Bir milletin tarihi, kültürü, medeniyeti ve ülküsü zaman ve mekân içinde <bir bütünlük> ifade eder. Millî vicdan bu konudaki tezatları çok kolay sezer. Millî tarihe aykırı <yapma bir ülkü> olamaz. Ülkümüzü fertler ve zümreler icat edemezler. Ülkümüz millî tarihimizin ve kültürümüzün bağrından filizlenip çıkar. Millî ülküler, bir milletin gelecek için programlarını ve özlemini duyduğu çeşitli sahalardaki başarılarını ve ümitlerini ifade ederler, bir bakıma geleceğe dönük tarih şuurunun meyveleridirler.
Tarih, bizi yalnız geçmişte değil, halde ve gelecekte de bütünler. Tarih eğitim ve öğretiminde asla unutmayacağımız husus burasıdır.
Türk Milleti, Türk Devleti zaman ve mekân içinde bölünmez bir bütün ve sürekli bir akış ifade eder. Bütün genç nesillere anlatmalıyız ki değişik zamanlarda ve değişik mekânlarda farklı isimler alınmış veya verilmiş olsa da, tarihte bir tek Türk Milleti ve bir tek Türk Devleti şuuru vardır. Çeşitli tertiplerle devlet ve millet parçalanmış olsa bile bu <şuuru> bırakmamak ve tarih derslerini bu espri içinde ele almak gerekir. Böyle düşünürsek, Hunlar, Göktürkler, Kutlukhanlar, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti birbirleriyle ilgisiz ve irtibatsız devletler olmayıp <Tarihî Türk Milletinin ve devletinin> tarih içindeki <periyotlarını> ve safhalarını temsil ederler. Bunlar, bir tek milletin ve devletin, birbirini tamamlayan dönemleri durumundadır. Millet ve devlet sürekli bir akış halinde iken hükümetler, hanedanlar, sistemler değişip durmaktadır.
Bugün siyasî sınırlarımızın dışında kalan ve fakat kültür sınırlarımızın içinde yaşayan Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Kıpçak, Nogay, Türkistanlı, Azerbaycanlı, Kerküklü, Kıbrıslı, Batı Trakya… kardeşlerimiz ayrı ayrı millet ve devletleri ifade etmezler, bunlar, maalesef vatanları işgal edilmiş, Türk çocukları olup BÜYÜK TÜRKİYE’nin sosyal kültürel, ekonomik ve politik parçalarıdırlar… Hiç şüphesiz, bir gün esaret bağlarını kıracak, <tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek lider> esprisi içinde birleşeceklerdir.
Türk Devleti’nin Kurucusu OĞUZ HAN’dır. Oğuz Han, M.Ö. 3. asırda yaşayan Mete Han mıdır? Değerli tarih otoriterlerimiz buna <olabilir> diyorlar. İtiraf edelim ki bizim gönlümüz buna razı olmuyor. Böyle bir tercih, Türk tarihini kısaltır. Biz elbette son sözü tarih âlimlerimize bırakarak, tıpkı Vanî Mehmed Efendi gibi düşünüyor, onun bundan üç yüz yıl önce <Arais’ül Kur’an> adlı kitabının ikinci cilt, 250. yaprağında yazdığı gibi: <Türkler, Kur’an’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur.> diyoruz (Bkz. İ.H. Danişmend-Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur- 1959- Sayfa 153). Eğer, böyle ise Türk tarihi, Hz. İbrahim (O’na selâm olsun) devrine kadar dayanır. Böyle bir inanç, Türk destanları ile İslâm inancını bir daha buluşturur ve bundan kültür ve medeniyetimiz büyük güç alır.
Kaldı ki büyük milletlerin tarih sahnesine doğuşu, kesin bir tarihe bağlanamaz. İster istemez büyük milletlerin tarihleri destanlara dayanır ve dinî menkıbelerden güç alır. Esasen, bir milletin doğuşu, muğlak, girift ve izahı çok zor olan bir vetire ifade eder. Destanlar bu vetireden fışkıran gerçeklerle buluşmuş sembolik motiflerle dolu ve heyecan yükü ağır basan anonim ve sübjektif eserlerdir. Âdeta, bir milletin <kollektif şuuraltıdır.> Bize göre, bu konuda tarihçilerimize büyük işler düşmektedir.
Ecdadımızın <devlet-i ebed müddet> dedikleri Türk Devleti’nin başlangıç tarihi de ancak destan çağında bulunabilir.
Seyit Ahmet ARVASİ- Türk İslam Ülküsü 1, S: 280