İMAM MÂTURÎDÎ’Yİ KEŞFETMEK – 3

0
(0)
İMAM MÂTURÎDÎ’Yİ KEŞFETMEK – 3Nur Sultan Korkmaz

O, ilmin en sarp yollarına vurmuştu kendisini

O, yoluna âşık bir yolcuydu artık…

İmam daha gencecik yıllarında kendisini ilme vermiş öğrenmek öğretmek için çok çaba harcamıştır. Özellikle Semerkant’ın fikirlerin tartışıldığı hareketli caddelerinde pek çok konuda zındıklarla tartışmış yine pek çok konuya aydınlık getirmiştir. Aydınlattığı alanlardan bir tanesi de amel-iman konusudur.  Bu yazımızda da İmam Mâturîdî’nin amel- iman ve hüsün- kubuh hakkındaki görüşlerini açıklamaya çalışacağız.

Amel-İman

Mâturîdî’nin iman ve büyük günah konusuyla ilgili görüşleri kelami görüşleri arasında en dikkat çekenlerdendir. Bu görüşleri kısaca şöyledir:

1) Büyük günah: Hz. Peygamber döneminden bu yana iman kavramı hep tartışılmıştır. Özellikle de sahabe döneminde Müslümanlar arasında vuku bulan savaşlar, büyük günah sahibi kişinin durumu ile ilgili birçok tartışmaya yol açmış, dinin en temel noktasının ifadesi olan bu kavramın kapsamı ve niceliğinde ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Mâturîdî bu konuda şöyle der: bir Müslüman, işlediği büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfüre de girmez. O bu dünyada hakiki mümindir; yalnız işlediği günahı dolayısıyla fasık yani ahlaksız mümindir. İşlediği günah dolayısıyla Allah’ın cezalandırma tehdidinin muhatabıdır. Böyle birinin ahiretteki durumu Allah’ın dilemesini kalmıştır, Allah isterse onun günahını bağışlar isterse cezalandırır. İnsan ne günahından dolayı ümitsizliğe kapılıp korku içerisinde ne de affedileceği ümidiyle ümit içerisinde yaşamalıdır, insan korku ve ümit arasında bir tavır takınmalıdır.

2) Amel-iman münasebeti: Mâturîdî kelamının iman konularında diğer fırkalardan ayıran konuların başında iman amel ilişkisi gelmektedir. Daha önce de ifade edildiği gibi Hariciler ya da  Mutezile gibi fırkalar ameli imana dahil ederek iman ve mümin tanımlaması yapmıştır. Nitekim Mâturîdî’ye göre iman, ikrar ile tasdikten ibarettir. İman tasdikten ibaret olduğu için salih ameller tasdikin içinde yer almaz, ayrıca salih ameller iman olmaksızın da hiçbir kişiye hiçbir fayda sağlamaz.

Ona göre ibadet, itikat fiillerinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan bir vasıta değildir yani iman bazı fiillerin sayesinde gerçekleşmez, aksine kendisi var olduğu için diğer fiiller gerekli hale gelmektedir. Şu hâlde iman olmaksızın diğer kulluk vasıtalarının vücut bulamayacağı ortaya çıkmış olmaktadır. Bu bağlamda iman, ibadetlerini yerine gelme ve yakınlığın kabul edilme şartı olup ibadetlerin kendisi değildir. (Te’vilat,6/378)

3) İmanda istisna: Bazı fırkalar imanı sadece dilin ikrarı şeklinde tarif ederek ameli imanla bağlantılı görmemişlerdir, kalp ile tasdiğe yer vermemişlerdir. Bu teze başta Ebû Hanîfe ve Maturîdî olmak üzere bazı kelâmcılar karşı çıkmışlardır. Mâturîdî bu konuda şöyle demiştir: Şartlı ve şüpheli iman olmaz, bir mümin imanını ve mümin olduğunu açıkça şüpheye mahal vermeden ifade etmelidir. Yani ben gerçekten müminin demesi gerekir, inşallah ben müminim demesi şüphe belirttiği için gerçekten iman etmiş sayılmaz. Bu Kur’an’da da yasaklanmıştır. “Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat 49/15)

4) İman tasdiktir: Hanefi-Mâturîdî kelam sistemine göre iman, kalbin tasdiki olup imanın yeri ve kaynağı kalptir. Dil ise kalpteki bu tasdiki açığa çıkarır ve insanlar arasında kalbin tercümanlığını yapar. Ona göre, “Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyenler” ayetindeki “ağızlarıyla inandık” ibaresi, tasdikin imanın temel esası olduğunu göstermektedir. Öyleyse imanın yeri kalptir. Kişi Allah‘ın birliğini Hazreti Muhammed’in resûl olduğunu gönülden benimsemesi ile mümkün bir Müslüman sıfatını kazanır. Mâturîdî; kalbe, imanın yeri ve kaynağı olması gibi önemli bir fonksiyon yükledikten sonra, onu tasavvufî çerçevede de değerlendirir. Mesela “kalbin nuru” ifadesiyle imanın kalbi aydınlatan bir nur olduğundan bahsetmektedir. (Maturidi, Te’vilat)

5) İmanda artma ve eksilme: Hanifi-Mâturidî kelam sisteminde imanla ilgili olarak hareket noktası amel yerine kalbin tasdiki olduğundan ve bu tasdiki herhangi bir şekilde ölçmek ve derecelendirmek mümkün olmadığından, iman herhangi bir şekilde değişime tabi olmaz, artmaz veya eksilmez. Burada temel ayrılık noktası amelin imandan ayrı tutulup kalbin tasdikinin yegâne ölçüt olarak alınmasıdır. Ameller imanın bir parçası olmadığı için amelleri işlemekle iman artmaz, onları terk etmekle veya günah işlemekle de azalmaz. Yalnız günahkâr olur ve cezasını çeker ancak hafife alarak veya inkâr ederek bu günahları işlerse imanını kaybeder. Yani imanda artma ve eksilme durumu olmaz, sadece insanın maneviyatında artma eksilme olur.

6) İmanda eşitlik: Hanifi-Mâturîdî iman anlayışı kendi içinde bir bütünlük arz etmektedir. İmanı amellere değil de Allah’la olan ilişkisine, kalbin tasdikine, dilin ikrarına bağlayan bu anlayışın insanların ikrarını temel alarak herkesi eşit kabul etmesi kaçınılmaz olur. Zira kalbin tasdik derecesini bilme veya test etme imkânı olmadığından bu konuda insanlar nezdinde tek değerlendirme ölçütü dilin ikrarıdır. Buna göre kalben tasdik ettiği inanç esaslarını diliyle ikrar eden herkes, İslam toplumunda eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir. Bütün Müslümanlar ve inananlar imanlarında eşittirler, birinin imanı diğerinden daha üstün veya daha az değildir.

7) İman-İslam: Maturîdî’ye göre, iman ve İslam kavramları, lafzen farklı iki kelime şeklinde gelmiş olsalar da anlamları birdir. Çünkü iman genel anlamda tasdik, İslâm ise itaatlerle beraber Yüce Allah’ı tasdik etmektir. Tasdik de emir ve nehiyleri benimsemektir. Mâturîdî’ye göre iman ve İslam, Kur’an ve hadiste ayrı ayrı lafızlarla ifade edilmişlerse de bu durum farklı kavramları ifade ettiklerine delâlet etmez. Bunu yine Kur’an’dan bazı ayetlerine dayanarak iman ve İslam’ın bir olduğunu öne sürmüştür. (Tevbe,9/71) (Yûnus,10/84)

Bunlara ek olarak bu iki kelimeden her biri mânâ bakımından diğerinin gerektirdiği şeyleri de gerektirir. Buna bakılarak İslam ve iman kelimeleri arasında fark olsa da bu kelimelerle amaçlanan gaye ve elde edilen fayda aynı anlamı göstermektedir.

8) Günah işleyenin dünya ve ahiretteki durumu: Sahabe döneminden beri iman konularında ortaya çıkan tartışmanın asıl sebebi, büyük günah işleyenin dünya ve ahiretteki durumu meselesidir. Hariciler, Mutezile, Mürcie gibi fırkalar büyük günah işleyen kişinin dinden çıktığını ve ebedi olarak cehennemde kalacağını iddia etmişlerdir. Mâturîdî ise bu konuda farklı görüştedir.

Mâturîdî büyük günah işleyenin durumunu ayetler üzerinden açıklamıştır. “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları ise dilediği kimseler için bağışlar.” Mutezile’ye göre bu ayetin zahir anlamından, şirkin karşılığı ebedi azap olduğu ve bağışlanmanın da sadece küçük mâsiyetler için olacağı şeklinde bir emir çıkmaktadır. Dolayısıyla büyük günah sahibi kişi bağışlanmayacaktır. Matûrîdî buna karşılık, ebedî ve geçici azabı gerektiren iki çeşit mâsiyet olduğunu, Yüce Allah’ın hikmete binaen kötülükleri misliyle cezalandırdığını, şirk ve Yüce Allah’a karşı gelmenin karşılığının ise ebedî azap olduğunu dile getirmiştir. “Şüphesiz Allah’a ortak koşmayan kişinin mâsiyeti bu kişilerin mâsiyetinden daha az olacaktır” diyerek Mutezile’nin çıkarımının hatalı olduğunu dile getirmiştir.

Allah bazı ayetlerde iyilik yapanların mükâfatlandıracağını vaat etmiş, bazılarında ise kötülük yapanları, zulmedenleri ve günah işleyenleri cezalandıracağını veya onların ebedî cehennemlik olduklarından bahsetmiştir. Mâturîdî’nin iman-amel kavramlarındaki görüşleri incelendiği zaman, onun iman-amel ayrımı, inançta eşitlik, imanda şüpheye yer olmaması gibi çağları aşan fikirleri görülecektir. Bu fikirlerin günümüzde iyi bir şekilde anlaşılması; mezhep çatışmaları ve terörden arınmış sağlam bir din anlayışı, İslam’ın evrenselliği, Türk Müslümanlığı ve özellikle de barış ve huzurun, kardeşliğin pekişmesi için önemli katkılar sunacaktır. Şimdi Mâturîdî’nin hüsün kubuh anlayışını açıklamaya çalışalım.

Hüsün ve Kubuh

Hüsün ve kubuh kelimeleri çok fazla aşina olmadığımız bir kelime olmakla beraber bir o kadar da çok kullandığımız kelimelerdir. Sözlükte “güzellik, iyilik, arzu duyulan” gibi anlamlara gelen “hüsün” ve “çirkin, kötü, gözün görmek istemediği” gibi anlamlara gelen “kubuh” kelimeleri terim olarak kullanıldığında “bir fiilin dünyada övgüye, ahirette mükâfata layık olması (hüsün) ile bir fiilin dünyada yergiyi, ahirette cezalandırılmayı gerektirmesi (kubuh)” anlamına gelmektedir.

Hüsün ve kubuhun özünü oluşturan iyilik ve kötülüğün, ahlâkî değerlerin ve hukukun kaynağının ne olduğu, insan aklının ilahî mesajdan bağımsız olarak iyi ve kötüyü belirleyip belirleyemeyeceği sorunu üzerindeki tartışmalar düşünce tarihinin çok eski dönemlerine kadar görülmektedir. Bu tartışmalar hem kelâm hem de usul-ü fıkıh ilminin diğer meseleleri üzerinde de etkili olmuştur. Mutezile, Eş’ariyye, Mâturîdîyye hüsün ve kubuh anlayışları da birbirinden farklıdır.

Meselenin Mâturîdîlikte nasıl anlaşıldığına bakalım: Mâturîdî şu ifadeleriyle aklın iyi ve kötüyü bilme gücünde olduğunu ifade etmektedir. “İnsanların akıllarında kınanmayı hak eden davranışlar kötü, övgüyü hak eden davranışlar da iyi kılınmıştır. Onların zihinlerinde kötüyü iyiye tercih etmek, övgüye değer bulanı değil yergiye layık olanı istemek, kabul edilemez kılınmıştır.” (Kitab-ut Tevhid s.351)

O halde bu açıklamalara baktığımızda akıl; sadece iyi ve kötünün, insana faydasının ve zararının ne olduğunu bilmekle kalmaz, aynı zamanda iyinin yapılması kötünün ise terk edilmesi gerektiğini bilir.

Peki, aklın yanılması mümkün müdür? Mâturîdî’ye göre şartlara ve duruma göre aklın yanılması mümkündür. Mâturîdî bunu hayvan kesme örneği ile açıklar. Hayvan kesen bir kişi, o hayvanın ızdırabını gidermek için kesiyorsa o zaman bu fiil kötü olarak nitelenmez; dolayısıyla hayvan kesmenin bazı durumlarda kötü kabul edilmesi doğru değildir.

Hüsün – kubuh konusunda asıl tartışılan husus; aklın iyi ve kötünün bilgisine ulaşma yeteneğine sahip olup olmamasından ziyade, bunun sonucunda insanın bir şeyle yükümlü kılınıp kılınamayacağı ve sonunda sevap ve ceza alıp almayacağı meselesidir. Kuşkusuz bu yükümlülüğün en başında Yaratıcı’nın varlığına ve birliğine inanmak vardır. Ebu Hanife ve Mâturîdî insanın marifetullah ile sorumlu kılınmasında aklı yetkin kılmaktadır. Dolayısıyla onlara göre de kendisine ilahi mesaj ulaşmamış kişi Allah’ın varlığı ve birliğine iman etmekle sorumludur, o halde onlara göre insan tevhit bilgisine ulaşıp inanmakla yükümlü kılınmıştır.

Bütün bunları değerlendirecek olursak Ebu Hanife ve sonrasında Mâturîdî’nin oluşturdukları düşünce sisteminin belki de en belirgin vasfı akla verdikleri değerdir. Böyle bir temel anlayışla birlikte insan sorumluluğunda akla ayrı bir yer vermişler, dağ başında olan herhangi bir haber kendisine ulaşmayan bir insanın dahi tevhide iman etmekle aklen yükümlü olduğunu düşünmüşlerdir. Bu yükümlüğünün diğer bir örneğini din ve şeriat ayrımında da görebiliriz. Mâturîdî’nin din ve şeriat ayrımına bir sonraki yazımızda değineceğiz.

Sağlıcakla kalın.

KAYNAKÇA

(1) Eraslan, Yunus. Mâturîdîlik ve Tasavvuf. TDV. Aralık 2021

(2) Alper, Hülya. İmam Maturidi ve Maturidiyye geleneği. İFAV. Aralık 2018

Bu yazı ne kadar faydalıydı?

Puan vermek için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama puan 0 / 5. Oy sayısı: 0

Henüz oy yok! Bu yazıyı ilk siz değerlendirin.

Bu yazıyı faydalı bulduysanız...

Bizi sosyal medyada takip edin!

Bu yazının sizin için faydalı olmamasından dolayı üzgünüz!

Tell us how we can improve this post?