Tarih denen okyanus şüphesiz tekerrürden ibarettir. Fuzuli’nin “Bilmek acı çekmektir” deyişiyle bu tekerrür arasında bugün için bir bağ kurmak gerekirse şöyle diyebiliriz; Arnavutluk’un, Yunanistan’ın, Bulgaristan’ın, Suriye’nin, Irak’ın kısacası koskoca bir cihan imparatorluğunun elimizden nasıl çıktığını bilenler, bugünün gelişmeleri ışığında vatanın nasıl bir felakete sürüklendiğini görüp acı çekmektedirler. Kör gözler ve boş beyinler ise tarihin her döneminde her millet hayatında olduğu gibi bugünde içinde bulundukları gemi su alırken, geminin üst katında eğlenmekle meşgul insan topluluğundan farksız hayatlarını devam ettirmektedirler.
Tekerrürden ibaret olan tarih bazı zamanlar milletleri yol ayrımına getirir ve o yol ayrımında her millet kendi kararını vererek kendi tarihini kendi yazar. Örneğin Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgali yalnızca birkaç saat sürmüş ve Çekler hiçbir mukavemet göstermeden Almanya’ya teslim olmuşlardır. Çekler için bu bahtsız olayda yalnız bir tane Çek can vermiştir. O gün ki Almanya nüfusu 72 milyon ilen Çekoslovakya nüfusu 12 milyon civarındaydı. Tarihin bu işgal karşısında ki hükmünü Nihal Atsız vermiştir: “12 Milyonluk Çekoslovakya’da şeref ve milli bilinç sahibi yalnızca 1 kişi çıktı!” Çekler; Tarih kendilerinden bir karar verip bu kararın arkasında durmalarını istediğinde teslim olmayı tercih etmişlerdir ve tarihe böyle geçmişlerdir. Rusya Finlandiya’ya hücum ettiği zaman Finlandiya halkı bu işgale silahlı direnişle karşı koymuş ve Rusya hiç ummadığı bu direniş karşısında 3 ay uğraştıktan sonra bir kısım toprağa razı olmuş ve Finlandiya ile savaşmaktan vazgeçmiştir. O zaman ki Finlandiya Nüfusu 4 milyon iken Rusya nüfusu tam 180 milyondur. Finlandiya kararını mücadeleden ve tarihe şan ve şerefle yazılmaktan yana vermiştir.
Çok değil bundan 90 yıl evvel aynı tarih Türk Milletinin de kapısını çalmış ve Türk Milleti her zaman olduğu gibi yine mücadele etmeyi seçmiştir. Bugün ilkokulda okuyan çocuklarımızdan, artık ömrünün sonuna yaklaşmış ihtiyar insanlarımıza kadar şan ve şerefle başımızı dik kılan zaferler ve mücadelenin ve mücadele azminin bize bir hediyesidir. 10 Ağustos 1920 günü Damat Ferid’in gayretleriyle Sevr Antlaşması imzalansaydı ve vatanımız bölünseydi bizler bugün olacak mıydık? Yaşıyorsak adımız ne olacaktı? Hangi Yunan, Arap, Rus, Fransız veya İngiliz’in evinde uşak olacaktık. Atalarımıza bizi bu utançla yaşatmak yerine şan ve zafer dolu bir yakın tarihi bize hediye ettikleri için şükran borçluyuz. İşte bu borcu öderken bugün kendimize sormamız gereken soru şu olmalıdır: Peki torunlarımız bizim için ne düşünecek?
Son askerlerimiz, komutanları Fahrettin Paşa’nın “Biz seni nasıl bırakırız ya Resulullah” hıçkırıklarıyla ve tarihin gördüğü belki de en acıklı teslim olma sahnesiyle yurda döndüklerinde artık koskoca bir imparatorluk da dünyaya yıkıldığını ilan ediyordu. Yüzyıllardır süren hükümranlık dönemi bitmişti. Gözlerde umutsuzluk, yüreklerde acı ve hislerde çaresizlik baş göstermişti. Daha sonra 1908’den itibaren başlayan Milli Kimlik oluşturma çabalarının üzerinde yeşeren ve yeniden küllerinden doğan bir devleti bize emanet eden milli mücadele hareketi başladı ve Ankara Hükümeti, hem içerideki hem dışarıdaki düşmanlarıyla savaşarak Lozan Antlaşmasıyla Türk’ün yenilmezliğini dünyaya bir kez daha ispat etti.
Şüphesiz düşman topraklarımızdan çekilirken bir daha dönmemek üzere gitmiyordu. Yeniden dönecekti! Tarih ve jeopolitik onu yeniden Anadolu topraklarını işgale zorlayacak, Türkler ve Haçlılar arasındaki ölüm-kalım savaşı böyle son bulmayacaktı.
İşte düşman, bu duygularla dönerken şöyle diyordu: “Bu Cenab-ı Allahları oldukça Türkleri mağlup etmemiz mümkün görünmüyor” (İngiliz General Hamilton’ın günlüğünden) Bundan sonra tarihin her zaman alışageldiği savaş yöntemleri geçerli değildi. Şimdi zihinlerin ve kültürlerin savaşı başlayacak ve hedefler aynı kalmak suretiyle yöntemler değişiklik gösterecekti…
Tarih boyunca Çinlilerle Göktürklerin mücadelesinden başlayarak düşmanlarımız, devletler, şahıslar ve mücadele edilen coğrafya sürekli değişiklik göstermiştir. Değişmeyen bir şey vardır: Nefret!
Türk Aydını, bu nefretten milletini ve devletini koruyabilmek için “Büyük Uyanışı” sağlamak zorundadır. Türk Milliyetçileri, Türk Ulus Devletinin zayıflamasının, Türkiye’nin yıkılışı anlamına geldiğinin farkında olan çevreler, öncelikle kendi aralarında birleşmekle ve daha gür sesle gerçekleri haykırmakla yükümlüdürler.
Bu yüzyılın fedakârları yine “Türk Milliyetçileri” olacaktır. Türk Milliyetçileri, yani Ulus Devletçiler, yani bu yüzyılın fedakârları için derhal toparlanmak ve demokratik yollardan Türk Milliyetçiliğinin iktidarı için çalışırken kötü günlere de hazırlanmaktan başka çare ufukta görülmemektedir. Milli Mücadelenin fikir tohumlarının 1908’den itibaren yürütülen milli politikalarla atıldığını göz önünde bulundurursak bugün için yapılan her çalışma, kazanılan her zihin, atılan her adımın ikinci bir milli mücadelenin temelini oluşturacağını da unutmamalıyız.
Evet, ilginç bir o kadar da acımasız tarih koskoca bir milletin yükünü bugünün Türk Milliyetçilerinin sırtına yüklemiştir.