1970’li yılların ortalarını yaşıyorduk. Sarayköy Gazi İlkokulu’nda öğretmenlik yapıyordum. Denizli’de, Türk Milliyetçiliğinin sesi olacak bir yerel gazeteye ihtiyaç duyuluyordu. Bir grup ülkücünün verdiği karar, şehrimizde büyük bir kabul görmüştü. (1000) hisseden oluşan Bayrak Gazetecilik adıyla geniş faaliyet alanı olacak bir şirket kuruldu; çıkaracağı günlük gazetenin adına da “Hakk’a ve Millete Hizmet” adı verildi. Hisse satma, ortak sayısını artırma çalışmalarına fırsat buldukça ben de katıldım. O zamanın parasıyla bir hissenin değeri (1000) lira idi. Üniversite öğrencisi birkaç genç harçlıklarından keserek birer; esnaf, öğretmen ve memur arkadaşlar da çoluk çocuklarının rızıklarından kısarak üçer beşer hisse aldılar. İş adamı Kemal Sözkesen büyüğümüz, tüm hisselerin üçte biri miktarını satın alarak destek vermişti. Ben de beş hisse alarak ortak oldum. Entertip dizgi makinesi ve bir baskı makinesi alındı. Hacıları camisinin alt tarafındaki 510. sokakta, Mustafa Çelik ağabeyimizin henüz tamamlanmamış iki katlı inşaatında şirket faaliyete geçti.
Yazı İşleri Müdürü, gazetecilik okulundan mezun bir arkadaşımızdı; yanına aldığı bir muhabirle göreve başladı. İlk sayısının yayımlandığı gün, gazete binasının önü ana- baba günü gibi idi; hepimiz çok heyecanlıydık. Türk Milliyetçileri, Ülkücüler olarak bir şirket kurmuş, bir günlük gazeteye sahip olmuştuk. 15.05.1976 tarihli ilk sayısında benim de bir köşe yazım çıkmıştı.
Mayıs ayı sonuna yaklaştığımızda, yönetim ile yazı işleri müdürü arasında yayın politikası yüzünden anlaşmazlık yaşandı. Bir akşam, “Üç gün boyunca 27 Mayıs Bayramı haberi mi yayımlanır?” sitemi ve sorgulaması karşısında Yazı İşleri Müdürü, getirdiği muhabir arkadaşı alarak çekip gitti. Gazete ve dergilerde yazıları yayımlanan biri olduğum için gözler bana dikilmişti. Mehmet Çağatay Özdemir resmi yazı işleri müdürü olacak, ben de gazetenin yazı işleri müdürlüğünü fiilen yapacaktım. Sarayköy’den gelip gidecektim. Ücret verilme meselesi, bu sözlü anlaşmanın içinde gündeme bile gelmemişti; çünkü ne teklif edenlerin aklında ne de benim düşüncelerimde böyle bir konu yoktu, olamazdı. Zaten öğretmendim, bir maaşım vardı…
Haziran ayına girmiştik; okullar tatil olmuştu. Öğretmenler olarak öğleye kadar okulda bulunuyor, yıl sonu işlerini tamamlıyorduk. Öğleden sonraları Sarayköy-Denizli arasında mekik dokumaya başladım. Gazetecilik, köşe yazısı yazmaya, hikâye yayımlamaya benzemiyordu. Haber nasıl yazılır, bilmiyordum. Hizmet çıkmalı ve yaşamalıydı. Kolları sıvayıp işe koyuldum.
Bodrum özelliğindeki alt kat matbaa, üst kat idare binası olarak kullanılıyordu. Binanın çatısı yoktu. Beton, güneşin sıcaklığını üstümüze derecesini artırarak indiriyor ve bunaltıyordu. Yanıma bir muhabir verdiler; o, bacak bacak üstüne atarak bir misafir gibi günlük gazeteleri sonuna kadar okuyor ve Vilayet Basın Bürosu’ndan çoğaltılmış resmi haberleri getiriyordu o kadar; iki satır haber veya yazı yazdığı yoktu. Büyük boy, iki yaprak gazetenin bütün yükü üzerimdeydi. Ülkücü arkadaşlarım çevreden siyasi haber ve olayları getiriyorlardı. Vilayetin resmi haberlerini de –bilir bilmez- işleyince, birkaç da köşe yazısı ile gazeteyi çıkarmaya başladım. Metinleri, daktiloda yazarak dizgiciye veriyordum. Dizgici, yazıları kurşun satırlar hâlinde diziyordu. Haber ve köşe yazılarının başlıkları, mürettip tarafından tek tek hurufat kasalarından harfler alınarak ve kumpasta dizilerek yapılıyordu. Sayfalar ayrı ayrı bağlanıp hazırlanıyor; 2.-3. ve 1.-4. sayfalar birlikte baskıya giriyordu. Resimler, kurşun klişeler şeklindeydi ve İzmir’de yaptırılıyordu. Yeri geldiğinde tekrar tekrar kullanmak için klişeleri zarflar içinde, bir rafta saklıyor ve elimin altında bulunduruyordum. Gazetenin ilk nüshası baskıdan çıkınca tashihini yapmak da bana düşüyordu. Tashih işini bitirdikten sonra matbaadan ayrılabiliyordum.
Haziran ayı sonunda okullar tamamen tatil olunca rahatlamıştım. Öğle sonrasından başlayan ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam eden mesaim, Temmuz ve Ağustos aylarında sabah saatlerinde başlıyordu. Artık gün boyunca daha rahat çalışıyordum. Bir ara, benim işyapmaz muhabirin işine son verdirdim fakat yerine kimin o göreve getirildiğini, daha sonra kimlerin çalıştığını şu an hatırlamıyorum. Gazetede başyazıyı yazıyor, bu arada gerekirse ve fırsat bulursam kendi adımla da bir yazı yazıyordum. Üniversite ve lise gençleri çevremde arı gibiydiler; çok faydaları oluyorlardı.
Denizli’de, o yılların dizgi makinesi entertipin kullanmasını bilen de tamirinden anlayan da yoktu; en küçük arızasında sıkıntılar yaşıyorduk. Dizgi ustalarının nazı ve tafrası çekilmiyordu. Matbaacılığa hevesli gençlerden çıraklar alarak entertip ustaları yetiştirmeye çalıştık. O kişilerden Mustafa Sarıtaş, mesleğiyle bağlantılı bir işyerinin sahibi. Soy adını hatırlayamadığım Fahrettin, gazetecilik mesleğinden emekli oldu, Acıpayam’ın Çakır köyünde yaşıyor. Şirketin yönetim kurulu başkanlığına ve gazetenin sahipliğine, güvenilir ve milliyetçi özellikleri sebebiyle Sarayköy Vaizi Ömer Albay’ı getirmişlerdi. Maddi işlerden o sorumluydu. Resmî ilan gelirimiz henüz yoktu. O zamanın işleyişiyle, gazete resmî ilan alamıyordu; bir yıl boyunca, belirlenen kurallara göre –Pazar günleri hariç- her gün yayımlanması gerekiyordu. Bir yıl sonunda denetimden geçecek ve hak ederse resmî ilan alabilecekti. Hisse senet ödemeleri ve özel reklamlarla işi götürmeye çalışıyorduk.
Lenin ve Mao tipi Komünizmi benimseyenler, kendilerine sosyalistiz diyenler bu rejimi Türkiye’ye getirme gayretinde idiler; CHP içinde de yuvalanmışlardı. Türk Milliyetçileri, Ülkücüler, milliyet ve din tanımayan bu rejime karşı duruyorlardı. Hizmet çalışanalrı da vatan savunmasında üzerine düşeni yapma gayretindeydi. O psikoloji içinde bir arkadaşımız, ülkenin ilerigelen bir hukukçusu aleyhine karşı ağır bir yazı yazmıştı. Sorumlu yazı işleri müdürü ben olmadığım için yazının gazetede yer almasına engel olamamıştım. Gazete önümüzdeki aylarda maddi sıkıntı çekmeye başlayacak, bu ağır yazıdan o zaman için altmış bin lira miktarında yüklü bir tazminata mahkûm olacaktık.
Ağustos ayında Denizli, dört can kaybının yaşandığı, şiddetli bir depremle sarsıldı. Pelitlibağ mahallesinde hasarlı ev sayısı pek çoktu. Vali Hayri Güler milliyetçi bir insandı. Depremzedelere yardımın dağıtılmasına itiraz ve istismar eden sol görüşlü bir kısım halk Vali Konağına yürümüştü. Emniyet Müdürlüğü de koruma görevini tam yerine getirememiş olmalıydı ki Vali, Emniyet Müdürünü açığa aldı. Gazete o gün, manşeti değiştirilerek ikinci baskısını yaptı. Gençler Kaleiçi’nde, manşette sekiz sütun yazılan haberi, “Vali, Emniyet Müdürünü açığa aldı” diye bağıra bağıra duyurarak gazete satıyor, polisler de onları önlemeye çalışıyor ve kovalamacalar yaşanıyordu. Deprem sonrasında dört yüz ağır hasarlı ev tespit edilmiş ve aynı sayıda ev yapılma kararı alınmıştı. Yer olarak Vali Hayri Güler’in yönlendirmesiyle şimdiki Bahçelievler semtine 400 prefabrik ev yapıldı. Kayalardan bazılarının bir yüzleri düzlenerek, kitabe haline getirildi ve o semtteki kavşaklara yerleştirildi. Deprem dört can almış, bir felaket yaşamıştık, fakat önce Depremevleri, daha sonra Bahçelievler olarak bilinen dört yüz ev, şehrin o bölgeye kaymasına sebep olacaktı.
O günlerde Milliyetçi İşçi sendikalarından bir grup yönetici ayrılmış ve Bağımsız bir sendika kurmuştu. Gazetenin başyazılarını yazan ben, bu konu üzerinde de üç gün, “Bağımsız sendikaların işçi haklarını koruyacak maddi gücü olmayacağını” ifade eden yazılar yayımlayacaktım.
Eylül yaklaşıyor fakat gazete idare heyetindeki kişilerde, yazı işleri müdürü aramak gibi bir hareket görülmüyordu. Ben, bana güvenenler karşısında mahcup olmayacak bir verimlilikte çalışıyor, gazeteciliği de yavaş yavaş öğreniyordum. Mizanpajda, haber işlemede, röportaj yapmada, haberlere küçük ve büyük başlıklar atmada geliştiğimi gözlemliyordum. Fakat Eylül ayının 1’inden itibaren dersler başlayıncaya kadarki süre içinde yeniden yarım gün okulda, yarım gün de gazetede olmak üzere sıkı mesai uygulamasına yeniden başlayacaktım. Öyle de oldu…
Eylül sonuna doğru, Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Albay; “Köşe yazıları yazıyorsun, haberleri de işliyorsun. Bu işi yapacak senden başka arkadaşımız yok.” diye görüş bildirdi. Çevremizdeki, yönetimde bulunmayan fakat gazetenin yaşaması için çırpınan arkadaşlar da bana yüklendiler: “İstifa et, gazetenin yazı işleri müdürü ol!” Arkadaşlarımı kıramazdım. Türk Milliyetçiliğinin Denizli’deki sesi Hizmet yaşamalıydı. Zaten hem ortak hem de fiili yazı işleri müdürü olarak işin tam ortasındaydım. Kabul ettim ve bastım istifayı. O günlerde üç yıllık evliydim, oğlum iki yaşındaydı. Eşim Beylerbeyi köyünde öğretmendi. Ben Sarayköy Gazi İlkokulu’nda çalışıyordum. Sarayköy’de, CHP’li bir ailenin evinde kirada kalıyorduk. Eşime danışmayı, onun fikrini almayı aklıma bile getirmemiştim. Davaya hizmet edilirken hanıma danışmak da ne oluyordu ki? Türkiye komünizme ve komünistlere teslim edilmemeli, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin bir parçası olmamalıydı. Çanakkale’ye cepheye çağrılmış bir Mehmetçiğin anlayışı, heyecanını yaşıyordum….
Ekim 1976’da resmen Hizmet gazetesinin yazı işleri müdürüydüm artık…