Azerbaycan’da bir kent, Nahcevan; Nahcevan’da bir şeyh, Tuğrul oğlu Numan vardı. Yıl, 1875, mevsim bahardı. Nahcevan’da bahar, her yerdekinden daha yeşil demekti; ot demekti diz boyu, yeşil yaprak, allı morlu çiçek; bahar, Nahcevan’da bir ölümsüz kelebek demekti.

Şeyh Tuğrul Oğlu Numan yaşlıydı; bir yüzyılı çoktan geride bırakmıştı. Geride bıraktığı yüzyılda hep başkası için, Nahcevan için, Azerbaycan için, Azerbaycan’ın da çok, pek çok uzaklarından gelen insanlar için yaşamıştı. Güzel, menevişli gözlerinde duman duman bir sevgi tüterdi; acımak, hep yardım etmek, hep benliğinin dışında yaşamak ve bütünüyle –bütün günah ve sevaplarıyla olduğu gibi bütünüyle- kendini Tanrı’ya vermek Şeyh Tuğrul Oğlu Numan’ın bütün Azerbaycan’ca bilinen hasletiydi. Duaları insanlar içindi, hayvanlar içindi; dağlar, taşlar, uçan kuşlar ve cümle ağaçlar içindi…

Bir yerde kendini düşündü Şeyh Tuğrul Oğlu Numan; yine başkasının mutluluğu içindi, ama kendisini düşünmüşe benziyordu daha çok: Kızını, Nahcevan’ın en dayanılmaz delikanlısı olan -ki, en imrenilen, en yiğit ve yahşi bir öğünülecek delikanlı idi- yeğenine verdi. Oysa ki, delikanlı şeyhin kızını değil de, bir başka Nahcevanlı kızı seviyordu; kız da delikanlıyı… Hem de günahsız, Tanrı katında bile hoş ve güzel bir sevişle seviyordu. Üstelik, Şeyh Tuğrul Oğlu Numan da bu sevgiyi biliyordu. Ama delikanlı, amcası şeyhin kızıyla evlenince gerçek sevgisinden kaçtı… Zorla kaçtı. Karısını mutlu kılmak, onu üzmemek, kırmamak için uğraştı. Şeyh Tuğrul Oğlu Numan, delikanlının nasıl zorluk çektiğini de biliyordu; bildiği halde bilmemezliğe geliyordu.

Ekinler biçiliyordu Nahcevan’da. Bütün Nahcevan kadınıyla kızıyla; erkeğiyle sazıyla yazıya yabana dökülmüş ekin biçiyor, yığın yığıyordu. Şeyhin damadı ile damadın ilk sevdiği kız –ilk göz ağrısı- o gün, orada, bir buğday yığınının dibinde, karşılaştılar. Bir yıldır görmüyorlardı birbirlerini ve bu buluşma bir garip buluşmaydı… Bilmeden, ellerinde olmadan, bir gizli kuvvetin eliyle buluşmuşlardı. Ve işin en kötü yanı, o yığının tepesinde şeyhin kızı -delikanlının karısı- oturmuş, hem dinleniyor, hem çevreyi süzüyordu. O da bilmeden, elinde olmayan bir kuvvetin itişiyle gelip o yığının tepesine çıkmıştı. Orada, bütün konuşulanları dinledi… Bilmediği bir aşk vardı demek ki… Geçmişti, bir yıl olmuştu ama şimdi öğreniyordu. Kendisi de bir kadındı; şu aşağıdaki kadını daha iyi anlıyordu… Kocasını da…

Kımıldamadan durdu bir süre; sonra yavaşça dönüp yığından aşağıya kaymak istedi. Varlığını aşağıdakilere duyurmayacaktı; duyurup da huzurlarını bozmayacaktı. Beceremedi; birden ters döndü ve yığından aşağıya tepe taklak düştü. Çocuk, yedi aylık olarak doğmuştu o esnada.

Kadın kurtulamadı; öleceğini anladı. Kocasını çağırıp, bir düş gördüğünü, filân yerdeki filân kızla evlenmesi gerektiğinin bu düşte kendisine bildirildiğini, çocuğuna ancak bu kadının analık yapabileceğine inandığını söyledi. Bahsettiği kadın, kocasının gerçek sevgilisi idi; yığının dibindeki kadındı.

Sözlerini bitirince öldü şeyhin kızı. Ölümüne herkes ağladı, Nahcevan yas bağladı. Şeyhin kızının cenazesi pek kalabalık oldu, mezarı çiçeklerle bezendi. Ortalık günlük güneşlik idi, havada bir dirhem bulut, bir dirhem nem yoktu… Ve o akşam, Şeyh Tuğrul Oğlu Numan da öldü. Daha bu dünyaya gözlerini kapar kapamaz bir korkunç yağmur, bir deli yel ve kulakları sağır eden gök gürültüleri başladı. Tufan, Nahcevan’ın altını üstüne getiriyordu. Bir hafta sonra dindi. Ama, Şeyh Tuğrul Oğlu Numan’ın ölüsünü gören olmadı; bulamadılar…

Nahcevan halkı: ‘‘Şeyhin ölüsünü toprak bile kabul etmedi’’ dedi.

Bir yanıt yazın