Münakaşayı sever misiniz? Hiç sevmezseniz bile buna mecbur olduğunuz anlar çoktur; çünkü yanlış düşündüğünüzü söylemekten zevk alanlar az değildir. Muhtelif nezaket dereceleriyle bu hatayı hepimiz yaparız. En diplomatlarımız bile “haklısınız, fakat…” diye başlarlar ve muarızlarının haksız olduğunu ispata çalışırlar.

Ben bütün hayatımda iki taraftan birinin haksızlığını itiraf etmesiyle biten şiddetli bir münakaşa görmedim. Sebebi şudur sanıyorum: Bütün münakaşalarda, çarpışan yalnız fikirler değil, benliklerdir. Bu iki şey, fikir ve benlik, birbirine o kadar bağlıdır ki, biri değişirse öteki de ortadan kalkacak zannedilir.

Her insan fikrini kalbinin istihkâmları içinde müdafaa eder. Hücuma uğradığı zaman fikirlerinden evvel kalbinin kırılması bundandır. En hazin şey, münakaşaların, birbirini sevenler arasında daha sık ve daha şiddetli olmasıdır. O zaman, çarpışmaların sonunda, iki tarafın kalbinde de acı bir tortu kalır. Bu, vurulan darbelerin pişmanlığı ve yenen darbelerin yarasıdır.

Terbiyeli münakaşalarda, muarızının fikirlerinden evvel kalbinin istihkâmlarını fethetmek isteyen zeki adamların kullandıkları bir taktik vardır: “Ne kadar doğru, ne kadar güzel söylüyorsunuz, diye başlarlar, bu noktayı ben hiç düşünememiştim. Şimdi iyice anlıyorum. Teşekkür ederim, beni aydınlattınız. Fakat şu fikrimde de aldanıyor muyum acaba? Size anlatayım da lütfen fikrinizi söyleyiniz!”

Bu kadar nezaketten sonra bile karşı tarafın haksızlığını itiraf etmekten kaçtığı görülür. Çünkü muarızınız tuzağınızı keşfedince, kendisini aldatmağa teşebbüs edişinizin verdiği gizli öfke ile eski fikirlerine daha çok bağlanabilir. Münakaşalarda nezaket de her zaman hakikati teslim ettiren emniyetli bir silah değildir.

En doğrusu, münakaşalarda hak kazanmağa çalışmaktır, derler. Ömer Rıza Doğrul’un tercüme ettiği ve Ahmet Halit Kitabevinin bastığı “Dost Kazanmak” adlı kitapta meşhur Benjamin Franklin’in itirafları var. Gençliğinde arkadaşları ona dermiş ki;

“- Franklin! Senin tuttuğun yolda yürümeye imkân yoktur. Düşüncesi düşüncenden ayrı olanların üzerine birdenbire atılıyorsun. Bu yüzden arkadaşların aralarında bulunmamandan hoşlanıyorlar. Ne yazık ki bu yüzden kimse ile konuşamayacak ve malumatını arttırmağa imkân bulamayacaksın.”

Franklin bu huyunu nasıl değiştirdiğini şöyle anlatıyor:

“Başkalarının bana uymayan düşüncelerine tahammül etmeye ve itirazlarımı apaçık ileri sürmemeye kendimi alıştırdım. Hatta “Şüphe yok ki”, “muhakkak ki”, gibi mutlak sözleri kullanmaktan çekinmeye başladım. Bunların yerine “Zannederim ki”, “Hatırımda kaldığına göre”, “Tahminime kalırsa” gibi tabirler kullanıyordum. Başkası bir iddiayı ileri sürdüğü ve ben bu iddiayı yanlış gördüğüm zaman, açık bir münakaşaya girmek zevkini feda ediyordum; karşımdakinin düşüncesine ait şartları ve bu şartların bu düşünceyi haklı göstermeye imkân verip vermediğini tetkik ediyordum. Bu sayede herkesle rahat rahat konuşabildiğimi gördüm. Sözlerim itiraz götürmeden kabul ediliyor ve iyi bir tesir bırakıyordu. Hatta başkalarının yanlışlarını düzeltmek imkânını buluyordum.”

Halka muvaffak olmanın yollarını gösteren kitapların çoğunda buna benzer tecrübeler ve tavsiyeler vardır. Hak kazanmak için yapılan münakaşaların faydasızlığını az çok hepimiz biliriz; hatta bunu pek iyi bildiğimiz halde şiddetli bir münakaşanın çemberi içine düşmekten kendimi alamayız. Demek bu yalnız bilgi değil, aynı zamanda irade meselesidir. O gün midemiz biraz bozuksa, gece az uyumuşsak, bir şeye fazla canımız sıkılmışsa ve nihayet, muarızımızın fikirlerinde ısrar etmesi bir felakete sebep olacaksa kendimizi kaybedebiliriz. Bu muvazenesizliğin meşru değil, bazen kaçınılmaz derecede zaruri olduğunu söylemek istiyorum.

Fakat “Kaçınılmaz derecede” hükmü “kaçınılmaz” demek değildir. Evvelden tedbir almak şartıyla fena münakaşalardan sakınmak mümkün olduğunu sanıyorum. Bu tedbirlerden ilk hatırıma gelenler:

  • Fena münakaşa etmek tanınanların tenkidine uğrarsak, onlara asla cevap vermemek,
  • Uykusuz bir geceden sonra,
  • Kuvvetli bir yemek üstüne,
  • Aç karına,
  • Bir miktar alkol aldıktan sonra,
  • Keder ve sıkıntı anlarımızda susmağı konuşmağa tercih etmek.
  • Haklı olduğumuza “Yüzde yüz” emin olduğumuz bir mevzuda bile yanılabileceğimizi asla unutmamak.
  • Aldanmanın bir budalalık olmadığını, en zeki adamlar için bile zaman zaman yanılmak mukadder olduğunu bilmek.
  • Klasik münakaşa tarzına girmeyerek muhatabı dikkatle dinledikten ve bazı sualler sorarak onu fikirlerini tamamlamağa davet ettikten sonra kendi fikirlerini söylememek, ondan sonra da susmak.
  • Muarızın haklı olabileceğini ve bizim yanılabileceğimizi kendisine birkaç defa, samimi olarak, tekrar etmek.

Faydalı bir münakaşanın ilk hatırladığım şartları bunlardır, sanıyorum. Akameti ve zararları üstünde çok durulan münakaşanın lüzumu da inkâr edilemez. Tırtıllı demir çakmağa sürtünmedikçe ateş nasıl çıkmazsa, zıt fikirler birbirine temas etmedikçe de hakikatin ortada görülmesi mümkün olmaz. Fikirlerin çarpışmasından hakikatin yıldırımı doğacağını söyleyen Namık Kemal haklıdır; fakat benlikleri ayaklandıran gök gürültüleri çıkarmamak şartıyla.

KAYNAKÇA:

Peyami SAFA – Eğitim, Gençlik, Üniversite Objektif 07, S: 51

Bir yanıt yazın