ERENKÖY DİRENİŞİ VE CENGİZ TOPEL

0
(0)
ERENKÖY DİRENİŞİ VE CENGİZ TOPELBeren Karaca

“Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi…
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni târîhe’ desem, sığmazsın.”

Mehmet Akif, şanlı Çanakkale destanını bu dizelerle ifade etmekteydi. Bedr’in aslanları kadar şanlı olan kahraman Türk ordusu, türlü bela ve zorluklara rağmen karşısındaki tek dişi kalmış canavara karşı destan yazmış, Çanakkale’yi geçirmemişti.

1915 yılında yazılan bu destanın ruhu, 49 yıl sonra, 1964 yılında Kıbrıs’ta Erenköy’de kendisini tekrar ediyordu. Dedelerinin yazdığı destandan güç alan Kıbrıslı mücahitler, karşısında yer alan Rum ordusuna karşı amansız bir mücadeleye girmişti.

745 mücahit; 800 zırhlı araca, 4 helikoptere, 3 hücumbotuna, sayısız ağır makineli silaha sahip 4500 kişilik Rum ordusuna göğsünü siper etmişti. Ayrıca adanın kuzeyi ile Erenköy’ün kara bağlantısı bulunmaması, gerek denizden gerek karadan kıskaç altına alınması işleri en çok zorlaştıran noktaydı.

Peki, Erenköy hadisesi nasıl gerçekleşmişti? Erenköy hadisesini anlamak için öncesinde yaşanan süreci ele almak gerekir.

Erenköy’e Giden Süreç

1876 Ayastefanos Antlaşması’yla Osmanlı Devleti adadan çekilmiş, 1950’lerin sonuna kadar idareyi elinde tutacak İngilizlere yönetim bırakılmıştı. Sorunun kaynağı, 1876 yılına yani Osmanlı’nın adadan çekilmesine dayanmaktadır. İngilizlerin 1. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Lozan Anlaşması’yla adadaki hâkimiyetini günden güne arttırması, Yunanistan’a daha yakın olan Rumları rahatsız etmeye başlamıştı. Bu rahatsızlık, Rumların kelime anlamı birleşme olan “Enosis”e yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanma fikrine sahip olmalarına ve bu düşünce doğrultusunda ayaklanmalarına sebep olmuştu

Adada bulunan İngiliz idaresi, 1950’lerin sonuna gelindiğinde duruma daha fazla dayanamayarak çözümü, kendisinin de hak sahibi olduğu, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünde olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurmada bulmuştu.

19 Şubat 1959 yılında imzalanan Zürih Antlaşması; Kıbrıs’ı güvence altına alacak olan anayasanın hazırlanması, devlet başkanının Rum, yardımcısının Türk tarafından olması, her ikisinin de veto hakkının bulunması, hükümette %70 Rum, %30 Türklerin temsil edilmesi gibi maddeleri içermekteydi. Rauf Denktaş ve Fazıl Küçük, bu çözümü kötünün iyisi olarak değerlendirmiş; Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’un Zürih Anlaşması’nda belirtilen hak ve yükümlülüklerine uymayacağını ısrarla dile getirmişti. Süreç maalesef onları haklı çıkarmıştı.

Enosis planı doğrultusunda ayaklanan Rumlar, İngilizleri adadan göndermeyi başarmıştı. Makarios, adadan İngiliz idaresinin çıkmasını kendisine daha çok fırsat bilip Enosis’e daha çok bağlanmış, saldırganlığını gün be gün arttırmaya başlamıştı.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından hemen sonra, kendilerine engel gördükleri İngilizleri adadan çıkarmışlardı. Artık en büyük engel olarak Türkler görülüyordu. Makarios yönetimi, hedeflerine ulaşmak için gizli kapılar ardında belirli planlar doğrultusunda Türklerin adadan nasıl çıkartılacağı hesabını yapmaktaydılar. Akritas ismini koydukları plan, onların Enosis hedeflerine giden yolu açmaları için ideal görünmekteydi. Plan, Türkleri önce Kıbrıs yönetiminden, sonra tüm adadan atma amacı taşıyordu; kısacası Türk’ü imha etmeyi amaçlıyordu.

1963 Kanlı Noel olaylarıyla başlayan, Kıbrıs Türklerine karşı yapılan sistematik katliam politikaları bu kirli plan neticesinde uygulanmıştır. Bu planı uygulamaya geçirecek araç, kurdukları eli kanlı EOKA örgütü olarak belirlenmişti.

1963 yılı sonlarına doğru, Zürih Anlaşması’yla Türklerin elde ettiği hakları kaldırmayı amaçlayan 13 maddelik anayasa değişikliği, kırılma noktasını yaratmıştı. Mevzubahis anayasa değişikliğini öneren Makarios yönetimi, anayasa değişikliğinin kabul edilmeyeceğini düşündüğü için çözümü katliamda buldu.

Kanlı Noel

Akritas Planı 21 Aralık 1963 tarihinde kanlı bir şekilde devreye konmuştu. Bugün tarihe “Kanlı Noel” olarak geçti. Kıbrıs tarihindeki kırılma noktası olan bu elim verici hadiseden sonra, Kıbrıs’ta hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Kıbrıs Türklerinin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar süren acı ve kanlı kaderinin başlangıcıdır Kanlı Noel. Adanın tümünde yaşamlarını sürdürmekte olan Türkler, bu geceden sonra 104 köyünü terk etmek zorunda kaldı ve adanın küçük bir kısmında yaşamaya mahkûm edildi.

Eli kanlı terör örgütü EOKA, kadın-çocuk demeden masum gördüğü kim varsa acımadan katlediyordu; toplu mezarlardan küçük çocukların cansız bedenleri çıkarılıyordu. Bu olayların içerisinde o sırada Kıbrıs Türk Alayı’nda baştabip olan Binbaşı Nihat İlhan ve ailesi de bulunmaktaydı. O gece kana doymak bilmeyen eli kanlı terör örgütü EOKA mensupları, Lefkoşa’nın Kumsal semtinde evi bulunan Nihat İlhan’ın ailesinin evine baskın düzenlediler. Tarihe “Küvet Katliamı” olarak geçen korkunç hadisede Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet ve 3 oğlu banyoda, sığındıkları küvetin içinde katledildiler. Bu trajik olayın gerçekleştiği ev, daha sonrasında Barbarlık Müzesi adıyla açıldı.

Olaylar sırasında 364 Kıbrıs Türkü acımasızca katledildi, 25-30 bin insan da göç etmek zorunda kaldı. Kıbrıs Türkünün acısını dünyaya duyurmak amacıyla, Rauf Denktaş BM Güvenlik Konseyi toplantısına katıldı ve yaşanan vahşet verici olaylar silsilesini tüm dünyaya haykırdı. Hatta onun bu konuşması, Makarios tarafından adaya girişini yasaklatmıştı. Erenköy Direnişi’nde bu yasağı bahane etmeyen Denktaş, adaya gizli yollardan girerek bu direnişin en ön saflarında yer almıştı.

Türk Mukavemet Teşkilatı

Kanlı Noel hadisesinden sonra, 1958 yılında, EOKA’ya karşı Türkleri teşkilatlandırıp koruma amacıyla kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), mücadelesini tüm cihana duyurmuş, mücahit sayısını arttırıp Erenköy Direnişi’nde kahramanlık destanını yazmıştı. Erenköy Direnişi’ne geçmeden gerek Kanlı Noel’de gerek Erenköy ve daha sonraki süreçte en ön cephede göğsünü siper etmiş bu mücahitler ordusundan yani Türk Mukavemet Teşkilatı’ndan bahsetmeden olmaz.

Kıbrıs Türkleri, EOKA’nın kurulduğu 1955 yılından beri, kendilerini savunmak için kendi aralarında direniş örgütleri oluşturmuştu. Ancak bu gruplar koordineli ve etkin mücadele verebilecek yapıda değildi, etkin bir mücadele verilebilmesi için kurulması gereken teşkilatın askerî yapıda ve organize olması gerekliydi. Bu düşünceler ışığında, Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu, Lefkoşa Konsolosluğu görevlisi Kemal Tanrısevdi TMT’yi kurdular. İlk aşamada Türkiye’nin desteği yoktu ve teşkilatın Türkiye’den gelecek bir desteğe ihtiyacı vardı. Ocak 1958’de Rauf Denktaş’ın ve Fazıl Küçük’ün Ankara’da dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yla yaptıkları görüşme neticesinde Genelkurmay Başkanlığı örgütün fiili olarak kurulmasına izin verdi ve TSK bizzat TMT’nin yönetimini ele aldı. Buna rağmen maalesef Ankara’nın Kıbrıs hususunda yeteri kadar hassasiyete sahip olduğu söylenemez.

Teşkilatın başkanlığına Tümgeneral Danış Karabelen seçildi. Mücahitlere eğitim vermek amacıyla ivedi bir şekilde Antalya’da ve Ankara’nın Zir köyünde eğitim kampı kuruldu. Son derece gizli ve yer altında çalışan teşkilat, bu özelliğiyle tüm dünyaya kendini hayran bırakmaktaydı. Silah ve mühimmat desteğini TSK’den sağlayan teşkilat, ihtiyacı olan silahları orduya iletiyor, ordu da bu silahları hurdaya ayırmış gibi gösterip adaya ulaştırıyordu. Bu sayede bahsettiğimiz gizlilik kuralı sağlanmış oluyordu. Ayrıca görev verilen subaylar da kod adları ve öğretmen kimlikleriyle adaya çıkıyorlardı. Adadaki ilk TMT lideri Rıza Vuruşkan, Bozkurt kod adı ve İş Bankası müfettişi kimliğiyle adaya çıkmıştı.

TMT’nin stratejilerini oluşturmak ve geliştirmekle görevli İsmail Tansu, “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” adlı kitabında TMT’ye ilk destek verenin Alparslan Türkeş olduğunu yazar. Alparslan Türkeş; teşkilata gerekli olan araçları, destekleri ve ödenek tahsisini bulmuştur.

Teşkilatın logosunda bozkurt motifi vardır ve Türklüğe dair diğer motifler, mücahitlerin birbirlerine verdikleri kod adlarında geçer. Teşkilatın kullandığı bir slogan şöyledir: “Atatürk ilkemiz, Bozkurtlar temelimiz, özgürlük davamız, zaferdir hedefimiz.” EOKA’nın aksine, TMT; kurulduğu günden beri hiçbir zaman köylere saldırmamış, sadece Kıbrıs Türklerine eğitim verip kendilerini savunmalarını sağlamıştır. Kanlı Noel olaylarına kadar kendini gizli tutan teşkilat, o günden sonra kendini açığa çıkarmış, teşkilatını hızlandırıp mücahit sayısını artırmıştı.

Kuruluş amaçları, Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliğini sağlamak, Enosis’e karşı çıkmak ve Türk toplumunun birliğini ve bütünlüğünü sağlamak olan teşkilat, Kıbrıs Türkleri için o kadar önemliydi ki halk arasında “TMT olmasa Kıbrıs’ta Türk olmazdı” denmekteydi. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda da üstün başarı gösteren teşkilat, 1976 Ağustos’unda Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığına dönüştü.

Erenköy Direnişi

Süreci anlattıktan sonra asıl konumuza gelelim. Erenköy, Kuzey Kıbrıs’ın Dillirga yöresine ait köylerden biridir. Günümüzde sivil yerleşimi bulunmamakta olup adanın kuzeyiyle kara bağlantısı da yoktur. Kıbrıs için büyük öneme sahiptir: 1955 yılında kurulan EOKA terör örgütü, saldırılarını iyice artırmıştı. EOKA modern ve ağır silahlara sahip olduğu için TMT’nin desteğe ihtiyacı vardı. Türkiye’den gelecek olan silah ve yardımların ada halkına sağlıklı bir şekilde ulaşması büyük önem taşımaktaydı. Ancak adadaki tüm limanlar ve havaalanları Makarios’un kontrolündeydi. İkmal için güvenli bir hat aranırken en güvenli yerin Türkiye’de Anamur, Kıbrıs’ta ise Erenköy olduğu kararı verildi. 1958’den 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar Türk halkı, Erenköy’den ulaştırılan yardımlar sayesinde dik durup kendini savunmuştu.

Kanlı Noel’in gerçekleştiği 21 Aralık 1963’ten itibaren yaşanan acı hadiseler, Ankara, İstanbul ve Londra’da tahsilini tamamlamaya gitmiş Kıbrıs Türkü üniversite öğrencileri tarafından endişeyle takip ediliyordu. Memleketlerinden gelen hadiseleri basın yoluyla öğrenen öğrenciler, gazetelerin irtibat bürolarında gece geç saatlere kadar bekliyorlardı. Dönemin canlı tanıklarının anlattıklarına göre, olayları haber alır almaz Kıbrıs’a dönmenin planları yapılıyordu. Hükümet ise öğrencilerin geri dönmesini reddetmekteydi. Geri dönmekte ısrar eden gençler, eylemler ve açlık grevleriyle bu duruma tepki gösteriyorlardı. TMT’de eğitim alıp, Kıbrıs’a çıkıp mücadele etmek tek istekleriydi. Nihayetinde Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş’ın temasları neticesinde öğrencilerin getirilmesi kabul edildi. Verilecek mücadelenin neferleri olan bu öğrenciler, dört bir yandan Ankara Polatlı’daki Zir Eğitim Merkezine getirilmiş, 3 haftalık silah eğitiminin ardından adaya çıkmaya hazır hâle gelmişti.

Mücahit olan gençler, 31 Mart’tan itibaren gruplar halinde Erenköy’e çıkmaya başladılar. BM Genel Kurulundaki konuşmasından dolayı adaya girişi yasaklanan Denktaş da gizli bir şekilde Erenköy’e çıkıp mücadelede en ön safta yer almıştı. Bölgede kurulan ilk temas, öğrencilerin adaya çıktığı 30 Mart günü yaşanmıştı. 500 kişilik Rum askeri, bir hafta boyunca taarruz etmiş, kayıplar vererek çekilmişti. Ancak bu sırada Erenköy mevzilerinin yetersizliği göze çarpmaktaydı. İvedilikle bu sorunun çözümüne yönelik çalışmalara girişildi. Nisan-Haziran ayı arasında Türkiye’den yapılan takviyeler, sorunu yine de çözmemişti. TMT Lideri Albay Rıza Vuruşkan, Rauf Denktaş ve birkaç gönüllü öğrenciyle beraber feribotla Erenköy’e çıkmıştı. Bahse konu olan eksiklikler, Albay Rıza Vuruşkan’ın idareyi bizzat ele almasıyla birlikte giderilmişti. Mevziler askerî disiplin ve şartlara uygun hale getirilmişti. Çarpışmaların başlaması için artık bir bahane gerekliydi. Dilliriga bölgesindeki Lorovoune Tepesi’ni ele geçirmek isteyen Grivas, Makarios’tan izin istedi, Bakanlar Kurulu’nun izni vermesiyle beraber, 5 Ağustos’tan 10 Ağustos’a kadar sürecek olan kanlı çarpışmalar başladı.

8 Ağustos’a kadar, Dillirga bölgesindeki 5 Türk köyünden sadece Erenköy kalmıştı. Mücahitler, elde kalan son yeri müdafaa etmek için Erenköy’e çekildiler. Bu çekilmeyle beraber, yazımızın başında yaptığımız İkinci Çanakkale vurgusu kendisini burada gösteriyordu; manzara, 1915’ten farksızdı. Rum ordusu, ağır silahlarıyla, havan toplarıyla, denizden hücumbotlarıyla mevzileri dövüyordu. Bölge halkı ve mücahitler için durum iyiden iyiye kötüleşiyordu. O günlerde bizzat cephede çarpışmaların içinde bulunmuş olan Rauf Denktaş, gün gün olanları şu şekilde anlatır[1]:

Kanlı Çarpışmalar

1 Ağustos 1964: Rumların dört bir yana yığınak yaptığının istihbaratını aldık. Rıza Vuruşkan, vakit kaybetmeden mevzileri güçlendirmek amacıyla vazife başına geçti.

2 Ağustos 1964: (Mücahitlerle ve köylülerle yaptıkları konuşmayı aktarıyor.) Ortak dert, herkeste aynı: “Türkiye yardımımıza gelecek mi? Sonumuz ne olacak? Daha ne kadar dayanabiliriz?” Mücahitler ve köylüler yorgun görünseler de ümit, hiç bir zaman kaybolmuyordu. Tarihimizde kazandığımız zaferler, verilen direniş örnekleri, her şeyden önce ümidin eseri değil midir? Burada da öyle olmuştur.

3 Ağustos 1964: Mevzilerde gün, ateşle başlıyor, ateşle bitiyordu. Gençler, battaniye ve yatak eksikliği çekiyordu. (Denktaş, bu meselenin kıştan önce bitmesi gerektiğini belirtiyordu. Dayanma vurgusu dillerden bir an olsun düşmüyor, düşmeyecekti.)

4 Ağustos 1964: (Makarios’un Türklere Erenköy’de saldırmayacağı teminatı, Denktaş tarafından kinayeli bir şekilde yeriliyordu.) Rumlar, yığınaklarını tamamlamış, hücum ufukta kendisini gösteriyordu.

5 Ağustos 1964:  Beklenen saldırılar başlıyor… Rumlar; Piyenya ve Pirgo bölgesinden havan topları, sahra topları ve otomatik silahlarla, Mansura ve Bozdağ bölgelerine saldırdılar.

6 Ağustos 1964: Rumlar, Selçuklu köyüne taarruza geçtiler, mücahitlerimiz mevzilerden çekilmek durumunda kaldılar.

7 Ağustos 1964: (İşler artık çıkmaza girmişti.) Dillirga bölgesi, denizden ve karadan ağır top ateşine tutuluyor. Mansura’da, elimizde bulunan Mali Tepesi düşmüştü. Hem Mansura hem Erenköy denizden ağır top ateşi altına alınmıştı. Gece gündüz, silahlar susmadan ateş yaymaya devam ediyordu.

8 Ağustos 1964:   Alevkaya, Mansur, Bozdağ ve Selçuklu düştü. Mücahitler geri çekiliyor… Kadın ve çocukları Birleşmiş Milletler kendi kamplarına tahliye etmek ister. Kadınların cevabı: “Biz erkeklerimizle kalacağız.”

Erenköy, bir tabak gibi, Rum mevzilerinin altında mahkûm bir arazi halinde. Öyle bir an geldi ki mukavemete devam ümidi yok oldu. Birleşmiş Milletler bize gelerek ne yapacağımızı sordu: “Rum ve Yunan zırhlı birlikleri süratle ilerlemektedirler, teslim olmaktan başka çare yok” dediler.

Komutan Rıza Vuruşkan’la istişare ettikten sonra kararımızı veriyoruz: Sonuna kadar çarpışmak, teslim olmamak ve intihar etmek…

“O halde müsaade ediniz kadınları ve çocukları alıp gidelim” dediler. “Onlara sorunuz, gitmek isterlerse alınız” dedik.

Birleşmiş Milletler askerleri kadınlara yaklaşarak tekliflerini yaptılar. Kadınlar hep bir ağızdan: “Biz erkeklerimizden ayrılmayız, öleceksek birlikte ölürüz” cevabını verdiler.

Birleşmiş Milletler askerleri bu kahraman insanları selamlayarak “Good Luck” (bahtınız açık olsun) diyerek zırhlı araçlarına binerek uzaklaştılar. Durumu Ankara’ya bildiriyoruz. Yarına zor dayanırız. Gelmezlerse Erenköy çökecektir. Bazı gençler ağlıyor. Korkudan değil. Anavatan’ın bu kadar lakayt kalışına ağlıyorlar: “8 aydır bu yerleri müdafaa ettik, Türkiye gelecek, geldiğinde çıkacağı, yaslanacağı bir yer bulsun diye, meğer boşunaymış” diyorlar.

Bir Türk anası: “9 çocuğum var. 5’i kız. Rumlara bırakmam onları, denize götürüp boğacağım.” diyor. Hıçkırıyor. Kadını kollarından tutup sarsıyorum. Telsiz başında, kan ter içinde telsizci çalışıyor, dinliyor. Cevap yok. Bunu etrafa duyurmamak için gayret sarf ediyoruz. Bir mesaj daha, bir tane de ben gönderiyorum: “Saldırı bütün şiddeti ile devam etmektedir. Rumlar kesin sonuç almak kararındadırlar. Yarın sabaha kadar direnebiliriz. Yardımımıza gelemezseniz, bunu engelleyen büyük millî bir neden olduğuna inanarak öleceğiz. Vatan sağ olsun.”

Birdenbire telsizci canlanıyor. Gözlerinde bir pırıltı var. Yazıyor ve okuyor: “Hava Kuvvetleri hareket emrini aldı, keşif uçuşuna geliyorlar…”

Telefona sarılıyoruz. Mevzilere müjdeyi veriyoruz. Ne büyük müjde. Yorgun değiliz artık. Yalnız ve unutulmuş da değiliz. Uçakları bekliyoruz. Uzaktan bir şeyler görülüyor. “Uçaklar” diye fırlıyoruz. Gelenler uçaklar değil turnalar… “Ebabülbül ordusu yerine, Turna ordusu geliyor” diye şakalaşıyoruz da.

Ömer Sami Coşar üzüntü komasından çıkmış gibi. Fotoğraf çekiyor: “Bu iş oldu artık.” Gözlerimiz Anadolu’ya yönelmiş… Saat 17’00’de uçaklar geliyor. Dağlar inliyor. Sevinçten ağlayanlar, birbirlerine sarılanlar, havaya ateş edenler var… Kurtuluş bayramı… Türk kartallarının gölgesinde yeni bir hayata kavuşan binlerce insan Tanrı’sına şükrediyor. Uçaklar bizi selamlayıp uzaklaşıyor. Rumlar kat’i neticeyi alacaklar… Ateş şiddetleniyor…

9 Ağustos 1964: Sabahleyin Rumların hücumu yine şiddetleniyor. Epeyi bekledikten sonra Türk uçakları yine geliyor. Sevinç içindeyiz. Gelen uçakların 64 olduğunu bilsek! Hâlâ son Türk direniş noktasına akın akın gelen Rum kuvvetleri Pomo, Paşiammo, Limni, Poli, Piyenya, Alevkaya, Süleymaniye, Mansur ve Erenköy dolaylarında devamlı surette takip edilerek ateş altında bırakıldılar. Gençler, Rumlara geçen mevzileri almayı düşünüyorlar. Tehlikeli… Hepsi o kadar yorgun ve bitkin ki. Yeni Komutan “Boşu boşuna can kaybı istemiyorum” diyor. Haklı… Türk uçakları ayrıldıktan bir süre sonra göklerde yine uçaklar beliriyor. Herkes açığa çıkmış, tezahürat yapıyor. “Saklanın” diye bağırıyorum, dinleyen yok.

Yunan uçakları saldırıyor ve halkı mitralyöz ateşine tutuyor. 3 şehit, 8 yaralı veriyoruz. Şehitlerden bir tanesi benim yanımda, yaralılardan biri benim ayaklarımın dibinde… Ölümün nasıl geldiğini, insanları nasıl biçtiğini yakından görüyoruz. İsveçliler yine meydanda. Yaralıları alıyorlar. Köy kadınları köyü yine terk etmiyor. Herkes “Türkiye bu işe, bu şeklide girdikten sonra canımız helal olsun” diyor.

Ankara’dan haber: “Personel ve malzeme geliyor.” Daha önce sabahlara kadar iki gece beklemiştik. Seviniyoruz. Haberi yayıyoruz.

Nihayet geldiler, gidip bakıyoruz. Gelenler dört gün eğitim görmüş olan 40 üniversiteli genç. Tepemiz atıyor. Bu mahkûm bölgeye bu çocukları göndermeye kimin hakkı vardır? Durumun vahametini demek anlamamışlar. Bizimle birlikte olan Ömer Sami Coşar elindeki silahı yere vurup, lanetler yağdırarak dağlara çıkıyor. Rıza Vuruşkan yanıma gelip: “Ankara bu işten hiçbir şey anlamış değildir. Ya sen, ya Ömer Coşar gidip anlatmalısınız” der. Ve çıkıyoruz Ömer Sami Coşar’ı aramaya. Ama yok… Onu bulamıyoruz. Adam kızgınlıkla dağların yolunu tutup gitmiş.

Üniversiteli gençleri ve malzemeleri getiren gemi hareket etmek üzeredir. Rıza Vuruşkan: “Denktaş Bey, sen gideceksin.” der. Bunun üzerine silahımı Vuruşkan’a teslim ettim. Ankara’ya gidip tekmil vermek için Erenköy’den ayrılıyorum…

10 Ağustos 1964: Ankara’ya doğru yolculuğum devam ediyor. Aklım, yüreğim Erenköy’de kaldı… Bizimkiler şimdi ne yapıyor? Ateşkes antlaşması imzalanmış… Şükür!

Günümüz Erenköy sınırı, bu müdafaanın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Erenköy Direnişi, Kıbrıs Türkü için umut kaynağı ve Enosis fikrine vurulan bir hançer oldu.

1974 Barış Harekâtı’na kadar Kıbrıs Türkleri, Erenköy ruhunu her gün içlerinde yaşayarak direndiler. Kıbrıs Türklerini adadan atmak isteyen, gizli kapıların ardında kanlı plan yapanlara karşı, bu direniş, tokat gibi bir cevap oldu. Türkiye açısından ise, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bir nevi provası yapılmış oldu. Şanlı tarihimize, Çanakkale ruhu, Kuvayı Milliye ruhunun ardından Erenköy ruhu da eklenmiş oldu. Kıbrıs Türklerinin yılmaz savunucusu, Rauf Denktaş, Erenköy’ü şu cümlelerle anlatır:

“Erenköy Direnişi’nin Kıbrıs Türk Halkı’nın millî mücadelesindeki yeri, Çanakkale Savaşı’nın Türk halkının millî mücadelesindeki yeri ile denktir… Erenköy, millî bir ruhun şahlanışıdır… Erenköy, mücadeleden önce, silahsız halkın bu eksikliğini kendi kararlılığı ve cesareti ile tamamlamasıdır… Erenköy, Türkiye’ye olan güvendir… Erenköy, kadınların, Anadolu’da olduğu gibi erkeklerin yanından ayrılmamasıdır… Erenköy, ‘ya istiklâl ya ölüm’ diyen bir avuç insanın, zırhlı Yunan ve Rum birliklerinin denizden ve karadan hücumları karşısında ‘Anavatan bizi muhakkak kurtaracak.’ diyen direnişidir… Erenköy, bence bir Çanakkale’dir.”

Erenköy Direnişi sırasında 13 mücahidimiz şehit düştü. Şehit düşenlerden birisi var ki bu ismi anlatmadan Erenköy’ü anlatmak eksik kalır. Bu isim, Erenköy Direnişi’nin ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu isim, Hava Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’dir.

Cengiz Topel

Kahramanlık hayatına 1934’te İzmit’te başlayan Cengiz Topel, askerlik yaşamına 1953 yılında karacı olarak başladı. Göklerde uçma hayalini gerçekleştirmek amacıyla Kanada’da eğitim alan Topel, 1957 yılında anavatana dönüp, Hava Eğitim Komutanlığında göreve başladı. Ertesi yıl üsteğmenliğe yükseldi. 1961 yılında son görev yeri Eskişehir’e atandı. 2 yıl sonra ise Yüzbaşı rütbesine yükseldi. 5 Ağustos 1964 yılında Kıbrıs Erenköy’de başlayan direnişe 7 Ağustos’ta Türkiye Hava Kuvvetleri ile müdahil oldu. 8 Ağustos 1964’te, Eskişehir 112 Filo Komutanlığından Cengiz Topel liderliğinde havalanan dörtlü kol timinde; 2 numara Üsteğmen İzzet Öztarhan, 3 numara Üsteğmen Altan Uçak, 4 numara: Üsteğmen Ethem Sancar oldu.

İvedi bir şekilde bölgeye intikal eden tim, Gemi Konağı ile Yeşilyurt arasındaki hücumbotları hedef almış durumdaydı. Hava taarruzları başlamıştı; hücumbotları kaçıyor, uçaklarımız da onları hedef alıyordu. Bu sırada F-100D tipi jet uçağını kullanan Cengiz Topel Yüzbaşı, ilk dalışını başarıyla yapmış, hedefindeki hücumbotunu imha etmişti. İkinci dalışını gerçekleştirdiği sırada, yürekleri yakan hadise gerçekleşti. Cengiz Topel’in uçağını hedef alan hücumbotunun açtığı ateş, uçağa isabet etti.

2 numara Üsteğmen İzzet Öztarhan’ın telsizinden kara haber duyuldu: “Cengiz Yüzbaşım, uçağından dumanlar çıkıyor, atla! Yüzbaşım! Cayır cayır yanıyorsun, atla!”

Cengiz Topel, atlamak zorunda kalmış, inişini Peristeronori isimli Rum köyüne yapmak durumunda kalmıştı. İnişinden sonra hızlıca Lefke’ye doğru koşan Topel, peşine takılan Rum askerler tarafından yakalanmaya çalışıldı. Yanındaki tabancasının son mermisine kadar çarpışan Topel, daha fazla direnemedi. Yakalandıktan sonra başına gelenler için birçok varsayımda bulunulsa da gerçek şuydu: Cengiz Topel’e savaş esiri muamelesi yapılması gerekirdi ancak Kıbrıs meselesinde hiçbir zaman hak, hukuk, yasa, sözleşme yükümlülüğü dinlemeyen Rum tarafı, Cengiz Topel’e karşı da hiçbir uluslararası sözleşmeyi tanımamıştı. Ona işkence ettiler. Cenazesini dahi günler sonra teslim ettiler. Cengiz Topel, vahşice, canavarca işkence edilerek şehit edildi. Şehidimizin otopsi raporu içinde zerre kadar dahi insanlık olanların gönlünü titretti. Ya bu işkenceleri ona reva görenlere iadesini sağlayamayan Birleşmiş Milletlere ne demeli? Üstelik kendini barış gücü(!) olarak niteleyen Birleşmiş Milletler, Rum yönetimini kınayacak bir karar dahi alamadı. Peki, Cengiz Topel’e reva görülen muamele basit bir işkence ile geçiştirilebilir miydi? Yukarıda bahsi geçen rapor, bütün gerçeği gözler önüne sermektedir. İşte Cengiz Topel’e reva görülen muamele: “Sol gözü çıkarılmış, edep yerleri ezilmiş ve her iki kolunun pazusu matkapla delinmiş. Kafasının sol tarafına bir beton çivisi çakılmış. Boğazından göbeğine kadar göğsü yarılmış. Akciğeri ve kalbi noksan, yarım ya da yok.”

Rumlar ona acı çektireceklerini düşünüyorlardı ama onun karşısında ağuşunu açmış bekleyen peygamber vardı. Şehitler tepesinde kendisini bekleyen nice şehitler vardı. Düşmanlığı dahi beceremeyen eli kanlı katil sürüsü onu katlederek Erenköy’ün intikamını aldığını gafletine düşmüştü. Ancak bu milletin daha nice Cengiz Topelleri vardı. Kıbrıs halkı şehidine sahip çıktı; şehadetinden 3 gün sonra Lefkoşa’da düzenlenen tören, görülmemiş bir mahşeri kalabalığa şahit oldu. Daha sonrasında cenazesi anavatana gönderildi. 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı Hava Şehitliği’nde toprağa verilen Cengiz Topel, Cumhuriyet tarihimizin ilk hava şehidi oldu. Türk milletinin gönlünde şanlı Erenköy Direnişi’nin sembol ismi olarak ebediyete kadar yaşayacaktır. Aziz ruhu şad olsun.

Yakın tarihimizde verilen bir direniş örneğini görmüş olduk. Peki, Erenköy Direnişi’yle Kıbrıs’taki tüm mesele halloldu mu? Olmadı. Günümüzde dahi Kıbrıs Türkleri dünya tarafından yok sayılmakta, verdikleri haklı mücadele bir kenara itilmektedir. Bu sorunu bir tek Kıbrıs Türkleri değil, Balkan Türkleri, Kırım Tatarları, Uygur Türkleri yaşamaktadır. Burada bizim üstümüze düşen, Türk milleti olarak kendimize dönmektir. Bu milletin her bir evladı, beşikten mezara kadar Türk kaldığı vakit, kendimize ülkü edindiğimiz Türk’ün cihan hakimiyeti mefkûresine bir adım daha yaklaşılacaktır. Bu, zor gibi görünse de çözüm tamamen bizim irademizdedir. Çalışmak zorundayız çünkü bizden önce bize bu yurtları bize vatan kılanlara ve bizden sonra gelecek olanlara borcumuz var.

Yazımı, Kıbrıs Türklerini müdafaa etmeyi kendine amaç edinmiş, Erenköy’de en ön cephede göğsünü siper eden TMT’nin yemini ile bitirmek istiyorum:

“Kıbrıs Türk’ünün yaşayış ve hürriyetine; canına, malına ve her türlü anane ve mukaddesatına, her nereden ve kimden olursa olsun vaki olacak tecavüzlere karşı koymak için kendimi Türk milletine adadım. Ölüm dahi olsa verilen her vazifeyi yapacağım. Bildiğim, gördüğüm, işittiğim ve bana emanet edilen her şeyi canımdan aziz bilip sonuna kadar muhafaza edeceğim. Gördüklerim, işittiklerim, hissettiklerim ve bana emanet edilenleri hiç kimseye ifşa etmeyeceğim. İfşaatın bir ihanet sayılacağını ve cezasının ölüm olduğunu biliyorum. Yukarıda sıralanan hususları harfiyen tatbik edeceğime, şerefim, namusum ve bütün mukaddesatım üzerine söz verir ve ant içerim.”

KAYNAKÇA

(1) TAŞKIN, Ç. TUNCEL, C. O. Kıbrıs Türk Millî Mücadelesinde Erenköy Direnişi: Bir Sözlü Tarih Çalışması. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (2017), 18(33), 555-586.

(2) SABAHATTİN, İsmail. Erenköy Destanının 59. Yıldönümü. Kıbrıs Gazetesi̇. (2023 Ağustos) https://kibrisgazetesi.com/yazar/sabahattinismail/konu/erenky-destannn-59-yl-dnm/ (Erişim Tarihi: 18.03.2025)

(3) SABAHATTİN, İsmail, Türk Anaları Çocuklarını Denizde Boğacaktı! 1, Kıbrıs Gazetesi̇. (2023 Ağustos) https://kibrisgazetesi.com/yazar/sabahattinismail/konu/trk-analar-ocuklarn-denizde-boacakt-1/ (Erişim Tarihi: 18.03.2025)

(4) SABAHATTİN, İsmail Türk anaları çocuklarını denizde boğacaktı! 2,  Kıbrıs gazetesi. (2023 Ağustos) https://kibrisgazetesi.com/yazar/sabahattinismail/konu/trk-analar-ocuklarn-denizde-boacakt-2/ (Erişim Tarihi: 18.03.2025)

(5) Şehit Hava Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel, Havacıyız, https://www.havaciyiz.com/Havacilarimiz6.htm (Erişim Tarihi: 18.03.2025)

(6) Yağız, A. T. Türk Mukavemet Teşki̇latı (TMT). Mavi̇ Vatan. https://mavivatan.net/turk-mukavemet-teskilati-tmt/ (Erişim Tarihi: 18.03.2025)


[1] Sabahattin, İsmail. Türk Anaları Çocuklarını Denizde Boğacaktı, Kıbrıs Gazetesi, 8 Ağustos 2023,

https://kibrisgazetesi.com/yazar/sabahattinismail/konu/trk-analar-ocuklarn-denizde-boacakt-1/ (Erişim Tarihi: 18.03.2025)

Bu yazı ne kadar faydalıydı?

Puan vermek için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama puan 0 / 5. Oy sayısı: 0

Henüz oy yok! Bu yazıyı ilk siz değerlendirin.

Bu yazıyı faydalı bulduysanız...

Bizi sosyal medyada takip edin!

Bu yazının sizin için faydalı olmamasından dolayı üzgünüz!

Tell us how we can improve this post?

Yorum bırakın