevdeyken Millî Eğitim Müdürlüğünden bir yazı gelmiştir. Yazıda:

Kurtuluş günü Saat Kulesiyle Ulu Cami minaresi arasına şehir tarihî bayrağı çekilirken öğrencilerimizden birinin, güne uygun bir şiir okunması…” istenmiştir. Okul müdürü de bu işi Arif Nihat Asya’ya vermiştir. Öğrencileri de işin içine katması, mesleğinin gereği olduğundan onları seferber etmiştir. Araştırmalar yapılmasını, maksada uygun olan kısa ve pek duyulmayan bir şiir bulmalarını istemiştir. Hepsi, iki üç gün sonra elleri boş dönmüştür. Arif Nihat Hoca, yine de aramaya devam etmelerini söylese de netice pek iç açıcı olmamıştır. 5 Ocak gününe az kalmıştır. Bir gece, Ocak Mahallesi’ndeki evinde, petrol lambasının ışığında kendi ifadesiyle “bayrağa sığınarak” kalemi eline almış ve o gecenin sabahı Bayrak şiiri bitmiştir.

Arif Nihat Asya, tören esnasında kalabalığa girmemiş Aydın adlı bir öğrencisi şiiri okumuş ve çok beğeni almıştır. Aynı günün gecesinde bölge binasında bir gece düzenlenmiş ve orada öğrencisi Aydın’a şiirin kime ait olduğunu sormuşlar. O da “Bilmiyorum.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Arif Hoca’n söylemedi mi deyince “Kimin olduğunu söyleme!” diye cevap vermiş ve tabii hocanın yazdığı anlaşılmıştır.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yeryüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim.

Hatay Hitabesi

Arif Nihat Asya’yı bir 5 Ocak Bayramı’nda Hatay için söylediği hitabeden tanıyanlar onun sözlerini şöyle aktarmışlardır:

Ey eli makas tutan eller, bundan bir tane daha biçin. Ay yıldızın uçları böyle sivri, yıldızının köşeleri böyle muntazam olsun. Ne mi yapacağım? diye sormayın. Bizi anlamayanların; Türk Hatay’ı Türk olarak tanımayan veya tanımak istemeyen beyinsizlerin beynine dikeceğim. Dün batıya patlayan tüfek, bugün cenuba patlamaz mı? Dün İzmir Körfezi’ne dökülen düşman, bugün İskenderun Körfezi’ne dökülemez mi? Çizmelerimizi giydirmesinler, çizmeden yukarı çıkmasınlar.

Bu ve buna benzer konuşmalarında halkın sesi olmuş, milli bir mücadelenin şahlanışıyla kürsülerde adeta devleşmiştir. Bunu en çok Hatay’a giren ordumuzun kumandanı olan Şükrü Kanatlı Paşa’nın Arif Nihat Asya için: “Hatay’ı biz değil Arif Hoca aldı.” demesinden bilebiliriz.

Gençliğe Nasihati

Arif Nihat Asya, yalnız öğretmenlik yıllarında değil hayatının her aşamasında nesillere yön vermiş, onların gönüllerinde unutulmaz yer tutmuştur. Özellikle üniversiteye gidecek öğrencilerine mezun olurlarken verdiği nasihatler yalnız o nesle değil, bu nesle de hatta bundan sonraki nesillere de nasihat mahiyetindedir. Onu dikkatle dinleyen öğrencilerine şunları söylemiştir:

Yüksek tahsile devam edeceklere gelince: Mademki hayatlarını tahsille kazanmak istiyorsunuz, yarım dönmeyiniz. Bedava sarf edilecek ne baba parası ne de zamanımız var. Diplomayı almaya gayret edin çünkü bugün hayatta söz söyleyebilmek ve sözünü dinletebilmek için muhakkak bir yüksekokul diploması lazım ve hatta şart. Fakat yüksekokul diplomanı aldığın zaman bile gene kendini bir şey oldum sanma. Diploma hiçtir: Diploma sana kıymet vermek için bir etiket olduğu zaman, diploma her şeydir. Sen şahsiyetinle diplomaya kıymet verebildiğin an… Kartvizitin seni değil, sen kartvizitini temsil etmeye çalış…

Dairende kapının üstündeki küçük levha sana rütbe değil, sen şahsiyetinle kapının üzerindeki levhaya makam ol.

Oturduğun koltuktan sen değil, senden oturduğun koltuk şeref duysun. Söz söylerken, hitap ederken bıyık altından güldürme… ‘Kesinti yapıyor’ dedirtme.

Bir kelime ile diploma için olmakla beraber, adam olmak için oku ve bitir. Yolunuz açık olsun, aydınlık olsun. Güle güle gidin! Adam olarak dönün!

Adam olarak dönmeyen, dönemeyen ve milletinin derdiyle dertlenemeyen, kendi öz benliğini unutan gençliği de mısralarıyla sarsarak kendisine getirmiştir:

Öldün mü ey gençlik?

Eğer öldünse haber ver: Onlara hicviye yazan kalemim sana da mersiye yazsın. Yahut ölmediğini ispat et ki sana olan büyük imanım sarsılmasın ve sana olan destanım boşa gitmesin.

Bize Arif Nihat Asya’dan geriye birçok kıymetli eser ve her şeyden önemlisi yaşayan bir ruh kalmıştır. Bize şiirlerinde ve nesirlerinde güçlü bir iman anlayışı, kutlu bir ülkü ve hürriyet aşkı bırakmıştır. 5 Ocak’ta Bayraklaşan şair, başka bir 5 Ocak’ta göç etmiştir. Vefatının 50. Yıl dönümünde Allah’tan rahmet diliyoruz. Saygı ve sonsuz özlemle…

KAYNAKÇA

(1) Samancı, Metin Nuri, Arif Nihat Asya’ya On Soru, Arif Nihat Asya’dan On Cevap, Defne 62. Sayı, 1969

(2) Bikonay, Enver, Hatıralarla Asya, Kalem 4-5. Sayı,1948

(3) Argeşo, Fuat, Babam Arif Nihat Asya, Defne 62. Sayı,1969

(4) Karapınar, Mustafa, Arif Nihat Asya ile Bir Konuşma, Töre 17. Sayı, 1972

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.