İslamiyet, üniversal(âlemşümul) bir davettir. Irkları ve milletleri hem kabul ve tasdik eder, hem de “İslam kardeşliği ruhu” içinde işbirliği yapmaya çağırır.

İslam kardeşliği, milleti yok etmeye çalışan komünist ve masonik beynelmilelciliğe (internationalisme’e) asla benzemez ve benzetilemez. İslamiyet, komünistlik ve masonluk gibi milliyetleri ve ırkları inkâr ederek kozmopolit bir dünya kurmak davası peşinde değildir. Yüce ve mukaddes kitabımıza göre, insanlar, Âdemoğulları olarak aynı kökten gelmiş olmakla beraber, çeşitli milli ve ırkî şubeler ve dallara bölünmüşlerdir. Bu durum, ilahî bir irade olup inkâr ve ihmal edilmesi mümkün olmayan biyolojik, psikolojik, ekonomik, sosyolojik ve politik bir vakıadır.

Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in emirleri o kadar açıktır ki “Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye, sizi şubelere (ırklara, milletlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah yanında en şerefli takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat Suresi, ayet, 13).

Yine “O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun ayetlerinden. Hakikat, bunlarda bilenler için elbette ibretler vardır.” (er-Rûm Suresi, ayet, 22).

Bu ayet-i kerime mealleri, hiçbir tevile meydan bırakmadan, dinimizin ırklar ve milletler karşısındaki tavrını ortaya koyar. Öte yandan, yüce Peygamberimizin (O’na selam olsun), “kişi kavmini sevmekle kınanamaz” ve “kavmin efendisi hizmet edendir” tarzında ifade buyurdukları meşhur hadisleri, konuyu daha da aydınlığa çıkarmaktadır. “İslam sosyolojisinde”, milletler ve ırklar, insanlık kadar gerçektirler ve ancak bunların “şerefi”, Allah yolunda gösterecekleri hizmet ölçüsünde değişir. İslam’a göre “şeref”, et ve kemikte değil, renk ve biçimde değil, ancak “takvada en ileri olmak”tadır. Bize göre, sarı saçlı bir Alman ile kıvırcık saçlı kara derili bir zenci, “insan olmak haysiyeti” itibarı ile eşittirler. Yine “beyaz insan” ile “zenci”, İslam olmakla şereflendirmişlerse, “din kardeşi” olurlar, manevi rütbe ile şerefleri, bu imanın gerektirdiği aşk, ahlak ve aksiyon oranında değişir. Bu fazilet yarışında, ileride olmak ise bir renk ve kafatası meselesi değildir. Yüce Peygamberimiz, takva yarışına katılmayıp faziletlerle değil “et ve kemik” üstünlüğü, “renk ve kafatası biçiminde şeref” iddia ederek, “cahiliye devri adetlerine saparak” kavmiyetçilik yapmayı men etmişlerdir.

Yüce Peygamberimiz, insanların, “kavmiyet” adları ile çağrılmalarını sevdiklerini bildikleri için, kendisine “sahabî” olmak şerefine ulaşan başka kavimlerin çocuklarını, bir taraftan “İslam kardeşliği şuuru” ile mukaddes bağırlarına basarken, diğer taraftan da “Bilal el-Habeşî”, “Selman el-Farisî”, “Süheyl er-Rumî”… olarak çağırırlardı. İslam tarihindeki bu gelenek, hâlâ devam etmektedir.

Evet, İslamiyet, milli hüviyetimizi koruyarak, bizi âlemşümul bir davetle bağrına basarak her iki dünyada mutlu kılmak istemektedir: BARIŞ BUDUR.

  1. Ahmet Arvasî, Türk İslam Ülküsü-I, Sayfa 110.

Bir yanıt yazın