Can Dostuma…

Ulu bir çınar ağacının altında birbirimize söz vermiştik…

Bilmiyorum, o soğuk, rüzgârlı gün senin de hatrında mı? Durmadan yağan korkunç yağmurun altında, kol kola girip koca bir çınar ağacının yanındaki otobüs durağına koşarak gittiğimiz o günü sen de hatırlıyor musun? Şemsiye almayı unuttuğumuz için senin okula giderken bir nişân gibi omzuna attığın sarı dastarını başımızın üstüne siper etmiştik. Havadaki ayaza rağmen ayakları çıplak, üzerindeki giysileri ince ve yırtık ama bütün yoksulluğuna rağmen gözlerinde geleceğe dair umutla, elindeki üç – beş tane mendili yoldan gelen geçen insanlara satmaya çalışan o küçük çocuğu gördüğümüzde ne çok ağlamıştık. Hemen karşı kaldırımda sıralanmış içi sımsıcak kafelerde yabancı kahvelerini yudumlarken yağmurun güzelliğini izleyen ve hemen gözlerinin önünde titreyerek belki de akşam eve götüreceği ekmeğin parasını çıkarmaya çalışan bu çocuktan bîhaber onlarca insanı izlerken ne kadar sinirlenmiştik… “Bu memleket ne zaman bu kadar adaletsiz bir yer oldu?” Diye sormuştun… Ben ise “Keşke herkesin ve her şeyin adalet üzre olduğu, kitaplarda okuyarak hayalini kurduğumuz o geçmiş zamanda yaşasaydık.” Demiştim… Bana dönüp ellerimi tutup “Bu çağda yaşıyorsak tam da bugünü yaşamamız içindir. Bu hayata hepimiz bir gâye üzre gönderildik. Bu yağmur altında titreyen bu küçük çocuk bize bu zamanda gayemizi yeniden hatırlatmak için karşımıza çıktı. Bize ‘adalet’ diye bir kelimeyi hatırlattı. Şimdi birbirimize söz verelim… Hayat bizi nereye götürürse götürsün, bütün mücadelemiz bu küçük masum için olacak…” demiştin.

Bir ulu nehrin kıyısında birbirimize söz vermiştik…

Bilmiyorum, güneşin yeryüzünü kavurduğu o sıcak günü hatırlıyor musun? Biraz nefes alabilmek için bir dağ başına, gürül gürül akan bir nehrin kıyısına pikniğe gitmiştik. Yeşil çimenlere uzanıp ağaç yapraklarını izlemiştik. Hemen yanı başımızda uzunca bir direğin ucunda görkemli bir Türk bayrağı asılıydı. Sen onun rüzgârda nazlı nazlı süzülmesine dalmıştın. Uzunca bir sessizlikten sonra bana dönüp biz bu toprakların kıymetini bilmiyoruz demiştin. “Büyük cedlerimiz Türkistan’dan Anadolu topraklarına büyük bir hikâyenin yeni sayfasını açmak için geldiler. Sahip oldukları bütün güzel hasletleri bu topraklara işlediler. Türk’ün mayası ile Anadolu hamurunu yoğurdular. Diğergâmlık, kahramanlık, adalet bu hamurun mayası oldu. Hepsinin kendilerini adadığı bir gayesi vardı: nerede gözyaşı döken bir mazlum var ise yardımına koşmak, nerede zulm işleyen bir zalim var ise hesabını sormak… Bırak sadece insanları düşünmeyi, şu başımızın üstünde sallanan yaprakların bile hakkını koruyan bir medeniyet inşa ettiler. Bu medeniyeti Anadolu topraklarından alıp Uyvar Kalesi’nin önüne kadar götürdüler. Sadece Balkanlarda yaşayan mazlum halk değil tabiat bile Türk’ün gelişini kutladı. Tuna, biz kıyısına vardıktan sonra daha bir coşkuyla akmaya başladı, adeta Türk adaletinin müjdesini henüz erişemediğimiz topraklara taşır gibi…” Sonra dönüp hiç yanından ayırmadığın sipsini cebinden çıkarmıştın. Çok sevdiğin gurbet havalarından birini çalmıştın. Nefesinden sipsine ulaşan duygular o kadar kuvvetliydi ki her bir taşında imzamız olan kaybettiğimiz o toprakların hasretini varlığımın her bir zerresinde hissetmiştim. Gözlerinde bu büyük sorumluluğun verdiği hüzünle bana söz ver demiştin. “Vakit tamam olup da Hak bizi yanına çağırana kadar Türk olarak yaşayacağız. Dağların, taşların kabul etmediği ama bizim talip olduğumuz o büyük gayenin gereği neyse onu yapacağız. Türk olmayı önce kendimiz hatırlayacağız, önce kendimiz yaşayacağız; sonra nefesimiz tükenene kadar unutan her bir kişinin aklına yeniden kazıyacağız. Türk medeniyetinin taşlarını yeniden inşa edeceğiz…”

Bir mezar başında birbirimize söz vermiştik…

Otobüsten inip Ankara toprağına ayak basar basmaz beni onun yanına götürmüştün. Sabahın erken saati olduğu için kimse yoktu. Mezar taşının kenarına oturup uzun bir zaman sessizce onunla konuşmuştun. Bazen gözünden minik yaşlar süzülüyordu, ben onu ne kadar çok özlediğini anlıyordum. Ben pür dikkat seni izlerken sen ona içini döküyordun… “Sen gittikten sonra çok yalnızız.” demiştin ve devam etmiştin: “Başbuğ’um… Türkistan coğrafyasından Balkanlara kadar bütün vatan topraklarında kalplerin kilidini açan senin adındır. Bütün Dünya Türklüğünün gözünde bir damla yaş olur senin sesin, bir gün geri döneceğiz diyerek hasret yaşadığımız Türk topraklarına can suyu olur. Başbuğ’um… Evlatlarım diye seslenişin bütün Türk gençliğinin gönlünde ateş olur, yanar. Sevdâ olur, hasret olur, kavga olur da senin yolunda, hak yolunda, hakikât yolunda kısacası Allah yolunda önümüzü aydınlatır. Ve Başbuğ’um… Biz sana geldik. Ana, baba, yâr kucağından ayrılıp şahsî menfaatlerimizden, hayâllerimizden sıyrılıp sana geldik ve bir söz verdik. Destanını yaşatmaya, davanı haykırmaya, Turan coğrafyasını Dokuz Işık ile aydınlatmaya söz verdik. Emin ol Başbuğ’um, sözümüzdeyiz…”

Verdiğimiz sözler üzerinden çok zaman geçti… Sen bana her sırrını anlattın ama ben sana gönlümde hiç susmadan haykıran o yarayı anlatamadım. Hayat çarklarının acımasız dişlileri arasında ezilmeden, ufalanmadan ve yok olmadan kutlu bir davanın mücadelesini vermeye çalışırken bana seslenmeni çok istedim. Elini kalbimin üstüne koyup “İnan dostum, can dostum güzel günler gelecek…” diyerek gönlüme bir ferahlık vermeni bekledim. Derdine derman bulamadığım her masumun, mazlumun gökyüzüne saldığı ahlar ile daha çok kanayan gönül yarama, birbirimize verdiğimiz sözleri pansuman yaptım. Ne zaman düşecek olsam omzumda elinin sıcaklığını hissettim. Sesin en zor zamanlarımda kulağımda çınladı, yılmadım, direndim. Bu kavgaya ikimiz için, ikimiz adına devam ettim…

Hani diyor ya âşık “Kavilden karardan dönmemesine…”. Ben hiç vazgeçmedim… Can dostum…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.