Her cemiyet fıtratının bir getirisi olarak maddeye belli başlı manalar yükler. Cemiyetleri birbirinden ayıran bu yüklediği manalardır. Manalar, cemiyetlerin temelinde yatan felsefeye göre şekillenir.

Türk milletinin temel felsefesi, yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. Bu felsefeye sahip tek millettir. Oysa insanlık tarihi, kendi tanrısını kölesi hâle getiren felsefelere aşinadır. Şüphesiz, temelde yatan felsefesi sebebiyle Türk milleti ile diğer milletlerin canlıya, cansıza, eşyaya, maddeye ve hatta manaya bile yüklediği manalar birbirinden farklılık arz etmektedir. Sepetçioğlu, Türk milletinin bu felsefesini eserlerine yansıtabilmiş meziyetli, büyük bir sanat adamıdır.

Önceki yazımda Kilit, Anahtar, Kapı üçlemesine yüklenen manalardan bahsetmeye çalışmıştım. Bu yazımda ise Dünkü Türkiye serisinin ikinci üçlemesi olan Konak, Çatı, Üçler Yediler Kırklar’ın tahlilini yapmaya çalışacağım. Sepetçioğlu; Konak, Çatı, Üçler Yediler Kırklar’a nasıl bir mana yüklemiş olabilir? Hadi, biraz da bu soru üzerine hasbihal edelim.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Konak

Bu üçlemede sıkça duyduğumuz bir öğseği kavramı vardır. Öncelikle öğseğinin ne olduğundan bahsedeyim. Köylerimizde kadınlarımız imece usulüyle ekmek yaparlar. Ekmeğin pişmesi için ateş, ateş için de odun gerekir. Odunun bir kısmı yanar, kararır. Öğseği işte o bir kısmı yanmış odundur…

Sepetçioğlu madde olan öğseğiye burada bir mana yüklemiştir. Öğseği ulaşmak istenen noktaya, hedefe, ülküye giden bir basamaktır. O ülküye giden yoldaki manevi kıvılcımı temsil eder. İnsanın gönlü öğseğiye benzer. İnsan öğseğisinin atılması için çıktığı yolculukta yanar, pişer, kavrulur kısacası hamlığından kurtulur. Gönül ateşini yakan, odununu karartan ülküsü uğrunda aldıkları ve verdikleri, attıkları ve yüklendikleridir. Öğseğisini aramak için çıktığı yolda kişi aslında kendini arar. Oysa bunun farkında olmadan yola çıkmıştır… Zaten bunu o yola düzülmeden, o yolda kendinden vermeden ve başkalarından almadan kısacası mücadele vermeden idrak etmek imkânsızdır. İlk önce daha maddeci bakar ulaşacağı yere… Hedefi o yol üzere olanlar gibi olmaktır ancak besmele çeker de yola düzülürse farkına varacaktır ki amaç kendini tanımaktır. Evet, şimdi siz değerli okuyucularımıza can sıkıcı bir bilgi verelim: Bu arayış hiçbir zaman bitmeyecek, hep devam edecektir. Çünkü insan, gönül yangını bittiğinde ölür.

Sıkça duyduğumuz öğseği kavramından bahsettiğimize göre, ilk sahnenin incelemesine başlayabiliriz.

İlk sahnede Kumral Dede karakteri ile tanış oluruz. Bu karakter bahçıvan olarak bulunduğu tekkede Pîr’i tarafından öğseğisinin atılmasını beklemektedir. Çünkü kendinden öncekilerin, Sarı Saltukların, Karaca Ahmetlerin öğseğisi atılmıştır. Bir o kalmıştır…

Pîr’in sözlerine kulak verelim: “Yoksa gitme vakti geldi mi dersin? Demek uçmak dileyeceksin Kumralım… Sığmaz mı oldun?”

Nihayet Pîr, Kumral Dede’nin öğseğisini atar. Kumral Dede de Pîr’inin kendisi için attığı öğseğiyi aramak için yola koyulur. Hamlığını bilmektedir, bununla beraber pişeceğinin de farkındadır. Ancak bunun farkında olan insan onu ararken hakkıyla yanar, tavını bulur. Kumral Dede’yi de derslerle dolu bir yolculuk beklemektedir… Bu yolculukta Kumral Dede’yi pişirenler, ateşini harlayanlar vardır.

Rahman romanda karşımıza çıktığı ilk andan itibaren beni ve bu üçlemeyi okuyan çoğu kişiyi etkileyen bir karakterdir. Ben adeta Kumral Dede olup Rahman’ı anlatmak istiyorum:

“Pirim öğseğimi atınca nereden geldiğini kestiremediğim bir güç beni ta Merv’e kadar getirdi. Merv’e kadar ne ben bendim ne de dünya dünyaydı. Bir evin odalarını hayatım olarak düşünsem tekkeden Merv’e gelişim bu evden bağımsız bir yerdeydi. Gözümün önü kapkaranlıktı, nefes nefese idim, yığılmıştım yere. Gözümü açınca baktım ki ben başka birinin evinde, başka birinin hayatındayım. Rahman’ın hayatındayım. Rahman! Merhamet sahibi demek. O an benim için Tanrı’nın bu özelliği sanki Rahman’da vücut bulmuştu. Anlattı bana evini. Anlattıkça ondaki merhamet bana geçsin istedim. Bağrıma basasım geldi onu. Yok yok o an keşke bağrım Rahman olsaydı da her şeyi bağrıma bassaydım. Belki biraz merhamet bulaşırdı etrafa.

Babası anasının tahta evinde çürümekten, kurumaktan korkup kaçmış bir bilinmezliğe. Anası derdinden ölmüş. Şimdi ise Moğol uğrusu etmiş memleketinden onu. Aman Allah’ım. Tüm dertleri buncacık çocuğa mı verdin?  Ne çok sevdim ben Rahman’ı. Onun o gençlik çağında bu kadar yükü yüklenmiş yüreğine hayranlıkla baktım. Gençliğin verdiği haşarılıkla girdiği çıkmazlara, atını sürdüğü uçurumlara feryat ettim. Bu yüzden ne zaman başına bir bela gelse her zerremle hüzünlendim. Evet, haşarıydı ama ben onun kalbinin en iç odacığındaki umut dolu çocuğu okşadım gözlerimle. O da benim gibi yola düşmüş. Tek tesellisi babasını bulmak… Çok büyük bir hayranlığı var ona karşı. Göğsünü kabarta kabarta: ‘Kılıca en iyi su veren babamdı benim, onun üstüne yoktu.’ Demesi hâlâ kulaklarımdadır. A yavrum aramak kolay, bulmak kolay. Ya yüreğindeki babanla gözünle göreceğin baban bir olmazsa? O zaman ne olacak? Tesellin kalmayacak. Seni dünyaya karşı merhametli yapan bu teselli değil mi? Umarım gönlünle gözün şaşmaz.”

Yoluna devam eder Kumral Dede. Kendisini pişiren bir hadise yaşar. Bu hadise, karşısına çıkan bir aşirette gerçekleşir. Bu hadiseyle de Kumral Dede’nin ağzından haşır neşir olalım:

“Merv’den çıktık Rahman ile birlikte. Rahman deli kanlı olmasından haseb gitti önden. Allah karşıma bir aşiret çıkardı. Moğol uğrusu onlara etmedik zulüm bırakmamış ve aynı Rahman gibi yurtlarındandın etmiş. Aybüken Ebe derler, bir kadın var aşirette. Çocuğu hasta, ağlamakta… Nefes istedi benden. Kimsin, necisin derken çocuktan ses kesildi. Ebe çocuğun ağlaması kesilince ayağımın uğurlu olduğunu, oraya gelişimin nefes olduğunu sandı. Bir baktı ki çocuk ölmüş… O sırada Bey’in çocuğu da oluyor olmasın. ‘Ebe neredesin?’ diye aramaya başladılar.  Bir tarafta balası ölmüş bir ebe, bir tarafta da doğan bir çocuk var. Yasını içine gömdü, canından olan parçasını bana bıraktı, koştu Bey çadırına doğru. Duygusuz mu sandınız ebeyi? Hayır, asıl duygulu olan o. Bey’in çadırında umut var, hayat var. Kendi yasını uzatsaydı belki de o çadırda başka bir yas olabilirdi. Hayat da bu aslında, bir taraf doğarken diğer taraf ölüyor. Yıkılan yerine bir yenisini bırakmak için yıkılıyor. Ebe bunun farkında olduğu için yasını içinde yaşıyor.”

Pîr’inin sözleri hâlâ kulaklarındadır: “Boşuna yanmak neye yarar? Yanarken yakmalısın, yangına vermelisin çevreni…” İmtihanlarla dolu bir yolun sonunda öğseğisini bulan Kumral Dede, artık yanmak için hazırdır.  Öğseğisini bulduğu yere ocağını kurar ve ısıtır çevresini, aydınlatır ulaşabildiği gönülleri. Lakin sadece şeyhi dedi diye mi etrafını yangına vermek için çabalamıştır?

Kişi ulaşacağı hedefin bitmez bir arayış olduğunu anlamaya başladığı andan itibaren diğer insanlara karşı bunu anlatmakla yükümlüdür. Bu zaruret hali ne çevresi ne öteki ne beriki söylediğinden dolayı olacaktır. Bu zorunluluğu ona veren gönlüdür. O saatten sonra diğerlerinin bu hayatta mana arayışı içinde olmadan yaşamalarına vicdanı el vermeyecektir. Bu yolda çoğu zaman şevki kırılacak, meşalesi söndürülmeye çalışılacak lakin o daha kudretli bir şekilde ayağa kalkacak ve meşalesini daha ateşli şekilde yakacaktır.

Gelelim Ertuğrul Bey oğlu Kara Osman’a… Kara Osman ilk kez Konya’da karşımıza çıkar. İşte tam bu sırada Kara Osman olmak için çırpınan kalemimi serbest bırakıyorum:

“Sultan Alaaddin’in sarayının önündeyim. Sarayın önünde bir kalabalık var, zannedersin karınca sürüsü. O kalabalık grup toplanmış, merdivenleri çıkıyor. Yanıma gelince elini öptüğüm bir ulu zât mıdır? Yoksa oradaki halktan biri midir? Bunu bilemem ama bildiğim bir şey var ki asıl hayat; kalem, ilim, mana ehli insanlardadır. Bileyici Baba’nın hafif eğik bedenindedir. Yunus Emre’nin ‘Sevmek sessizliktedir yiğit’ demesinde, onun sanki niyaz ediyormuşçasına elindeki lokmayı ağzına götürmesindedir. Kumral Dede’nin sanki ibadet ediyormuşçasına huşu ile ettiği o tebessümündedir. Edebali Şeyh’in ‘biz senin yorgunluğunu almak için yaratılmışız farz et.’ deyişindedir. Ne zaman fani dünya işlerinden kafam yorulsa bu insanların yanına giderim ve gerçek dünya hazzını işte orada alırım. Benim bu insanlarla gönül bağım devletimin bekası için çok önemli bir rol teşkil etmektedir. Devlet işlerinden bunaldığım ve çıkmaza girdiğim zamanlarda Şeyh Edebali’ye gelip onunla bu meseleler hakkında konuşmam, fikirler almam, istişare etmem buna örnektir. Bu şekilde yapılan ziyaretler hem benim vicdanımda hem de Edebali Şeyh’in vicdanında bir nebze de olsa rahatlamaya vesile olmaktadır.”

Sepetçioğlu, Ertuğrul Bey’i çevresindeki tekfurlarla iyi geçinmeye çalışan, gaza yapmayan, bu sebepten de sürekli eleştirilen bir karakter olarak işler. Bu durum roman boyunca hem halkın hem de Osman Bey’in dilindedir. İnsanlar gaza istemektedir.  Oysa yeni doğmuş bir kuş, yabani ortam hayatına girmeden önce belli bir olgunluğa erişmek zorundadır. İlk doğduğu zamanlar tek lokmalık nefis bir avdır avcılar için. Böyle olursa yok olmaya mahkumdur. Yeni doğacak olan devleti yani Osmanlı’yı o yeni doğmuş kuş olarak düşünebiliriz. Selçuklu’dan ümit kesilmiş, Anadolu bölük pörçük haldedir. Ertuğrul Bey bunun farkındadır ve tam da bu yüzden saldırgan bir tutum sergilememiştir. Oğluna, Osman’ına kavgaların ve karmaşanın hâkim olduğu bir beylik bırakmak istememiştir.  Söğüt, etrafında ne bir sur ne de kale olmamasına rağmen güvenilir yerdir. Her şeyin bir sırası olduğu gibi gazanın da sırası vardır. Zaten zamanı gelince Osman Bey, babasına hak verecektir. Osmanlı’yı Osmanlı yapan sır, her beyliğin birbiriyle kavga ettiği sırada, gözünü kendi içindeki münakaşalara değil büyük düşmana dikmesinde ve doğru anı beklemesinde gizlidir.

Kilit nedir öğrenilmiş, anahtarı bulunmuş ve kapıdan da girilmiştir. Güvenilir bir yaşam istendiğinden Anadolu’da konak şart hale gelmiştir. Peki, Sepetçioğlu bu konağı ne ile özdeşleştirmiştir? Konak, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini, temelini temsil eder. Ertuğrul Bey bu temeli sessiz sedasız, sabırla, ilmek ilmek işleyerek attı. Osman Bey’de ise konak yapmak için her türlü ortam hazırdır. Konak yapılır, devlet kurulur. Bir de bu konağın fırtınalardan korunması için bir çatıya ihtiyacı vardır. Bu çatı nasıl inşa edilir? Nasıl su sızdırmaz? Bunu da Çatı’da öğreneceğiz.

Çatı

Durgun havalar fırtınaya gebedir. Uzun süren durgun havadan sonra artık fırtınalar, kasırgalar koparmanın zamanı gelmiştir. Osman Bey adeta bir fırtına olmuş Kulacahisar’ı sarmış, yıldırım olmuş Domaniç’e vurmuş, ardından da kasırga olmuş Karacahisar’a inmiştir. Çatı’ya Karacahisar’ın alınmış hali ile giriş yapar Sepetçioğlu. Muzaffer ordu kiliseye doluşur… Türklerin nişanını koyması an meselesidir. Bu nişan az sonra Dursun Fakih’in okuyacağı ezan, kıldıracağı namazdır. Karacahisar semalarında yankılanan ezanın sesi canlılık katar ölü şehre. Namaz kılınır. Osman Bey, Dursun Fakih’i yeniden dirilecek olan bu şehre kadı, Rahman’ı da subaşı yapar. Her şey rayına oturmuş gibidir. Lakin arka saflardan gelen bir ses o an fark edilmese bile Osman Bey’e ileride ayak bağı olacaktır:

“Ya kalem Osman Şah’ım? Kalem için sözünüz nedir?”

İşte tam bu anda romanda Osman Bey’e kalemi sorarak giriş yapan Pîr Cabbar’ın Ali’sidir. Bu soru ile ne ummuştur acaba? Karacahisar’da kalem olmak mıdır beklediği yoksa kadı ile bey arasına bir nebze olsun fitne mi sokmaya çalışmıştır? Yahut galip ordunun içinde, o kalabalık önünde kendini mi tanıtmak istemiştir? Maalesef, cevap en acı olandır. Bu karakterin özelliği çok iyi bir fitneci olması, arkadan iş çevirebilmesi ve insanlara sanki düş görüyormuşçasına yalanlar söyleyebilmesidir. İlk defa bu soru ile karşımıza çıkan Ali karakteri ileride Osmanlı’ya ayak bağı olacaktır. Osman Bey’e yaranamayacağının farkına vardıktan sonra kendisine başka yerler aramaya başlar.

Moğollardan kaçan bir aşiretten bahsetmiştik. Pîr Cabbar’ın Ali’si de bu sefer o aşirette kendisine yer bulmaya çalışır. Bu çabası sonuç vermiş mi? Buna Ali’nin gözünden bakalım bir de:

“Osman Bey’e yaranabilir miyim? Dedim, olmadı. Gide gide bu aşirete dayandı yolum. Büyük bir istekle çıktım karşılarına lakin aşirette sözü geçen Aybüken Ebe derler bir kadın var. İlini, dilini, töresini kutsal görenlerden ve bu değerlerini canı pahasına koruyan cinsten. Tam bir Türk kadını yani. O da tersledi beni. Bununla beraber aşirette hiç sevilmeyen ama Bey’in hanımı olduğundan her dediği emir sayılan bir Bey karısı (Çerkez karısı) ve Bey olmasa bile Bey kadar sözü geçen Dalaman derler cingöz bir adam var. İkisi el ele vermişler, töre bilmez, tanımaz bir halde, kafalarına estikçe hareket ediyorlar, aşirete kan kusturuyorlar.  İki allı pullu sözüm hoşlarına gitti, aldılar beni aşirete. Balık baştan kokarmış ya. Ne hoş ki ikisi bu haldelerdi yoksa bu aşirette de yerim yoktu. Ebe’nin beni terslemesine rağmen aşirete girebilmem Türklerin devlete, dolaylı yoldan devletin başındakine atfettiği kutsallıktandır. Bu özellikleri onları deyim yerindeyse vezir de rezil de yapan şeydir.”

Planlar, Ali’nin istediği gibi tıkır tıkır işlemektedir. Ancak her şeyin gidişatını değiştirecek bir olay yaşanır. Bey öldükten sonra Bey’in oğlu çok küçük olduğu için Dalaman denen fırsatçı, ağalık etmeye başlar. Çerkez karısının son zamanlarda pek az görülmeye başlanmasından da işkillenmemek elde değildir. Olan olmuştur ve Dalaman’dan gebe kalan Çerkez karısı Ebe’nin eline elzem bir durumda düşer. Bu hadiseyi okurken bir karakter olarak romanın içine girdim sanki. Serzenişte bulunmamak elde değildi:

Ah Aybüken Ebe’m ah. Sergilediğin davranış üzerine çok düşündüm. O kadın sana ve aşirete türlü türlü zulümler etmedi mi? Bir insan kendine zulmeden birine neden bu kadar iyi davranır? Seni ona yardım etmeye sürükleyen kudret ne ola ki? İşine karşı duyduğun saygı mı? Yoksa daha kutsal bir değer mi? Hangi değerdir bu, seni bu kadar sabırla işini yapmaya iter?

Bu sorgulamalarımdan bir sonuç çıkarmak istedim ancak ne mümkün… Gözlerimi kapadım ve ancak bizim özümüzde olan bir değerin Aybüken Ebe’ye bu kadar tesir edebileceğini anladım. Merhamet, bizim özümüzde vardır.

Ebe merhametinden dolayı ona yardım etmektedir. Kelime manası olarak merhamet, acıma duygusu olarak nitelendirilir. Tabi bu manaya da gelebilir ama ben bu değerimize farklı bir pencereden bakmaktayım. Bizi sevenler bize acıdıkları için mi merhamet duyarlar? Hayır. Merhamet; şefkatin, sevginin, gönlün, anlayışın temelini oluşturur. Bunları besler. Hatta öyle ki merhamet sevginin en saf, en naif halidir. Bir karşılık beklemez. Merhameti kendine, ailene, çevrendekilere, tabiata karşı beslersin. Lakin düşmanına bile merhamet edebilecek kudret sadece Türklerde mevcuttur. Aybüken Ebe o an hem zihnî hem de fizikî açıdan ne kadar zorlanmış olursa olsun, merhametli olma kudretini kendisinde hissetmiştir. Bunun için Çerkez karısının yaptığı kötülükleri bir kenara bırakarak ona yardım etmek için çırpınmıştır adeta. Bu hadise sonrası aşiretin ne kimsenin yüzüne bakacak yüzü kalmıştır ne de yüreği.

Çatı, Türklerin yerleşik yaşama geçme çabalarından bahsetmektedir. Hayatlarını uzun süredir konargöçer olarak devam ettiren Türkmen halkı için yerleşik yaşama alışmak bir hayli zor olmaktadır. Bu insanlardan çadırlar yerine dört tarafı duvarla çevrili evlerde yaşamaları ve tarımla ilgilenmeleri istenmektedir. Türkmen halkının bu karara alışması için Osman Bey’in kardeşi Gündüz Bey’in yaptığı bir fedakârlık vardır. Kendisi oğullarını da yanına alıp tarımla uğraşmaya başlamıştır. Türkmen halkının Ertuğrul oğullarının birinden bunu görmesi onların bu hayata alışma sürecinin hızlanması açısından güzel bir vesile olmuştur.

Çatı, bir padişahın devlet kurulurken yaşayabileceği sıkıntıları ve zorlukları anlatmaktadır. Bunlarla baş edebilmenin ne kadar sabır gerektiren bir iş olduğundan bahsetmektedir.

Her şeyin bir sırası olduğu gibi gazanın da sırası vardır demiştik. Çatı bölümünün girizgâhında da bahsettiğimiz gibi Osman Bey gazanın sırasının geldiğini hissettiği vakitten itibaren onu hakkıyla yerine getirmiştir. Ama ne hikmet ki Osman Bey Karacahisar’ı aldıktan sonra durulmuş ve kılıcını aniden kınına sokmuştur. Aynı babasının yaşadığı gibi o da halkın diline, gaza yapmamasından ötürü, düşmüştür.

Meyve hamken yenmesi ne kadar sıkıntı yaratırsa, zamanı gelmeden açan çiçek nasıl solarsa, anne karnında bebek olgunlaşmadan nasıl doğmazsa gazanın gerçekleşeceği ortamın da olgunlaşması gerektir. Osman Bey, bu bekleyiş sürecinde hem söylenenlerden ve bu söylenenler karşısında elinden bir şey gelmemesinden hem de sevdiklerinin bir bir hayat ağacından dökülmesinden çok yorulmuştur.  Ardı arkası kesilmeyen ölümlerin her birinde kendisi de ölmüştür adeta… Öyle ki almazsa Osmanlığından bir şeyler eksilecekmiş gibi hissettiği Bursa’nın kuşatmasından bile sevdiceği vefat ettiği için ayrılmıştır. Artık sıra kendindedir, Osman yorgundur ama ölümle kalım arasında cebelleşirken bir haber bekliyordur. Babası nasıl Orhan’ını beklediyse o da Murad’ını beklemektedir. Tam umudunun tükendiği, gücünün kalmadığı anda bir ağlama sesi duyar. Herkes gelen sese yönelip Osman Bey’e döndüğünde artık Osman Bey yorgun değildir. Yıkılan, yerine yenisini bırakmak için yıkılmıştır. Bunun farkında olduğundan yüzündeki tebessümle ölümü kucaklamıştır.

Sözün kısası Çatı sabrın, fedakârlıkların, farkındalıkların, mana arayışının ve en önemlisi merhametin öneminden bahsetmektedir. Çatımız bu değerler ile su sızdırmayacaktır. Çatı, çatımızda delik oluşturan fitnelere, fesatlıklara karşı dikkatli olmamız gerektiğini her an bize aksettirmektedir. Peki Üçler Yediler Kırklar romanında bize hangi değerler anlatılmaktadır? Vakit kaybetmeden bu üçlemenin son kitabını incelemeye ve dersler çıkarmaya başlayalım.

Üçler Yediler Kırklar

Hani konağı kurmuş, çatısını tamir ediyor ve o delikleri bir bir kapatıyorduk ya… Bu konakta yaşayanlar da dışarı çıkacak, nefes alacaktır. Onların da serinlemek için gölgesinden faydalanacağı şöyle geniş gövdeli bir ağaca ihtiyacı vardır. Bu ağaç takdir edersiniz ki kökü Osman Bey’in gönül bahçesinden olan çınardır.

Dört bir yana yayılmaya başladığı kollarıyla meyvelerini vermekte olan çınarın köküyle sımsıkı tutunduğu toprak yani Osman Bey, tam anlamıyla toprak olmuştur. Doğaldır ki çınar yeni toprağını bir süre daha bulamazsa ayakta duramayacak ve devrilecektir. Orhan bu durumun farkındadır fakat sorumluluk çok büyüktür. Çılgınlar gibi at koşturduğu gençliğinin baharındayken “Orhan Bey” olmak pek tabi ona ağır gelmektedir. Bunca ağırlığa rağmen çınarı kabullenir ve çınar köklerini, gönül toprağına usulca salar.

Çınar, toprağını yeniden bulmanın verdiği heyecanla birlikte hızla büyümeye ve kollarıyla semayı kucaklamaya başlamıştır. Büyümesinin nelere vesile olduğunu, bu genişlemenin kendisine nasıl bir sorumluluk yüklediğinin farkındadır. En uçtaki dalına kadar görevini yerine getirir. Yaptığı işten ötürü övünmek herkesin hakkıdır. Dolayısıyla belki de övgüyü en çok hak eden âleme nizam sağlamayı kendine şiar edinmiş Türklerdir. Sonuçta marifet iltifata tabidir… Bahsetmeye çalıştığımdan anlaşılmasın ki kendimizi yeterli görmeliyiz. Kendini yaptıklarından ötürü yeterli görmek asıl yetersizliktir. Yaptığın iyi bir işi üstlenmezsen senin yerine hiç hakkı olmayan birileri onu üstlenecektir. Zaten üstlensen bile insanların seni yaftalayacağı şey kibirli olman olacaktır.

Hâlbuki insanların burada karıştırdığı iki kavram vardır: Büyüklük ruhu ve kibir. Büyüklük ruhu denen kavramı kibirle karıştıranlar bunu uygulamamakta ve buradaki boşluğu aşağılık ruhu denen kavramla doldurmaktadır. Aşağılık ruhu milletlerin içine işledikçe bir türlü kendini övememe, yaptıklarını kabullenememe, sorumluluklarını yerine getirememe, kendini gerçekleştirememe hastalıklarına vesile olmaktadır. Bahsettiğim ince ayar tutturulduğu müddetçe çınarımız görevini hakkıyla yerine getirecektir ve bundan memnuniyet duyacaktır.

Çınar tüm ihtişamıyla ayaktayken elbette onu çürütmeye çalışan kurtlar, zararlı böcekler olacaktır. Romandan bunlardan biri de Zöhre’dir. Zöhre; daha önce de bahsettiğim düzenbazlıklarıyla ünlü Pîr Cabbar’ın Ali’sine karşı duyduğu nefsani isteği uğruna yola düşen bir karakterdir. Ar damarı çatlamıştır adeta. Bir gün bileyicinin birisine ahlâksız bir teklifte bulunur ancak bileyici hiç düşünmeden bu teklifi geri çevirir. Bileyicinin bu tavrı karşısında adeta kanı donar, çatlamış ar damarı tekrar tekrar kaynamaya ve tam dindiğini hissettiği anda damarlarının her bir zerresinde depremler olmaya başlar. Bu sahneyi okurken karşımdaki sandalyeye birinin oturduğunu fark ediyorum. Bu karakter serinin başlarında yani Kilit’te karşımıza çıkan Balçar’dır. Kitabı kapatıyorum ve ağzımdan şu kelimeler dökülüyor:

Ah Balçar’ım ah… Senin gibi sevemezler onlar. Senin gibi âşık olamazlar. Teslim olduğun, uğruna aynen Tuna gibi doludizgin, Tuna gibi çağıl çağıl geldiğin ufacık bir tebessüm değil miydi? Bir umut gittin de ne oldu? Onu gördüğün anda heyecanlandın, dilin tutuldu, konuşamadın. Ama onun yaptığı o masumca(!) gülüş ve o saf(!) göz kırpışla sadece bulunduğun kilise değil dünyada ne kadar beton yığını varsa başına yıkılmadı mı? Orada seni kılıçlasa, lime lime doğrasa daha az acıtırdı. İşte sen böyle gerçek, böyle saf seversin. Onlar aşkı maddede, zevkte, eğlencede sonuna kadar özgürlükte görürler. Hâlbuki şunun farkına varmalıdırlar: İsteklerinin ve arzularının kölesi olan insan nasıl özgür olmaktan bahsedebilir? Bunu yaşarken fark ederse ne âlâ… Bu farkındalık ölüm döşeğindeyken olursa, faydasız bir hüzünden ibaret olacaktır.

Son cümlelerimi sarf ederken kendimden geçmişim. Birkaç saniye sonra bakıyorum ki karşımdaki sandalye bomboş. Sanki kimse oturmamış hatta hareket bile etmemiş…

Romana geri dönelim…

Zöhre gibi zararlı böcekleri temizlemek için gecesini gündüzüne katanlar da vardır. Ece Halil’inden Gazi Fazıl’ına, Bileyici Baba’dan Dursun Fakih’ine ve daha niceleri bu çınar çürümesin diye canını dişine takarlar. İyi, doğru, güzel olarak nitelendirebileceğimiz bu insanlar kendinden önce diğerlerini düşünmenin getirisi olarak hep bir kötülük görürler. Fakat bu insanlar başkalarına fayda vermenin verdiği mutluluğu tattıklarından iyilik yapmaktan asla vazgeçmezler.

Sözün sonu, kıssanın hissesi; Sepetçioğlu Osmanlı’yı temsil eden çınar metaforunu kullanmış… Çınar bir ağaçtır, suyunu almazsa kurur. Peki, bu ağacın suyu ne ola ki?

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.