Kişioğlu çoğunlukla zamanın içinde yaşıyor. Milyar yıllık dünya tarihinin yalnızca anlık bir diliminde nefes alıp veriyoruz. Geçmişi birkaç hoş edebi eserde okuyor manasına eremeden bitiriyoruz. Geleceği kucaklamaya ne donanımız yetiyor ne de onu anlamaya öngörülerimiz mevcut. İşte bazı isimler de var ki onlar zamanın dışında yaşıyorlar. Adeta zaman onlara değil onlar zamana hükmediyor. Türk tarihinde birçok şahsiyet bu örneğe uyuyor, onlardan birisi de bu silsilenin şimdilik son siması olan Başbuğ Alparslan Türkeş…

                Onu anlatan en iyi cümle şüphesiz, ‘’Türk tarihinin en derininden kopup gelen bir kişi’’ ifadesidir. Nitekim onu Oğuz Kağan’ın yanı başında düşlesek hiçbir aykırılık görmeyiz. İlteriş Kağan’ın bir generaliydi desek uhrevi âlemde şahit olacak binlerce er bulabiliriz. Sultan Alparslan’ın önünde diz vurduğunu, Timur’un sofrasında oturduğunu; nice dervişlerle yol yürüdüğünü söylesek abes kaçmayacaktır. Öte yandan geleceği nasıl kucakladığını bedenen öteki âleme göçmesine rağmen ruhen varlığını hala devam ettirdiğini hissetmek de mümkün. Bu yüzdendir ki O’nun 100 yaşına girdiğini söylemek mümkün olabiliyor. Türk tarihinin süreklilik seyrinde de Alparslan Türkeş’in çok mühim bir rol oynadığı görülmektedir. Şöyle ki Türk milliyetçiliği fikrinin Göktürk Devleti’nin kurulmasıyla devlet siyasetinde etkisini gösterdiği görülmektedir. Bilhassa Orhun YazıtlarıTürk milliyetçiliğinin adeta bir manifestosunu oluşturmaktadır. Sonraki dönemlerde Türklerde boy bilincinin millet bilincinin yerine tekraren geçtiği bilinmektedir. Türk milliyetçiliği düşüncesi bazı seçkinlerce savunulmaya devam etse de devlet siyasetinde doğrudan rol alması için hayli zaman geçmesi gerekmektedir. Osmanlı Devleti döneminde Türk milliyetçiliği romantik anlamda yeniden ortaya çıkmıştır. Ziya Gökalp bu fikri bilimsel ölçütlerle ele almış, sistematize etmiştir. Ziya Gökalp’e fikirlerimin babası diyen Mustafa Kemal yeni kurulan Cumhuriyet’i Türk milliyetçiliği esasları üzerine oturtmuştur. Hüseyin Nihal Atsız, dönemin iktidarının milliyetçilik fikrinden uzaklaşmasıyla birlikte Türk milliyetçiliğini siyasallaşması yolunda adımlar atmıştır. Nihayetinde Alparslan Türkeş çok mühim bir rol alarak, asırlardır seçkinlerce/devlet adamlarınca/aydınlarca dile getirilen Türk milliyetçiliği fikrini halka indirgeyebilmiştir. Böylelikle Türk milliyetçiliği fikri belirli bir döneme hapsolmamış süreklilik kazanabilmiştir. Özellikle Türk gençliğine Türk milliyetçiliği fikrini aşılamak için o zamana değin Türk siyasetinde o kadar etkin bir şekilde kullanılamayan Gençlik Kolları aktif hale getirmiştir. Yeri geldiğinde yedi kişilik salonlarda hitap etmekten imtina etmemiştir.

                O’nu Türk tarihinin her yerinde görüldüğünü söylerken bu kadar emin olunmasının en önemli nedeni, büyük Türk şahsiyetlerinin özelliklerini yansıtıyor olmasından gelmektedir. Toplumunun zorluklar çektiği, tehlikeli dönemlerden geçtiği bir zamanda sorumluluk almaktan çekinmeden öne atılmış, arkasından ona inanan binlerce insanı sürüklemeyi başarmış böylelikle milletinin içinde bulunduğu tehlikeleri bertaraf edebilmiştir. Öyle ki Başbuğluğu da tam da buradan gelmektedir. Cumhuriyet tarihinde hiçbir tarikat, hiçbir cemaat, hiçbir oluşum, hiçbir kurum O’nun Başbuğluğunu yaptığı Ülkücü Hareket’in vermiş olduğu beş bin beş yüz kadar şehit vermiş değildir. Ülkücü Hareket, O’ndan aldığı inançla birlikte üzerine düşen can ve kan vergisini misliyle ödemiştir. Aldığı sorumluluk yalnızca savaş şartlarında, vatan müdafaasında olmuş değildir. Onun en çok ön plana çıkan kimliği Devlet Adamlığı vasfıdır. Sıcak siyasetin içinde kaybolmamış, dar gömlekler giyerek meselelere dar bir ufuktan bakmamıştır. Yalnızca Türkiye’nin değil Türk Dünyası meseleleri ile de yakından ilgilenmiştir. Örneğin Ermenistan- Azerbaycan meselesinde tam bir İmparatorluk bakiyesini devralmış devlet adamı vasfıyla hareket ederek arabuluculuk rolünü üstlenmiştir. Diaspora Ermenileriyle olan mücadeleyi, Türk imparatorluğunun bir tebaası olan Ermeni halkıyla karıştırmamıştır. Alparslan Türkeş’in kardeş ve dost ülke Azerbaycan’a Karabağ sorunu için gönderdiği Rüzgâr Birliğinden sık sık bahsedilse de onun bu vasfı nedense göz ardı edilmektedir. En hayran duyulacak özelliklerinden biri de hiçbir zaman yılgınlığa düşmemesidir. 1944 ile başlayan çileli hayatı vefatına değin sürmüş olmasına rağmen asla pes etmemiş, Türklükten aldığı feyz ile mücadelesine devam etmiştir. ABD’de eğitim görmek için sınavı kazanmış olmasına rağmen 1944 Olayları neticesinde hakkı gasp edilmiş buna rağmen sınava yeniden girmiş o hakkı yeniden elde etmiştir. Ülkesinden sürgün edildiğinde karamsarlığa düşmemiş, kendini daha da iyi bir şekilde yetiştirmek için imkânlar oluşturmuştur. Söz gelimi her hapse düştüğünde dışarıya daha da şevkle çıkmış, onun gözlerinin içine bakanlarına daima umut gark etmiştir. 1980’de cuntacı zihniyetin O’nu düşünceleriyle birlikte hapsetme, tarihe gömme düşüncesini alt üst etmiş, kendisini hapishaneden kaçırmak isteyenleri dahi geri çevirerek mücadeleci ruhunu her şartta ispat etmiştir.

                Alparslan Türkeş’in entelektüelliği de üzerinde fazla durulmayan hususlardan biridir. Hâlbuki o İngilizce, Fransızca ve Yunanca gibi üç yabancı dil bilen, dünyayı çok iyi tahlil eden bir kişiliktir. Neticede Türk tarihini son yüzyıllarda en çok etkileyen olaylarda ön planda olan Harbiyeliler gibi o da asker kökenlidir. İlgisini yalnızca pratik siyasete yoğunlaştırmamış ilmi siyasete ayrıca bir alaka göstermiştir. Böylelikle Türkiye’de ilk defa bir siyasi partiyi doktrinsel temellere oturtmuştur. Bu anlamda ideal devlet tasavvurunu Dokuz Işık teorisinde somutlaştırmış, Türkiye’ye bir vizyon çizmiştir. Doktrinde Akçura ve Gökalp’in görüşlerinin de yansımalarını bulmak mümkündür. Küçüklüğünden beri çokça okuması Gökalp ve Akçura ile erken tanışması dünya görüşünün oluşmasında etkili olmuştur. Üstelik Hüseyin Nihal Atsız ile olan yakınlığı fikir dünyasını zenginleştirmiştir.

 Münhasıran ABD’deki gözlemleri de entelektüel fikirlerin oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. İşçilerin çalıştığı fabrikaya sahip olma düşüncesini de ABD’deki ekonomik sistemde görerek teorisine eklemiştir. Teknolojik alt yapının sağlamlığı, yolların düzgünlüğü onu etkileyen olguların başında gelmektedir. Ayrıca Almanya’da Atom ve Nükleer Okulu’nda gördüklerini de hayatı boyunca unutmamış, değişen dünyaya ayak uydurmanın yolunun buradan geçtiğini anlatmaya çalışmıştır. Alparslan Türkeş, entelektüelliği, devlet adamlığı, siyasetçiliği ve Başbuğluğu ile Türk tarihinin emsalsiz şahsiyetleri arasında yerini almıştır. Onun dehası rakipleri tarafından da övgüyle karşılanmış tarihin haklı çıkardığı lider olarak ebediyete intikal etmiştir. Tanrı Dağları’ndaki o büyük buluşmayı yazmak da bize düşmüştür. Ruhu şad olsun! Gelen kişinin ağırlığından olsa gerek hepsi en bilindik askeri üniformalarıyla hazırdılar. Mustafa Kemal’in başında kalpak vardı. Alparslan miğferini takmış, Mehmet de beyaz Osmanlı sarığını takmıştı. Cenge gider gibi atlandılar. Hepsinin atı ciyren[1]di ve şanlarına yaraşır şekilde taypalma yorga[2] idi. Böyle olması yaptıkları işin ehemmiyetini ve ciddiyetini göstermekteydi. Erken yaşamışlığa binaen Alparslan bir adım önde gitmekteydi. Sağ yanında Mehmet, sol yanında Mustafa Kemal vardı. Otağın dışında da büyük bir hazırlık olduğu göze çarpmaktaydı. Otağın az ilerisinde büyükçe bir et döndürülmekteydi. Uhrevi hizmetçiler bir yanda etle ilgilenmekte, bir yanda kımızları doldurmaktaydı. Üç büyük komutan ufka doğru ilerlemeye başladılar. Gözleri ile etrafı süzerken alanın genişlediğinin farkına vardılar. Ağaçlar ve yemişler bir anda sayılamayacak kadar çoğalmışlardı. O sırada çadırlar da artmaya başlamıştı. Hepsi şimdi daha da onurlandılar ve nihayetinde bir ışık huzmesinin içinde gelenleri gözleri seçiyordu artık. Aslında ulu fatihler bir tek kişi geleceğini zannediyorlardı. Ancak gelen sayısı on bin civarında olsa gerekti. Sanki nurani bir ışık onları yere doğru bıraktı. Onlar da büyük bir disiplinle hemen sıraya girdiler ve düzeni aldılar. Bu durumu uzaktan gören Alparslan kendini gülümsemekten alıkoyamadı ve Türk olarak doğup öldüğü, şimdi onlarla uçmakta buluştuğu için Tanrı’ya şükür etti. Yaklaştıkça daha da ayrıntılı görüyorlardı. İki tarafta da çok rahat bir şekilde anlaşılan bir heyecan hâkimdi. Sanki hep bu anı bekliyor gibiydiler. Karşı tarafta iki yiğit tuğ kaldırdılar. Tuğu artık görebiliyorlardı. Mavi zemin üzerinde genişçe bir hilal onun üzerinde başı dik, uluyan bir bozkurt vardı.  Tuğu tutan kişi de seçilebiliyordu artık. Siyah kısa saçlı yine siyahça dudaklarına paralel uzanan kalın bıyıkları, akça bir yüzü vardı. Zaten böyle nurani olmayan hangi yüz girebilirdi buraya? Karşı taraf da büyük bir titizlikle son düzenlemeleri yaptılar. Gözleri bu kutsal yere anca alışabilmekteydi, bu yüzden gelen üç kişi anca görebiliyorlardı. İçlerinden lider olduğu anlaşılan, heybetli, yüzü tam bir kurdu andıran kişi askeri bir disiplinle sıraları kontrol ediyor, aksaklık olmasını istemediğini hatırlatıyordu. Yanına yaklaşan uzun boylu, hilal bıyıklı, güzel yüzlü bir yiğit yaklaşarak:

                – Üç atlı geliyor Başbuğum.

Diye bildirdi. Başbuğ, tebessümle bakarak:

                – Tamam, Fırat sen de yerini al.

Dedi. Fırat süratle buyruğa uydu. Başbuğ etrafına son kez bakındı ardından seslendi:

                – Dündar, Gün yerlerimizi alıp karşılayalım. Bakalım biz aciz torunları için kimleri uygun görmüştür karşılamaya ulu hakan.

Sağ yanına Dündar diye seslendiği kişi sol yanına da Gün diye seslendiği kişi geldi. Bir tümeni andıran grubun önüne çıkarak gelenleri karşılamaya koyuldular. Bekledikleri kişilerden evvel görünüşlerinden melek olduğunu anladıkları onlarca nurlu hizmetçi şerbetlerini sundu, kulakları dolduran hoş bir ahenkle, adeta terennüm ettiler:

                – Dünyada Tanrı rızası için çektiğiniz acılardan, kendinizden önce milletinizi düşünmenizden; ilimle, silahla O’nun yolunda cihat etmenizden ötürü, ”sonsuz İzzet ve Kerem sahibi olan Rabbinizden” size ikramdır bu şerbetler içiniz ve ecdadınızla O’nun uçmağının keyfini sürünüz. Size artık zulüm yok, size artık acı yok!

Bu sesleniş hepsinin gözlerini doldurmuştu, hep bir ağızdan şükrettiler. Ancak şükür için daha erkendi, Allah’ın onlar için lütfettikleri onur henüz daha sona ermemişti. Az sonra karşılarında Sultan Alparslan’ı, Fatih Sultan Mehmet’i ve Mustafa Kemal Atatürk’ü gördüler. Dünyada iken onların kahramanlık hikâyelerini dinlemişler, bütün hayatlarını milletlerini onlar gibi yüceltmek için tüketmişlerdi. Şimdi ise üçü karşılarındaydı. Yürekleri dahi titriyordu bu manâ âleminde. Gözlerinin seçip, şaşkınlıkları geçer geçmez diz vurdular. Sonunda birbirlerinin karşılarındaydılar işte. Sultan Alparslan atından indi, onu Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal takip etmişti. Görmüş oldukları intizamdan, duruşlarından memnun oldukları belliydi. Karşılarında duran kişilerin başlarının önünde olmasından ötürü göz göze gelip heyecanlarını, takdirlerini gösterememişlerdi. Sultan Alparslan gür sesiyle konuştu:

                – Duyduk ki Türklük için yaşayıp Türklük için ölmüşsünüz. Şad ettiniz şad olasınız.

İşte yalnızca bu övgü için bile yüz kez dünyaya gelip yüz kez aynı acıları çekmeye razıydılar. Bu sahneyi her kavgaya girdiklerinde, her işkence gördüklerinde, her hor görülüp bir kenara itildiklerinde düşlemişlerdi, şimdi ise bu anı en coşkulu şekilde yaşıyorlardı.

Ebu’l feth Sultan Alparslan diğerlerinden bir adım önde olduğunu gördüğü, diğerlerinin Başbuğ diye seslendiği heybetli kişiye doğru yürüdü.

                – Bize nurlu yüzünü lütfetmez misin oğul!

Başbuğ bu söz karşısında irkilerek:

                – Estağfurullah sultanım, başımız yoluna fedadır.

                – Artık baş feda etme zamanı geçmiştir oğul, şimdi verdiğiniz mücadelenin mükâfatını alma vaktidir. Kaldırın başlarınızı hasret giderelim.

Hepsi bu samimi sözleri buyruk telakki edip kaldırdılar yüzlerini, ayağa kalktılar. Alparslan sözlerine devam etti:

                – Namınızı ulu atamız, hakanımız Oğuz Kağan’dan dinledik, ancak ismini bahşetmediler, önce tanışalım.

                – Ben size öykünerek naçizane isminizi alma cüretinde bulundum; Alparslan Türkeş. Sağ yanımdaki hayatı boyunca beni hiç yalnız bırakmamış, millet aşkını doludizgin yaşamış Türkmen Ağa diye bilinen Dündar Taşer. Sol yanımda aldığı her görevi üstün ahlak ve Türklük şuuruyla yerine getiren Gün Sazak. Arkamda duran cengâverler ise gençliklerinin baharında Türk milleti için canlarını ortaya koymuş kimisi iç düşmanlar tarafından kimisi bizzat öz devleti tarafından şehit edilmiş yiğitler. Biz onlara bozkurtlar, ülkücüler dedik. Siz daha iyisini bilirsiniz.

Başta Dündar Taşer, Gün Sazak olmak üzere hepsi aldıkları övgü karşısında edeple başlarını eğdiler. Fatih Sultan Mehmet ile Mustafa Kemal, Sultan Alparslan’ın arkasında yüzlerinde gülücük olduğu halde bu kahramanları seyre dalmışlardı. Her ikisi de genç yaşında şehadete erişmiş olan bu delikanlıların üzerinde gözlerini gezdiriyorlardı. Sultan Mehmet’in şahin bakışlı gözleriyle, Mustafa Kemal’in masmavi gözleriyle karşı karşıya gelen her bir genç bu anın tadını yaşıyorlardı. Nihayetinde beklenen hüküm geldi, Sultan Alparslan, Alparslan Türkeş’e dönüp kollarını açarak:

                – Yüce Allah kutunuzu daim etsin.

Diyerek sarıldı. Aslında Alparslan Türkeş’e Sultan Alparslan’ın ellerini öpmek için eğilecek olmuştu ama Sultan Alparslan ”Sen buraya bir Türk ordusunun başbuğu olarak geldin, bize yalnız sarılmak düşer.” diyerek reddetti. Alparslan Türkeş sırayla Fatih Sultan Mehmet ile ve Mustafa Kemal ile de kucaklaştı. Bu sırada Sultan Alparslan ordu ciddiyetini asla bozmayan, yiğitlere doğru yürüdü. Önce Dündar Taşer ve Gün Sazak Sultan Alparslan’ın elinden öptüler. Sonrasında da bütün ülkücü şehitler ordusu ellerini öptüler. Mustafa Pehlivanoğlu, Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Cengiz Akyıldız, Fırat Yılmaz Çakıroğlu… İsmi saymakla bitmeyecek olan bu kutlanmış erler, Sultan Alparslan’ın mübarek ellerinden öpüp adeta kâlu beladan beri olan susuzluklarını gideriyorlardı. Sultan Alparslan elini öpenleri tanımaktan da geri kalmıyordu, yüzünden eksik olmayan tebessümle hepsiyle göz göze gelmeye dikkat gösteriyor, alınlarından öpmeyi de ihmal etmiyordu. Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal ile de aynı anları yaşadılar. Sonrasında da han otağına, Oğuz Kağan atanın yanına varmak üzere yola koyuldular. Tanrı’dan isteseler, gönülden geçirseler, yol yürümeden varabilirlerdi, hoş isteseler burada da olmayabilirlerdi. Ancak hayatlarının bütün gayeleri buyken, bu tattan geri kalmak istemediler. Önce Hazreti Muhammed (sallAllahu aleyhi ve sellim) ile doya doya hasret gidermişlerdi sonrasında buraya gelmeyi arzulamışlardı. Yalnızca Cemallullah’ı seyretmek kalmıştı, o nasip olur muydu bilemiyorlardı.

Dipnot:

[1] Al donlu at.

[1] Alımlı, güzel yürüyen, en değerli atlara verilen isim. 1. ve 2.  notlardan kullanılan kelimeler Cengiz Aytmatov’un Gülsarı adlı eserinden esinlenerek kullanılmıştır, saygı ve rahmet olsun!


Bir yanıt yazın